Kardelen'i DergiKapinda.com sitesinden satın alabilirsiniz.        Ali Erdal'ın yeni kitabı TÜRK KİMLİĞİ çıktı        Kardelen Twitter'da...        Kardelen 32 Yaşında!..       
    Yorum Ekle     2993 kez okundu.     Henüz yorum bırakılmadı.     Yazara Mesaj

Üstad için yazı kaleme almak
Ali Erdal

  Sayı: 92 - Nisan / Haziran 2017

Konuşma ve yazma nimetini ihsan eden Allah’a (cc) hamd; bu sahanın da en üstünü, bu sahada da örneğimiz “Gaye – İnsan ve Ufuk – Peygamber”e salât ve selâm; bu yolun yolcularına, en küçüğünden en büyüğüne, tazim ve hürmet...

Necip Fazıl hakkında bir eser kaleme almak…

İçimden bir ses, uzun zamandır, bir saniye bile durma, diyor… Diğer ses: Haddini bil, yazılanları okumak neyine yetmiyor?.. Bu baş döndürücü tahterevalliyi, bir kararla durdurmalıyım…

Böyle med-cezir yaşayan sadece ben değilim. Bir zamanlar bir yayınevi; diğerlerine pek çok talip olduğu halde, şairler serisinde, onu tanıtacak yazar sıkıntısı çekmişti. Kapasitesinin, eserlerinin bir manzume halinde bütünlüğünün, fikir ve sanattaki derinliğinin ve anlaşılması müşkül çilesinin herkes farkında…

“Necip Fazıl’ın eserleri kolay kolay her yönetmen tarafından filme alınabilecek eserler değildir. (…) Bütün eserlerini okumadan, hele hele sanat çilesini, duyduğu fikir sancısını duymadan böyle bir işe kalkışmak, başarısızlığı başından kabullenmek demektir. (…) Söz konusu olan kişi Necip Fazıl ve onun eserleri olunca işin ehemmiyeti ve ciddiyeti daha da artmaktadır.” (Abdurrahman ŞEN)

‘Aykırı’ görenler de farklı bir şekilde, bunu ifade ediyorlar.

Buna rağmen, zorluğu göze alan, az değil… Hakkında araştırmalar yapıldı, tezler hazırlandı, kitaplar yazıldı. Yurt dışında bile… Eserleri filme alındı, tiyatroları oynandı. Yazılar yazıldı, internette siteler açıldı. Ve çağında, hakkında en çok eser verilen, hep gündemde olan, hattâ zaman zaman gündemi hâlâ tespit eden değerimiz oldu... Görünen o ki, gittikçe de artacak.

Öyle bir noktaya gidiliyor ki… Kendinizi tarafsız görüyorsanız, onunla art niyetsiz olarak yüzleşmedikçe; düşman görüyorsanız kıyasıya hesaplaşmadıkça; dostsanız ve fikir birliği içindeyseniz, eserlerini gönülden kavrayıp ona göre derin nefs muhasebenizi yapmadıkça hiçbir sahada, iyi veya kötü, cemiyetin bütününü kucaklayacak faaliyet mümkün olmayacaktır.

Bir gün, bu memlekette, her şeyi yeniden nizamlamak mecburiyeti anlaşılacak ve o gün, –ademe mahkûmiyetin tam tersi olarak– onu hakikatiyle anlamak şart olacak. Adına düşündüğü milleti, bunu mutlaka yapacak. Düşmanları da, bunun için “ademe mahkûm etme” telâşındadırlar. ‘Mahkûm etmezsek, muhkem olacak!’...

“Getirdiği yeni değerler, yeni yorumlar, billurlaştırdığı sentez, sanat verimleri, mücadele yöntemleri, çektiği çileleri, muhasebesi ve yol göstericiliği ile her geçen gün yokluğu daha da derinden duyulmakta, ister istemez tekrar tekrar ona dönmekteyiz. (…) Gerek ülkemizin, gerekse halkı müslüman olan ülkelerin onunla hesaplaşmaları gereğini vurgulayarak teklif ediyoruz. Çünkü Necip Fazıl’la hesaplaşmadan ne ülkemizin, ne de halkı müslüman diğer ülkelerdeki İslâmî hareketleri anlamamıza imkân yoktur. Çünkü Necip Fazıl’la hesaplaşırken göreceğiz ki; hiç değilse tefekkür plânında birçok problem çözümlenmiş veya en azından problemler ortaya konmuştur. Necip Fazıl’la hesaplaşmak düşünme hayatındaki kontinüte bakımından kaçınılmaz bir zorunluluktur. Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok...” (Ali BİRADEROĞLU)

Sağlığında başlayan onu anlamaya çalışmak, ciddî bir faaliyet olarak pek çok kişinin meselesi olmuştur ve olmaktadır.

“Tarihî kimliğimizden yola çıkan kültür ve sanat eserlerine ihtiyaç duyulduğu bir dönemde, Necip Fazıl gibi bir zevk, seviye, incelik ve iman şuuru ortaya koymuş ve şahsiyetimize ait her türlü değeri temsil etmiş bir şair ve mütefekkiri iyi anlamak zorundayız. Böyle bir gayreti göze alamayan bir insanın, ne bu toplumda, ne de başka bir ülkede itibar göreceğini, kayda değer bir eser ortaya koyabileceğini sanmıyoruz. (…) Türkiye’de yaşayıp da ülkemizde ve dünyada olup biten şeylere ilgi duyuyor ve kafa yoruyorsanız, bir şekilde Necip Fazıl’la karşılaşmamanız mümkün değildir. Fikir ve sanat hayatıyla ilginiz varsa, şiir, hikâye, tiyatro ve tarih tezleriyle uğraşıyorsanız, Necip Fazıl’ın eserleriyle dil ve anlatımıyla hesaplaşmanız kaçınılmaz.” (Mustafa MİYASOĞLU)

“Aksiyon adamı olarak Necip Fazıl’dan söz ederseniz, hemen dostu ve düşmanı ortaya çıkar.” (İsmet ÖZEL)

Onunla hesaplaşmak, insanın kendisi ile hesaplaşmasıdır aslında. O ana kadarki inançlarını, fikirlerini, düşüncelerini yeniden gözden geçirmeyi göze almak kahramanlığıdır... Çünkü her eseri, dikkate alınması gereken bir dâvettir. Ve bu dâvete, herkes muhataptır:

“Doğsun Büyük Doğu, benden doğarak!”

Bir yükü omuzlamıştır:

“Gaiplerden bir ses geldi: Bu adam,

Gezdirsin boşluğu ense kökünde!”

Ve neye dâvet ettiğinin bilincindedir:

“Ben, Allah diyenlerin boyunlarında vebal;

Ben, bugünküne mazi, yarınkine istikbal.”

Bu cemiyette yaşayan herkes, onun “maziye” ve “istikbale” bakışı açısından kendi değerleri ile yüzleşmek, cenkleşmek ve hesaplaşmak mecburiyetindedir.

 

Her konuda geçmişe, güne ve geleceğe ait tespitleri, tezleri,  iddiaları  bulunan; bunları başta şiir  olmak üzere her tür eserle ve başta konferans olmak üzere her çeşit faaliyetle, hapisleri göze alarak ve hiçbir dünya menfaati beklemeden –hattâ dünya menfaatinden olarak ve haysiyetinden olmayı bile göze alarak– en güzel, en kısa, en net şekilde aşkla ve kitaplık çapta kamuoyuna haykıran; fikirlerinin hayata hâkim olması için, yangından mal kaçırır gibi siyaset dâhil her sahada olağanüstü gayret sarfeden bir kimsenin eserlerinin sıradan olmadığını, eserlerini okumayan bile kabul eder… Düşmanları bile…

Düşünün!.. İdeolocyaları hesaba çekiyor… Bir Müslüman olarak… İslâm’ın karşısında hesaba dâvet ediyor. Hem de hiç itiraz edilemeyecek can alıcı noktalarından, hararetli mensuplarının bile itiraz edemeyeceği tespitlerle:

“Ferdin hakkını çalan cemiyet, komünizmle sosyalizm; cemiyetin hakkını çalan fert, liberalizma ve kapitalizma arasında kavşak noktasını bulmak... Bütün dâvâ burada...”

Demek ki, sadece fertler değil, kurtarıcılık iddiasındaki ideolocyalar da onunla hesaplaşmak mecburiyetinde… Ferdin hakkını çalanın da, cemiyetin hakkını çalanın da fikircileri, sistem kurucuları ve onların devamları; ya sistemlerinin hırsızlık imkânı vermediğini ispat, ya iddiaları ve ileri sürülen çözümü kabul tercihlerinden birini seçmek zorundalar… “Kavşak noktasını” bulmuş olanı görmek, onunla hesaplaşmak, fikir namusunun yüklediği sorumluluktur…

Kişi çetin… Alan geniş… Ele aldığı konular netameli… Fikirler iddialı…

Onun hakkında fikir yürüten herkesin ifade ettiği gibi dehâsından, dost düşman emin. Dehâyı anlatmaksa, iki tarafı keskin bıçak… Bir yanda hakkında övgüler düzmekten başka bir şey yapmamış olma; öyle değilseniz bile öyle sanılma; diğer yanda, ‘dehâyı ancak benim gibi bir dehâ’ anlayabilir ahmak kibrine düşme... Allah bundan da korumuşsa, öyle sanılma… Hakikati olduğu gibi, mübalâğa etmeden ve gerçeğe kıymadan yerine oturtmak; yeterli olup olmamaktan ayrı olarak, nefse uyup zaafa düşmek açısından her an uçuruma yuvarlanma ihtimali, cambazın tehlikelerinden daha fazla…

Daha beteri de var; anlayamayıp, yanlış hükümlere saplanıp kalmak…

Cemiyeti, yakasından tutup sarsıyor; ezberleri bozuyor:

“Durun kalabalıklar!.. Bu cadde çıkmaz sokak!..”

Yiyen içen, posa atan ve horuldayan “kalabalıklara” haykırıyor:

“Asırlardır zindandayız! Neyin? Hangi halin zindanıdır bu?.. Bir türlü hakikate ulaşamamanın, dünyanın en şaşaalı oluşundan sonra, o oluşun aşkını kaybetmenin, birtakım hayallere kapılmanın, yapamamanın, edememenin, erişememenin, üstelik erişmekten alıkonulmanın muazzam zindanı... Evet, üç dört asırdır, en kuvvetli karakteriyle 150 senedir, en bariz ifadesiyle de 50 yıldır, kısaca ve topluca, Tanzimat’tan bugüne kadar bir manevî zindan içindeyiz. Sanki gözlerimizi çıkarmışlar, yerine, uydurma bir dünyanın çizgileri nakışlı, takma gözler takmışlar... Bu zindanı açmanın, bu zindanın kapısını aralamanın tek çaresi; bize onu hediye eden, bir külah gibi giydiren sahte kahramanları anlamaktır.”

Kaç nesildir, dedelerimizden beri... Bize Tanzimat nutukları dinletenler, “Batı tesirindeki Türk edebiyatı” diye abes bir sınıflandırma ile ‘yeni’ dediklerini göklere çıkarıp, ‘eskiyi’ yerenler, Tanzimat hayranlığıyla, daha doğrusu Batı hayranlığıyla resmî görüşü, (konjonktürü) belirleyip, tarih yazanlar, ders kitaplarını hazırlayanlar ‘susma haklarını’ mı kullanıyorlar? Nesillerdir bu nutukları atanlar; size gür bir itiraz var!.. Bu zamana kadar söylediklerinizle hesaplaşmak, yanıldığınızı kabul veya dediklerinizin doğruluğunu ispat etmek, iddiacıyı takdir etmek veya ona haddini bildirmek, kendi onurunuz için gerekli; bizim için değil…

Tanzimat’tan beri övülenlere “sahte kahraman” diyor; güçlülerin hor ve hakir gördüklerini göklere çıkarıyor!.. Yani nehri ters akıtmaya çalışıyor. Ne kadar kapasite lâzım böyle, herkesin önünde “selâm-topuk” baş eğdiği (konjonktür) ekselânslarına karşı çıkan birini anlatmak için, düşünün?.. Anlatmaktan geçtim, anlamak için…

“Şimdi en büyük dertlerimizden biri Türk tarihinin hâlâ tam mânâsıyla yazılamamış olması…” diyor ve gerçeklerin yazılabilmesi için, tarihçi olmadığı halde, en netameli (ve diğer konulara ayar verecek) meseleleri ele alarak geçmişe ve geleceğe ışık tutuyor. Sivil ve resmî kurum ve kuruluşların, kişilerin, anlayışların, anlayışsızlıkların değerlendirmesini yapıyor. Hatır gönül dinlemeden… ‘Şapka’ çıkarılmasından vaz geçtik, birilerinin hiç olmazsa, kendi haysiyetleri açısından, zevahiri kurtarmak için bir şeyler gevelemesi gerekmiyor mu?

İddiaları, tespitleri ve tezleri, şunlardır diye söylenip geçilecek cinsten değil; yanında veya karşısında olmak irade ve cesaretini göstermeden bahsedemezsiniz…

Öyle “rey sahibi” ki; değil hakkında bir tespitte bulunmak, her hangi bir yazısını okumak için bile rey sahibi olmak gerek…

“Ona ait yazı yazmak, ‘büyük bir cesaret işi’ olarak bilinmekte, eline kalemi alanlar ya sınırsız bir övgü veya azaplı bir susuş içindeydiler.” (Mustafa MİYASOĞLU)

Prof. Dr. Necmettin HACIEMİNOĞLU:

“İlhamından doğan her eser, bu dağdan püskürmüş lâvı andırıyordu. (…) Bu sebeple hakkında yazılanlar O’nu tanımayanlara mübalâğalı gibi gelecektir.”

Ne yaptığını bilmekte öyle yüksek şuur sahibi ki… Hem bal yapıyor, hem balı ve safhalarını izah ediyor. Yazdıklarının ve yaptıklarının ne ifade ettiğini biliyor. Ne kazanacağını ve kaybedeceğini; ne kazandıracağını ve kaybettireceğini biliyor. Meselâ açıklaması kitaplar dolduracak (Poetika)sı için şöyle diyor:

“Demek ki, ben, sadece şiir dokumakla kalmıyorum; Frenkçeden Türkçeleştirilmiş tabiriyle (Poetika)mı, şiir san’atı üzerindeki fikirlerimi de örgüleştirmiş bulunuyorum. Yaptığım işin değerini bilmem ama böyle bir işin şiir ananemizde şimdiye kadar mevcut olmadığını belirtmek hakkımdır.”

Yani nerdeyse size söyleyecek bir şey kalmıyor. Eserlerinin hepsi için durum aynı. Tiyatro yazıyorsa, tiyatronun; roman yazıyorsa romanın, hikâye yazıyorsa hikâyenin ne olduğunu söylüyor…

Muhakeme edilirken bile, süklüm püklüm değil, dimdik bir tavır ve sesle, hem esasa hem usule ait, başkasından duyulmayacak, uzmanları bile şaşırtacak tespitlerde bulunuyor ve başta hâkimler olmak üzere herkesi hem hayrette bırakıyor, hem düşündürüyor. Bir sahada söz söylüyorsa, hem o sahadaki eserleri ve eser sahiplerini, hem eser hakkında fikir söyleyenleri değerlendiriyor. Hamle yapıyorsa, merkeze hücum ediyor ve onikiden vuruyor:

“Bütün eserlerimi tamamlayıcı mahiyette” dediği İman ve İslâm Atlası’nın takdiminde; “Peteği dosdoğru çizdikten sonra onu en hâlis balla doldurmak… Asırlardır hakkiyle yapılabildiğini sanmadığım bu cehd üzerinde başarı derecemi, tam 45 yıldır Büyük Doğu teknesinde hamurunu yoğurmaya çalıştığım yeni iman ve İslâm nesli tayin edecektir.”

İdeolocya Örgüsü’nü, “(…) Bütün geçit ve kilit noktalarını gösterici ve dâvâyı temellendirici baş eseri…” olarak Doğu’ya remz, Batı’nın aradığını bulacağı eser; yani sadece bizim için değil, bütün dünyaya kurtuluş reçetesi olarak takdim ediyor. “Yeni iman ve İslâm neslini yoğurduğu tekne”, sadece milletini değil, Doğu’yu da, Batı’yı da kucaklamaktadır:

“Büyük Doğu, alem olduğu mefkûre çerçevesinde (senfonik) bir orkestra… (…) Her işi bırakıp bunu dinleyiniz. (…) Bu senfonya, Büyük Doğu’nun dünya görüşünden; ve bu dünya görüşü, sadece sâf ve gerçek İslâm ruhunun, dünü, bugünü ve yarını, hakları, hakikatleri ve tecrübeleriyle bütün Doğu ve Batı dünyasını kucaklamış olan dâvâsından ibarettir.”

Nasrettin Hoca, elinde saz; aynı sesi tıngırdatıp duruyor. Demişler bak âlem ne eserler icra ediyor… Sen hep aynı sestesin... Cevap, meselemize uygun… Onlar bu sesi arıyor; ben buldum… Üstat, Doğu’nun da Batı’nın da aradığını bulmuştur. Bizim reçetemiz, delik cebimizden ceketimizin astarına kaymıştır. Eserinin değerini de kendisi ifade etmek zorunda kalmış veya bırakılmıştır:

“Doğu bu senfonyada kurtuluşunun bestesini dinlesin; (…) Ve Batı, yine bu senfonyada en aziz dâvâsına kulak versin.”

Bu kadar iddialı olunca ve rahmetli Serdengeçti’nin dediği gibi “boşluk bırakmadı” ise biz ne söyleyeceğiz denebilir… Fakat, asıl böyle iddialar ve tezler karşısında konuşmak ve yazmak borç olmalı…

Demek ki asıl düşünen adamlar, her sahada onunla; yani kendileriyle, daha doğrusu bu zamana kadar söyledikleriyle hesaplaşmak zorundadırlar.

Bugün anlaşılmayı beklemiyor, mümkün de görmüyor. Zaten mühim de değildir:

“Garip geldik gideriz, rafa koy evi barkı!

Tek, dudaktan dudağa geçsin ölümsüz şarkı…”

Yarın nasıl olsa anlaşılacaktır:

“Doğar bir gün benim günüm,

Çoğu gitti, azı kaldı.

Kırk gün, kırk gece düğünüm,

Çoğu gitti, azı kaldı.”

Eğer dediği gibi “istikamet” üzere bir dâvâ adamı ise, kendimi kenarda tutar, hakkı ve hakkını teslim ederim olur biter de diyemezsiniz! Tarafınızı, hattâ beklediği nesilden olup olmadığınızı da belirtmeniz gerekir.

Yeni bir iman ve İslâm nesli yoğurmakla da yetinemez, “şiirinin cemiyetini inşa etmek” de üzerine borçtur… Bunu da şiir gibi ifade ediyor:

“…Beni fikre ve politikaya kaymış bulanlar, şiir yerine gücümü nelere harcadığımı görmekten midir, nedir,  kaba bir hükme vardılar: ‘Sabık şair! Şiirine yazık etti!’. Bunlar görmüyor ve anlamıyorlardı ki, benim fikir ve politika yoluyla gerçekleşmesi için, savaştığım şey, bizzat şiirimin muhtaç olduğu insan ve cemiyet iklimidir. Ben böyle bir iklimin inşâsı cehdine bağlıyım. Bizzat şiir anlayışım bunu gerektiriyor.”

Onun hakkında kitap yazmakta tereddüt edenler, “damla ummanı anlatamaz” diyor. Evet ama bir kanaat sahibi olunur, bir hükme varılır. Bunu söylersiniz! Siz anlamamış ve anlatamamış olsanız bile, onun ve eserlerinin anlaşılması için yeni bir bakış açısına, yeni bir usule vesile olmuş, yeni bir ufuk açmış olabilirsiniz. Çorbada tuzunuz olur ve bir hayra vesile olabilirsiniz.

Herkesin susmasının, hele kalem erbabının susmasının, cemiyete getirdiği zararı; pek çok sahada, eserde ve kişide görüyoruz. Bundan alacağımız dersle, bari bugünkünü, elimizde imkânlar varken değerlendirmeliyiz. En azından bulunduğumuz yerden, yöreden, cemiyetten, toplumdan, topluluktan, kültürden, karakterden, mizaçtan, zamandan, kapasiteden nasıl görüldüğünü göstermiş oluruz.

Yunus’tan, menkıbeler dışında bilgi olmaması ne acı… Zamanında yaşayan sıradan birinin onunla ilgili bir eseri ele geçse, bugün değerli belge olur. Meselâ Molla Kasım, bir sayfalık bir şey yazsaydı, ne büyük hizmette bulunmuş olurdu. Tarihe ve cemiyete damgasını vuran ve vuracak olan bir değerin zamanında yaşayanın sorumluluğu ve susmasının bir vebali olmalı.

Ayna tutarak güneş yansıtılabilir. Ayna tutulmasa da güneş, gölgeli yerleri de etkileyecektir. Demek ki asıl marifet aynada ve tutanda değil, güneşteymiş. Yansıtmasanız da olur; ama güneşsiz olmaz. Bir büyükten hatıra nakletmek de aynı. Siz nakletseniz de, nakletmeseniz de, ona bir fayda sağlayamazsınız. Sizin naklinize de, bahsetmenize de bağlı değildir onun değeri ve tesiri. Eğer doğru bir iş yapmışsanız, milletinize ve insanlığa hizmet etmiş olursunuz. Güneşi yaydınız, daha ne istiyorsunuz. Yanlış yapmışsanız, hatanızı bir düzelten çıkar ve o hatanın tekrarı önlenmiş olur. Çağında nasıl görüldüğüne bir örnek vermiş olursunuz, en azından… İlerde mutlaka yapılacak olanı siz, bugünden başlatmış olabilirsiniz, başlatanlara katılabilirsiniz.

Diyor ki:

“Fikirde, sanatta, anlayışta, anlatışta, buluşta, tutuşta, dağıtışta, toplayışta ve nihayet yaşanmaya değer hayatın ölçülerini billûrlaştırma işinde dünyanın en büyük adamı olmak isterdim; nefsim için değil, sırf O’nun ümmetinden en hakîr ferde düşen liyakat payını ve üstünlük derecesini göstermek için…”

Hayali bile sevap olacak, alkışlanmaya değecek böyle bir şeyin bir de hakikatine ulaştıysa, alkışlarsınız. Bu küçük işe karşılık, misliyle sevap verilenlerden olursunuz. Başaramadığını söylemişseniz, ya doğruyu belirtmişsinizdir, ya yanılmışsınızdır. Birisi sizin yanıldığınızı gösterir ve bir müzakere başlar.

Öyleyse, düşünen adamlar hiç değilse, arzusunu gerçekleştirip gerçekleştiremediğini söylemek mesuliyeti ile karşı karşıya!.. Dediği gibiyse, siz de küçük bir kitapla, yaşından fazla eserle kurulmuş, bütün dünyanın dinlediği orkestraya meccanen dâhil olursunuz; ne devlet…

“Bayram yerlerinde çocukların kâğıt ve kursaktan düdüklerle cızırdattığı cümbüş derekesindeki bir buçuk asırlık fikir hayatımızı, kemanından davuluna kadar en haysiyetli ses manzumesinin âletlerine ve terkip vahdetine kavuşturmak dâvâsındayız.” diyor. Karşı olsanız bile başarılmasını istemez misiniz? Ve herkesi; herkesin akıl edemeyeceği, akıl etse cesaret edemeyeceği, cesaret etse dışa vuramayacağı iki tercihten birini seçmek durumunda bırakıyor:

“Eğer bu dâvâyı bütünleştirebiliyorsak, bizi ayakta ve saygıyla dinleyiniz; iddiamıza rağmen maskaralaştırıyorsak, maskaraların âkıbetine mahkûm ediniz.”

Maskaralaşmayı göze aldığına göre, anlaşılsa ayakta ve saygıyla dinleneceğinden emin… Fikir haysiyeti, bunu duymamış gibi yapamaz. Ya maskaralaştırıyorsun demek, ya ayakta alkışlamak... Herkes,  bu ikisinden –en azından kalem erbabı– birini seçmek durumunda...

İşin içine gömüldükçe çetinliği daha çok gördüm ve zaman zaman, bütün çalışmalarımı bir tuşa basıp berhava etmek istedim. Yunus’un; “Bir dem gelir şâdi olur, bir dem gelir giryan olur” diye ifade ettiği gibi, ‘söyleyecek bir çift sözüm var’ ümidi ve buldum sevinciyle şâd olmak ve ‘şunu ne güzel söylemiş, şu ne kadar doğru’ diye alıntılar yapmaktan başka elimden ne gelir giryanı ile yerlere gark olmak arasında perişan oldum…

Nasıl bugün Yunus Emre’yi kendisinden öncesi ve kendisinden sonrası farklı şairimiz olarak değerlendirmek yadırganmıyorsa; –devrinde kaç kişi idrak etti acaba?– bir gün Necip Fazıl için aynı tespit yapılacak. O zaman, bu hususta, karıncanın taşıdığı su kadarcık bir faaliyetin bile değeri takdir edilecek.

Nihayet uzun zamandır düşündüğüm, şahit olduklarımdan hareketle şiirin ve büyük şairin milleti için değerine işaret ederek başlamak ve Yunus’a bu zamandan bakıp, Üstad için yarın milletimizin takınacağı tavrı görmeye çalışmak limanına, hakkında bir şeyler söylemeye cesaret ettiğim zatın yüzü suyu hürmetine, Allah’ın ihsanını ümit ederek, sığındım. Ve onun sözü rotamı çizdi:

“İnsanlık, kitabın mukaddes vasıta olmak haysiyetini dinlerden öğrendi. Bugüne kadar da hiç unutmadı. Kitap mefhumunun bir ucunda Allah, öbür ucunda da sonsuzluk var. İnsanoğlunun ebedlerce fethede ede bitiremeyeceği sonsuzluk… (…) Kitap yazın, kitap!”

Zorluktan yılıp, kolaycılığa sığınmak olmaz!..

Onu tanımak ve tanıtmak iddiasında değil, onun hakkında düşünmek ve düşündürmek gayretindeyim. Tarihçiler, yüz seneye kadar tarihin kurşunkalemle yazılmış olacağını; gerçek tarihin, yüz sene geçtikten sonra yazılabileceğini, yazılmaya başlanabileceğini; ancak o zaman objektif olunabileceğini, toplumun ancak o zaman tarafsız olabileceğini söyler.

Onun hakkında asıl değerlendirmeler de, gittikçe artarak, ilerde yapılabilecek. Eserleri üzerinde araştırmalar, tezler, şerhler yazılacak; müzakereler yapılacak, kelimelerine varana kadar mercek altına alınacak. Eserlerinden ilhamlarla kanunlar çıkarılacak.

“Yümn-i natünden güher olmış Fuzûlî sözleri

Ebr-i nîsândan dönen tek lü’lü-i şehvâra su”

Nisan yağmurunun inciye dönüşmesi gibi, (Senin) naatini söylediği için Fuzulî’nin (fuzuli) sözleri (âdetâ) mücevher oldu. 

Ümit ederim ki!.. “Beni de Allah ve Resul aşkının yanık bir örneği ve ardından bir takım sesler bırakmış divanesi olarak arada bir hatırlayınız!” diyen, “masum Anadolu’nun saf çocuğu”ndan, o büyük mütefekkirden, “Beklenen Sanatkâr”dan bahsedildiği için, şu küçük gayretim bir nebze kıymet kazanır, sürç-i lisanlarım ve hatalarım affolur.


Bu yazıya yorum ekleyin

Adınız
E-posta Adresiniz
Yorumunuz
 

CAPTCHA


Resimdeki rakamları bu alana yazınız


Eklenen Yorumlar


Henız yorum bırakılmadı...
 
Deniz kabarıyor... - Sayı 119
Dünya kralı... - Sayı 118
Olayların akışı her şeyi ... - Sayı 118
Toplulukları idare etme h... - Sayı 118
Tüm Yazıları

ASKIDA ABONELİK: Siz de "askıda abonelik kampanyası"na destek olmak ister misiniz?

Gelecek sayının konusu (120):
Doğumunun 120. yılında Üstat Necip Fazıl Kısakürek...

Son Eklenen Yorumlardan
 bosch professional gop 185-liBeylikler dönemini hatırlayalım, birbirlerine karşı üstünlük mücadelesi... Feyzi

 "Yürü kardeşim,Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin."Sen ve senin gibi şuurlu insanların sayıları bereke... Nilüfer Mihailoğlu

 Yüreğinize kaleminize sağlık kıymetli hocam. Allah hayırlı sağlıklı uzun ömürler versin.... Faruk AKTI

 kantarın topu olacak efendim ... Esra

  Gönlü klabi temiz abim kalemine sağlık başarılarının devamını diliyorum sevgiler saygılar ... Serkan yakar


Emanet gazete isteyen, “bakabilir miyim?” diyor; “okuyabilir miyim” değil… Demek okunması gereken gazeteler, bakılır duruma düşmüş; yani albüm olmuş… Hem de (görmeyen gözlere yazıklar olsun) “fuhş albümü”…
Ortada bir basın olmadığına göre, neyin krizinden söz ediyorlar?..
Kardelen: Sayı 1, Temmuz 1993
Kasem olsun!
Bir tufanın ardından: Filistin
Soykırım, Antisemitizm ve Filistin Üçgen
Deniz kabarıyor
Gazze günlüğü
Deniz kabarıyor
Kudüs... Ey Kudüs
Zeytin dalları altından meydan okuyuş
Fatih Sultan Mehmet (4)


Yavuz Sert - Bir tufanın ardından...
Yavuz Sert - Gazze biz ne öğretti...
Ali Erdal - Deniz kabarıyor
Kadir Bayrak - Vah benim halime!
Necip Fazıl Kısakürek - İç ve dış düşman – Y...
Bedran Yoldaş - Elinde taş küçük çoc...
Bedran Yoldaş - Zevâli yakındır zulm...
Ekrem Yılmaz - Kazandım vallahi!
Ekrem Yılmaz - Bitti kelimelerim
Ekrem Yılmaz - Mektup
Dergi Editörü - Üstün fikir
Site Editörü - Sosyal medyanın gücü
Necdet Uçak - Dünya malı
Necdet Uçak - Geldi geçti ömrüm be...
Kardelen Dergisi - Kardelenden haberler
M. Nihat Malkoç - Soykırım, Antisemiti...
M. Nihat Malkoç - Gazze günlüğü
Hızır İrfan Önder - Kasem olsun!
Zaimoğlu - Batı muradına erebil...
Mehmet Balcı - Köyüme gömün
Mehmet Balcı - Sevdam
Muhsin Hamdi Alkış - İsrail-SAMİRİ-oğulla...
İbrahim Şaşma - Kudüs Mektubu
Halis Arlıoğlu - Merhum Mehmet Akif i...
Murat Yaramaz - Hiç
İlkay Coşkun - Filistin
Zafer Nefer - Tas tarak
Özkan Aydoğan - Çocuk
İlknur Eskioğlu - Şehitlik oyunu
Yusuf Çelikler - Bu gidiş nereye?
Ayşe Yaz - Yağmur (Gazzenin çoc...
Bedir Acar - ‘İsrail bizi yenemez...
Hüma Sunguroğlu - Çınarın gölgesinde o...
Hüma Sunguroğlu - Zeytin dalları altın...
Abdullah Doğulu - Filistinde anne-çocu...
 
 
23 Mart 2005 tarihinden beri
 Ziyaretçi Sayısı Toplam : 13169237
 Bugün : 3245
 Tekil Ziyaretçi Sayısı Toplam : 605222
 Bugün : 263
 Tekil Ziyaretçi Sayısı (dün) Toplam : 398
 119. Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 4
 Önceki Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 6
Son Güncelleme: 21 Şubat 2024
Künye | Abonelik | İletişim