Mülâkat-105 İlkay Coşkun Sayı:
105 -
SORU:
“Eğitimimiz nasıl bir insan yetiştirmek istiyor? Bu yolda bir “İNSAN PLÂNI” var mı? Aile bu plâna göre kurulmuş ve yetiştirilmiş mi? Okul ona göre nizamlanmış ve donatılmış; müfredat ona göre hazırlanmış ve plânlanmış; öğretmen ona göre yetiştirilmiş; “okuma kitabı” başta bütün ders kitapları ona göre yazılmış mı? Eğitimimizin inançla, azimle ve istikrarla uyguladığı bir “İNSAN PLÂNI” var mı?”
Eğitimci Yazar Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ
−Eğitimimizin nasıl insan yetiştirdiği meselesi, farklı zaviyelerden bakılarak cevaplandırılması gereken bir konudur. Evvelâ, “millî” kavramıyla tavsif edilen eğitim sistemimizin öngördüğü insanın bu kavramın münderecatına muvafık olması gerekir. Madem eğitim millî ise, yetişecek olan insanın da evvelemirde millî olması iktiza eder. Ne demek millî insan? Kendi değerlerine bağlı insan. Dili, kültürü, tarih bilinci ve vatan sevgisiyle millî kimliğe ve karaktere sahip insan.
Peki, bu gerçekleşiyor mu? Maalesef tasavvur edildiği şekliyle geliştiği söylenemez. Dil üzerinden gelişen politikalar, düşünceyi ve eğitimi de etkiledi. Zihnen dağınık, dolayısıyla kimlik ve kişilikte de farklı evrenlere sahip olan insanlar yetişti. Aynı mahallede, aynı sokakta ve hattâ aynı ailede yetişip de farklı dünya tasavvurlarına sahip olan, hattâ birbirini ötekileştiren, tahkir eden insanların yetiştiği aşikâr… Buna merhum Şerif Mardin “mahalle” kavramıyla açıklık getirmek istemişti. Aynı çatı altında farklı zihne sahip olan insanlar, farklı mahallelerin mensubu olarak sosyolojik bir görüntü sundular. Aynı çatı altında, ama farklı diller kullanıyor… Okuduğu, beslendiği kaynaklar farklılaştı. Bu farklılık da eğer iyi yönetilse bir rahmet olabilir. Elbette içinde yaşadığımız zaman dilimi itibariyle, bilgiye erişimdeki kolaylık, seyahat imkânının çoğalması ve yayın çeşitlerinin artması bu farklılaşmayı besleyen faktörlerdendir. Eğer bu farklılık, mahalle zenginliği iyi yönetilebilse yani tahakküm edici, yok edici ve dışlayıcı dil yerine millî menfaatler etrafında buluşturucu bir dil ve düşünce zemini oluşsa bir rahmete vesile olacaktır. Bu rahmet, kendi değerlerine bağlı, ama dünyanın farklı fikirlerine de açık, hattâ o düşüncelere yön veren bir olgunluğa sebebiyet verecektir. Ama bunu gerçekleştirecek bir dil kuramadık.
Şunu demek istiyorum: Tanzimat’tan itibaren toplumda ikame edilen ayrıştırıcı ve ötekileştirici dil eğitimi de etkisi altına aldı… Netice de eğitim politikaları, o politikaları oluşturan güçlerin mücadelesi içerisinde varlık kazandı. Herkes kendi mahallelerine uygun birer millî karakterli eğitim politikası etrafında buluştular. Oysa millet olmak, ortak metinler etrafında kimlik inşa etmekle mümkündür. Diğer bir ifadeyle, aynı türküyü birlikte söyleyebilmektir. Bunu tam olarak gerçekleştirdiğimizi söylemek isterdim… Lâkin söyleyemiyorum.
Eğitime dönük yatırımlar, bütçenin büyük bir bölümüne sahip… Doğrusu da budur. Fakat bunca yatırıma rağmen, gerçek anlamda bir “millî eğitim politikası” inşa edebildiğimizi söyleyemiyorum. Daha çok tercümeler üzerinden devam eden müfredat belirleme çabaları, başlangıcından itibaren “muasır medeniyet” olarak tanımlanan kültürlere entegre olma gayretinin içerisinde “taklitçi çabalar” olarak kaldı. Kendi millî tarihi ve tecrübesini yok sayan taklitçi sistem arayışları, millî politikalar üretme hususunda ayak bağı olmuştur. Kendimiz olamadık… Taklit ettiğimiz “şey” de olamadık. Bu üzücü bir tespit, ama gerçek böyle. Bununla birlikte son yıllarda eğitim tarihi alanında yapılan çalışmalar, bilim tarihine dönük tespitler, edebî metinlerin neşri gibi akademik faaliyetler kendi tarihimize ve tecrübemize de bakalım fikrini tetikledi. Umarım bu gayretler, zaman içinde telif edici politikaların oluşmasını temin eder.
Nasıl bir insan tasavvuru? Bu soru önemli… Evvelemirde kendi tarihine yabancı olmayan, dilini ve içinden geldiği kültürü seven, değerlerini yaşamasa bile önemseyen ama bunu yaparken dünyaya gözlerini kapatmayan, oradaki gelişmeleri de takip ederek bir senteze ulaşan insan. Bizim bu insanı yetiştirme görevimiz var. Aksi takdirde, Meşrutiyetten itibaren âdetâ ayrık otları gibi eğitim ve kültür hayatımız içinde varlık göstermeye çalışan “yenik aydın” tipi, yani kendi tarihine yabancı ve kendi kültürel kodlarına oryantalist bakarak yok sayan, faziletin kaynağını sadece taklit ettiği kültürlerde arayan tiplerin hegemonyası devam eder. Bu tip, senelerce âdetâ bir koro gibi, “bizde sanat yok”, “bizde bilim yok”, “bizde eğitim hiç olmadı”, “bizim felsefemiz yok”, “zaten Türkçe de çok yetersiz” gibi cümlelerle bu topraklarda özgün düşüncenin, sanatın ve bilginin oluşmasına mani olmuştur. Bu aşağılık duygusundan kurtulmuş, kendi hakikatiyle buluşmuş, dünyayı bu hakikat penceresinden anlamaya çalışan insanı yetiştirecek olan bir eğitim… İşte “millî eğitim” o vakit gerçek anlamda mahiyetine kavuşacaktır.
Şair Yazar Dergi Editörü Selim TUNÇBİLEK
−Öncelikle eğitim odaklı İnsan sorununu ele almanın ne denli çetin bir iş olduğunu belirtmek gerekir. Çetinlik eğitimden değil sanırım insanın fıtratından ve yaratılış gayesinden kaynaklı temel bir yaklaşım sorunu. Ele aldığınız bu temel sorunu sadece eğitim bağlamında değil pek çok alanda yansımalarını görmek mümkündür. Sosyolojik alanda insanın bir arada yaşama alışkanlıklarındaki temel sorunlardan tutun da, insan din ve Tanrı ilişkisine, insanın kendisi ile olan ilişkiden bakarak, aile ve çevre, doğa ile ilişkisinden pek çok sahada insanın arzulananla olması gereken ideal arasındaki uçurum, her geçen gün sanki daha da derinlik kazanmaktaymış gibi gözüküyor bana.
İnsanın “arzulanan insan” olması bu günün sorunu değil. İnsanlık ve medeniyet tarihinin ilgisini de çeken çok genel bir problem. O halde öncelikli olarak insanı anlamak gerekiyor ve onun ihtiyaçlarının neler olduğunu belirlemek gerekiyor ki bu ihtiyaçların giderilmesi konusunda eğitimin konularının tespitine yönelik bir takım önerilerde bulunabilelim ve teklifler, düşünceler ileri sürebilelim.
Çeşitli kutsal metinlerden biliyoruz ki ilk insanın temel sorunları ile bugünün insanının sorunları aynı değil. Paleolitik çağın insanının ihtiyaçları ile Neoletik çağın insanının sorunları ve ihtiyaçları hiçbir zaman aynı olmadı. Orta çağın insan ihtiyaçları çok farklı ve çeşitliyken, bu günün insanının ihtiyaçları o dönemle asla benzerlik göstermediğini görebiliriz. Bunlar benzer olsa bile öncelik sırası hep değişkenlik göstermiştir. Bu çerçevede “eğitimi” insan ihtiyaçlarını gidermede ve onun daha mutlu bir yaratılmış olmasını sağlamada aracı, emare olarak görüyorsak bu konu üzerine çok ciddi düşünmek gerekir.
İnsan her şeyden önce plânlanabilir, programlanabilir bir varlık mıdır? Benim buna ilişkin ciddi kuşkularım var. Kirlenmiş insanı hiçbir tapınakta; buna eğitim kurumları da dâhil, eğitimle veya öğretimle arındıramayız.
Zira önemli bulduğum bir İslam düşünürü şuna benzer bir cümle kurmuş: “düşünmeyi engelleyen her şey şeytandandır.” O halde bu cümleyi doğru kabul edersek; insanı düşünmeden alıkoymak, onu şeytanla ilişkilendirmek anlamı çıkıyor. Belki de kutsal metinlerde düşünme ve aklı kullanma konusundaki ikazlar da bu sebeple yapılıyor. İnsan aklını kullansın da şeytana uymasın diye… Yani eğitimin amacı “Rahmani” olanla ilişkilenecekse onu hangi “Rahmani” olan üzerinden gerçekleştireceğiz? Rahmani olanın tarihi; dinler tarihi ile ve insanlık tarihi ile doğrudan örtüşür. Yani eğitimin asıl amacının açıkçası insanda düşünme melekesini geliştirmek olması çıkarımını yapmak buradan hareketle bir zorunluluk gibi gözüküyor. Zannımca insan fıtratı da yaratıcısı tarafından düşünme merkezli oluşturulmuş ki eşrefi mahlûkat olması da bundan ötürü kendisine verilmiş. Fıtratımız bilmek, öğrenmek ve idrak etmek üzerine inşa edilmişse hayatta “bilmenin” yöntemi eğitim ve öğretme ile geliştirilmiştir ve çeşitlendirilmiştir diyebiliriz. Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu denilmesinin anlamlı olmasına da vurgunun temelinin bu olduğunu hatırlamalıyız.
Bilmek nasıl tezahür eder? “Bilinmek isteyenin” bilinmesi asıl gaye ise insan denilen yaratık bilmeyi nasıl öğrenir? “Kendini bilen Rabbini bilirse”, kendimizi bilmek nasıl olur? Kendimiz bilme erdemini nasıl kazanırız? İnsan denilen meçhulün keşfinde uzun mesafeler alınmış olsa da keşfi henüz bitmiş değil. Beynin bazı aksamlarının çözülmüş olması insana dair her şeyin çözüldüğü anlamı taşımaz. İnsan beyinden ibaret değil ve insan beyni bana göre; vicdanla da kuvvetli bağı olduğundan saflığın, iyiliğin temsilcisi sadece. Düşünsenize kapalı, karanlık, sesten ve ışıktan arındırılmış ortamda, başka organların gönderilerine inanmaktan başka seçeneği olmayan bir yapısı var beynimizin. Diğer organlar ne derse ona inanıyor ve kendini ona göre biçimliyor, yönlendiriyor ve programlıyor. O halde beyni yanıltmak pekâlâ mümkün. Belki bu nedenle de “Akıl şaşar.” Demişiz. Sonuç olarak hangi amaç uğruna eğitirseniz eğitin insanın bir aygıt içinde görev ve işlevleri konusunda takibi sorduğunuz sorular açısından da takibini, güdülemeyi kaçınılmaz kılar. O da güdümlü bir insan yaratır. O vakitte bütün bir insanlık polislerin eline düşmüş ABD’li zavallı zenci insan gibi kendini nefessiz kalmış hissedebilir.
Söylediğiniz gibi tutum ve yaklaşım geliştiren toplumlar, devletler gruplar tarihte olduğu gibi günümüzde de hep olagelmiştir. İnsanlığın çoğunluğu bu topluluklar, devletler, gruplar içinde nefessiz kaldıklarını anlamış olmalılar ki oralardan hep kaçmışlar kendilerini daha anlamlı hissettikleri yerlerde yaşamaya sığınmışlar. İnsanın ve hayatın doğal ortamlarda daha nitelikli hale geldiği, doğal nefes aldığı yerde her canlının barınmaya devam ederek varlığını koruduğunu asla unutmamalıyız.
Bu günkü sorunlarımızın aslında dünkü yetersiz çözümlerimizden kalanlar olduğunu unutursak yarın da o problemlerle boğuşmak zorunda kalırız. İnsanı eğitmede ve yetiştirmede kalıcı çözüm üretmek neredeyse imkânsız. Yine de şeytanın tuzağından korunmak için ümitsiz olmamak lazım gelir vesselam.
Eğitimci Yazar Dergi Editörü Ahmet DOĞRU
−Öncelikle eğitim konusuna değindiğiniz için, sonra da eğitimin can damarı olan hedefi sorguladığınız için çok teşekkür ediyorum. Yirmi yıllık eğitimci olarak diyebilirim ki elbette eğitimimizin belli bir hedefi, bir “insan plânı” var. Biz de ilginç bir inanış var: hedefi ne kadar yüksek tutarsak o kadar iyi… Böylelikle en yükseği yakalayamasak da ideale yakın bir yere yaklaşırız gibi tuhaf bir inanış. Biraz bundan olsa gerek, biraz üç asra varan “doğu batı” karmaşamızdan, biraz da çağın dayattığı düşünce yapısında olsa gerek hedefimiz gerçeklerle örtüşemedi bir türlü. Hâlâ “ideal insan” konusunda kafamız karışık. Evrensel yasaların dayattığı vergisini veren kurallara uyan bir çağdaş insan mı ideal olan, millî değerlerin dayattığı ülkesini seven, canını veren bir vatandaş mı ideal olan, dini bütün namazında niyazında bir Müslüman mı ideal olan… Bu üçünü de farklı normlarla destekliyoruz da bir türlü üçünü sentezleyemiyoruz. Yani batılı, millî ve dinî kimliği bünyesinde taşıyan Asım, hâlâ Akif’in ideali olarak duruyor fakat vücut bulamıyor. Aile de öğretmen de bu karmaşada… Her aile ve her öğretmen bu üç unsuru sentezleyemiyor; ya batılı ya milliyetçi ya da dindar bir kimlikle çıkıyor karşımıza. Dolayısıyla ortaya konan hedef de buna göre yorumlanıyor. Dahası yapılmak istenilen bu üç anlayışı birleştiremiyorsa havada kalıyor.
Eğitimin soyut ve somut hedefleri bu ideal insana göre düzenleniyor. Soyut diye nitelediğimiz “millî insan” üçlü bir karmaşa içinde boğulurken somut diye niteleyeceğimiz “meslek sahibi insan” daha fazla çabayı, daha fazla ilgiyi, daha fazla özeni… görüyor. Aile de öğretmen de okul da bu somut “meslek sahibi insan” için kolları sıvamış gözüküyor. İyi bir meslek sahibi yapmak hâlihazırda herkesin omuz verdiği bir insan plânı olarak karşımızda. Eskiler “ilim irfan bir arada olmalı” derdi. İlim sayılacak bilgi, bilim, meslek… konusu istikrarla devam ediyor fakat irfan konusunda hâlâ yerinde sayıyor. Batılı tarzdaki bilme bir irfan bulmuş değiliz. Eski ilmin irfanı da batılı bilimle çatışıyor. Üç asrı geçen eğitim maceramız arayışını sürdürüyor diye düşünüyorum. Azimle, istikrarla bilgili insan için çabamız var; inançlı kültürlü insan için ise karmaşa sürüyor.
Eğitimci Yazar Mustafa UÇURUM
−Millî Eğitimimizin temel kanunu “insan yetiştirme” üzerine kurulmuş bir sisteme sahip. Dün de böyleydi bu bugün de böyle. Okuyan, yazan, araştıran ve kendini ifade eden bir insan tipinin topluma kazandırılması gibi bir hedef var. Ama sadece hedef.
Ne yazık ki yarınlara kendini yetiştirmiş gençler kazandırmamız için söylenen her söz sadece kâğıt üzerinde ve projelerde kalıyor. Herkes kitap okusun, yorum yapsın, birden çok probleme vakıf olarak soruların ve sorunların üzerine gitsin isteniyor. Bütün bunların ardından çocukların önüne şıklarla çıkınca sistem bir anda çöküyor. Kurulan bütün iyi niyet cümlelerin üzerini test kitapları kapatıyor.
Yeni kütüphanelerin açılması, okullarda sürekli okur–yazar etkinlikleri yapılması, kültürel faaliyetlere sıklıkla yer verilmesi elbette takdire şayan ama sınav sistemi gibi bir durum olduğu müddetçe okumaya ve kendini geliştirmeye dair her şey sis perdesinin içinde kayboluyor.
Kendini tanıyan ve ifade eden insana dair ders kitapları hazırlanıyor ama bu kitaplar test kitaplarının gölgesinde geri dönüşüme gideceği günü bekliyor.
Okul– aile– toplum elbirliği ile iyi ve faydalı insan yetiştirmek istiyor ama ortaya çıkan profil çok net; en iyi soru çözen en başarılıdır.
Sınav sistemi cenderesinden kurtulmadan insan yetiştirme plânımız da hep başka bir bahara kalacak.
Eğitimci Yazar Yusuf BAL
−Eğitim insanî değerleri gelişmiş, bilgili, ailesine, topluma karşı vefalı bireyler yetiştirmeyi hedeflemektedir. İnsan doğar doğmaz öğrenmeye başladığı için eğitim en önce ailede başlar. Sadece aile olarak, toplum ve çevre olarak evlâdımıza Allah korkusunu, vatan sevgisini, toplumun değerlerine saygı duymayı öğretemiyorsak öğrettiğimiz fiziğin, matematiğin de anlamı yoktur. İnsanî değerleri eksik nice eğitimli kişilerin teknolojinin imkânlarını da kullanarak dünyaya ne büyük yıkım getirdiğinin en büyük şahidi değil mi bunca ölüm ve katliam. Bu ülkede her on yılda darbe yapanlar, 15 Temmuz’da bu milletin başına bomba yağdıran insanlar eğitimsiz değildi. Yine 1980’li yıllardan beri bu milletin kanını emen terör örgütünün lideri hukuk fakültesi ve siyasal bilgiler fakültesinde eğitim görmedi mi? Bir bireyin sadece bilgisini artırmak onu insanî olarak geliştirmek anlamına gelmiyor. Vicdan olmadan, kalp olmadan akıl tek başına bu toplumun devası değil. O halde toplum olarak bilgimizi arttırdığımız kadar ruhumuzu da eğitmek gerekmez mi?
Teknoloji ile bu kadar iç içe olmadığımız, büyük aile olarak yaşadığımız dönemlerde çocuklar için en önemli rol model aile fertlerinin kendisiydi. Şefkati ile anne, çalışkanlığı ile baba, merhameti ile nine çocuğun ilk eğitmenleriydi. Ailenin dışında örneğin yere düşmüş ekmek parçasını alıp duvara koyan ihtiyar amca, sokakta oynayan çocuğa ekmeğin değerini öğretiyordu. Şehirler, sokaklar, binalar ve çevre değişti. Bir yandan çekirdek aile modeline geçişimiz, bir yandan da çocukların eline verdiğimiz dijital oyuncaklar onları her geçen gün büyük aileden daha çok uzaklaştırdı. Aile fertleri, akraba ve toplum ile olan bağlar eskisi kadar güçlü değil. Daha bencil, daha duyarsız bir nesil hayata merhaba diyor. Çocuğun gelişiminde 1–4 yaş arası önemlidir. Televizyon dizileri, reklâmlar, dijital ortamdaki oyun karakterleri çocuğun insanî gelişimine saldırmakta. İki yaşındaki bir bebek rol model olarak artık kendisine sevgi ile davranan dedesini, başarılarıyla örnek olan amcasını göremiyor. Büyüyüp genç yaşta İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet’i öğrenmeden yıllar önce televizyonlarda insanların ahlâksız insanlıktan nasip almamış hareketlerini görüyor. Sosyal medyada, video kanallarında kendine yarardan çok zarar veren içeriklerle karşı karşıya kalıyor. Durum bu iken eğitim sistemimizde insan plânına hiçbir zaman olmadığı kadar ihtiyaç var. Değerler eğitiminde örneğin dürüstlük kavramını çocuğa yerleştirmek için bir görsel bir slayt gösterisi yetmiyor. Öğrencilerimize eğitimlerinin ilk yıllarında ne kadar çok bilgi yükleyeceğimizin hesabını yapmak kadar iyi insan olmayı öğretmeye, dinimizi, dilimizi, kültürel değerlerimizi, kim olduğumuzu, geçmişimizi daha iyi öğretmeye yönelik politika geliştirmeye daha çok ihtiyacımız var. Örgün eğitim sürecinde insan plânını müfredat değil de direk olarak öğretmenlerimizin kendisi yönetmeye çalışmaktadır. Öğretmenlerimiz elinden geldiği kadar en iyisini yapmaya çalışmakta ancak devlet politikası (burada yönetim ve müfredat anlamına geliyor), aile ve çevrenin desteği olmadan sonuç alabilmemiz çok zor. İnsanlık kalp ve vicdan işi olduğu için okullarda yapılan dinî eğitimin kültürel bilgi aktarmaktan çok Allah’ın varlığını delilleri ile öğrenciye hissettirebilecek şekilde tasarlanması önemli.
Eğitimle ilgili en küçük ayrıntıları bile iyi plânlamamız lazım. Ayrıntı konusunda çok basit örnek verecek olursam meselâ zil sesi. Millî Eğitim Bakanlığımızın tüm okullarda çalınması için belirlediği zil müziğinin çocukların bilinçaltına ne tür katkı sağladığı belirlendi mi? Okullarda her gün günde en az 10 kez çalan bu müzik psikoloji açısından incelendi mi? Bazen ezan sesinden etkilenip Müslüman olan insanların haberlerini okuyoruz. Demek ki ses ve musiki önemli. Bilim adamalarımız, eğitim kuramcılarımız ve özelikle eğitim yöneticilerimiz eğitimle ilgili atacakları her adımda yetiştirdiğimiz neslin insanî gelişimini de göz önünde bulundurmalı. İdealleri olan, ailesine ve topluma karşı sorumluluğunu bilen, kendine güvenen bir nesil yetiştirmek öncelikli hedefimiz olmalı.
Sorunuzla daha çok bu günkü eğitim sistemini sorgulamakta. Bu yüzden insan plânının eğitimden beklentisi ne olabilirin genel bir fotoğrafını sunduktan sonra kısa bir cevap olarak şunu söylemek isterim öğretmenlerin kendi kendilerine inisiyatif alıp akademik takvimi yetiştirmekten ziyade insan yetiştirmeye odaklanmasını saymazsak eğitim sistemimiz içine konulmuş insan plânı yok. Cumhuriyet kurulduğunda Avrupaî bir eğitim modelini hedefledik, tarihimizi, geçmişimizi hatırlatmaktan çok unutmayı önceledik. Her hükümet değişiminde, her bakan değişiminde denemeler yaptık ama hiçbir denemenin sonuçları analiz edilerek daha iyi modellere geçemedik. Belki de denemeler yapmak yerine her fırsatta övündüğümüz bin yıllık devlet geleneğinden yararlanmak daha akıllıca olacaktı. İnsan plânı konusunda eğitimcilerimize ve toplumumuzun değerlerine güvenmek dışında sisteme dâhil ettiğimiz etkin bir yönetim sistemi olamadı. Sadece eğitim sistemi değil, ekonomik koşullar, insanın hayat algısı, bireyin beklentileri, daha büyük çerçevede şartlar doğaçlama gelişti. Daha ilkokul birinci sınıftan itibaren elbirliği yapıp öğrencileri yarış atlarına çevirmekteyiz. Bunun nedeni sadece okul çevresi değil tabii. Bir üniversite öğrencisi okulu bitirdiğinde ne yapacağını bilmiyorsa, iş kaygısını taşıyorsa, mezuniyet alanıyla ilgili çalışamıyorsa, mezun olan öğrencilere Kamu Personel Seçme Sınavında (KPSS) kendi alanı ile ilgili soru soramıyorsak, öğrenciye farkında olmadan güvensizlik duygusunu da aşılamıyor muyuz? Eğitimin daha erken evrelerinden örnek vermek gerekirse, ilkokul öğrencisi kendisine verilen ödevi anne–babasına yaptırıp öğretmenine kendisi yapmış gibi sunduğunda aslında kendi işini başkasına yaptırmayı ve başkasını aldatmaya çalışmanın normal bir davranış (aslında kendini) olduğunu öğrenmiyor mu? Bunların dışında bazı etkinliklerde olumlu kazanımları hedeflerken bazen farkında olmadan arka plânda öğrencilere şu mesajı veriyoruz; dünyada her şey sınırsız. Ailen sana yardım etmek ve itaat etmek zorunda. Tüketim senin en doğal hakkın. Oysa tüketimden öğrenciyi çok küçük yaşlardan itibaren üretime yönlendirebilecek etkinliklere ağırlık vermemiz öğrencinin emeğe olan saygısını artıracaktır.
Okulların fiziki imkânlarına gelince, dev bütçelerle yeni okullarımız yapılıyor, parasal olarak hiçbir şey esirgenmiyor ama özellikle tip projelerde bir şeyler eksik. En basitinden boş arazide, 3 tarafı açık olsa bile yeni yapılan 24 derslik ve üzeri çoğu okul binasın içi karanlık. Aydınlık da insanî plâna dâhil olduğu gibi mühendisin gün ışığını plânlaması da, yöneticinin karar vermesi de insanî plâna dâhil. Fatih Projesi ile tüm lise ve ortaokul binalarına etkileşimli tahtalar kurularak eğitimin teknolojik altyapısı muhteşem hale getirildi. Ancak halen sistemsel olarak insan plânı akademik takvimin önünde değil.
Eğitimci Yazar Rukiye TOY
−Eğitim; bireyde olumlu davranış değişikliği meydana getirmesi beklenen bir süreçtir. Bu yolda bireyin kendini gerçekleştirmesine imkân hazırlayarak insan ilişkilerini, vatandaşlık vazifelerini, ekonomik durumunu, millî ve manevî değerlerini geliştirmektir. Özetle eğitimin amacı; bilgi ve beceriyle donatılmış, ahlâklı, yetiştiği topluma faydalı ve iyi karakterli bireyler yetiştirmektir. Millî Eğitim Bakanlığı, Temel Eğitim Kanunu, millî eğitimin temel ve özel amaçları ile bireyin yetişme sürecinde hem iyi bir insan hem iyi bir yurttaş hem de alanında genel ve özel olarak yetişmiş bir vatandaş olmasını hedeflemektedir. Bu kanunları düzenlerken kişinin hem kendisi hem ailesi hem de yaşadığı ülkeye karşı sorumluluklarını hatırlatmaktadır. Bu insan plânında; bireyi yetiştiren ailede bu tür bir eğitim alt yapısında yetişmiş olduğundan, bireyin yetişmesinde rol oynamakta; öğrencinin okula gidiş–geliş, kırtasiye ihtiyacı, psikososyal eksikleri, hâl ve hareketleri, konuşma vb. unsura eşlik ve örneklik teşkil etmektedir. Aile ne kadar bilinçli ve eğitimli olursa eğitim ve öğretim aşamasında okulun üzerine düşen vazifeler azalmaktadır.
Eğitim sürecinin temel binası olan okul ise; evde öğrendiklerini sosyal hayata geçirmesini sağlayacağı bir ortam olarak devlet tarafından bireye sunulmaktadır. Eğitim bir süreçtir ve sadece okulda da olmayacağı açıktır. Bireyin eğitim sürecini dolu dolu geçirmesini sağlayacak ve onun ihtiyaçlarını karşılayacak okul ortamı devlet tarafından sağlanmıştır. Okulun eli kolu olan ve eğitim sürecinin emektarı öğretmenler; eğitim fakültelerinde kendilerine verilen eğitimle donanımlı olarak hizmet vermektedirler. Öğretmen, millî eğitimin genel ve özel amaçları doğrultusunda topluma karşı sorumlu olan, yapıcı ve yaratıcı ve verimli kişiler yetiştirmek için donatılmış okullarda, onlara uygun müfredat programını uygulayarak bireyin kendini gerçekleştirmesini sağlamakta en büyük rolü oynamaktadır.
Müfredat programlarının son dönemde içeriklerine, alt yapısı değerler eğitimine dayalı olgular da konulmuş, anlatılan konu değer yönünden de ele alınmaya başlanmıştır. Bu sayede bir dersi sadece bir ders olarak değil aynı zamanda bir kazanım ve bir değer kazanımı olarak güncellenmiştir. Bu sayede bireyin, kitap, okul, aile, müfredat bağlantıları ve kurguları mümkün olduğunca paralel tutularak iyi bir insan olma yolunda inançla, azimle ve istikrarla uygulanmaktadır.
Eğitimci Yazar Dr. Abdullah DEMİRCİ
−Eğitim, her şeyden önce devlete ve millete yararlı fertler yetiştirmeyi hedefler. İhtiyaç duyulan insanlar yetişmiş ve eğitilmiş kişilerden seçilir. Burada eğitim, insanı belli bir yere kadar götürebilir. Kişi, sadece kendine verilenlerle yetinemiyorsa burada okullardaki eğitimin yapacağı pek bir şey yoktur. Tabir yerindeyse başını taştan taşa vurarak o kişi gönlünü ve zihnini tatmin edecek mecralar, kitaplar, gruplar aramaya başlar. Bu durum insanın kemâli, olgunluğu, bir şahsiyet bütünlüğünü ne kadar arzu ediyor, bununla yakından ilgilidir. Kendi kendine öğrendikçe öğrenecek, her öğrendiği şey ona kendi eksikliğini söyleyecektir. Bu yüzden elbette eğitim nokta–i nazarından bakıldığında bir insan plânından söz edilebilir. Bu plândan çıkan insanın elinde diplomaları ve sertifikaları vardır. Fakat bunlar ancak bir yere kadar bir şeyler ifade eder. Kişinin maişetini temine yarayabilir. Onu maddî açıdan rahat ettirebilir. Bu durum eğitimin, günümüzdeki başarma arzusunun amacıdır. Fakat gördüğü eğitimden tatmin olmayan, daima arayan birinin yapacağı tek şey, yoluna yalnız devam etmektir. Hangi grubun içinde olursa olsun, öğrenmek ve daima yeni şeyler bilmek isteyen insan yapayalnızdır. Hiç kimse onun yalnızlığını paylaşamaz. Bunun bir plânı da olamaz. Ancak bir metodu, yapılması gerekenler, yasaklar vardır. Bunlar zaten millî ve dinî kaidelerle tespit edilmiştir.
Ailenin bir plân dâhilinde oluşturulduğunu söylemek güçse de her eğitim felsefesi aileyle uzaktan yakından ilgilidir. Amaç ister ifade edilsin ister edilmesin sağlıklı fertler dolayısıyla güçlü ailelerdir. Yönetmelikte, tüzükte, kanunlar aileyle ve aile plânlamasıyla ilgili hükümler bulunabilir. Bunlar elbette aileyi korumaya yöneliktir. Biz bu anlamda bir aile plânlamasından söz edebiliriz. Ancak aile örf, âdet ve geleneklerin hükmü altında varlığını devam ettirir. Türk eğitim sistemi aileyi ve ferdi elbette korumaya çalışmaktadır. Bunlar bazı durumlarda satırlarda kalsa bile teoride böyle bir amacın varlığından söz edilebilir. En azından insana aşılanmak istenen bir saygı hususu bile buna işaret etmektedir. Okul, eğitim sistemimizde laik prensiplere göre dizayn edilmiştir. Karma eğitim uygulanmaktadır. Eğitim programlarında ve müfredatta ailenin korunması, gelenek ve göreneklere saygı önemli bir konudur. Zaten çocuğun yetiştirilmesinden amaç onun devlete ve millete olduğu kadar aile fertlerine ve büyüklerine saygı içerisinde hareket etmesidir. Bu açıdan baktığımızda aileyi göz ardı eden bir eğitim anlayışından söz edemeyiz. Aileyi göz ardı etmek çocuğu yani ferdi kaybetmek demek olur. İmkânlar ölçüsünde ve şartlar izin verdikçe aile bireyleri eğitim öğretim çevresinde bulunur. Müfredatta aileyle ilgili değerler çocuğa sunulur. Ders kitapları da aşağı yukarı buna göre düzenlenmiştir. Tabi bunun ne kadar başarılı olduğu üzerinde uzun uzun tartışılabilir. Zaman geçtikçe bu hususta daha başarılı bir işleyiş ortaya çıkacağını düşünmekteyim.
Bir devletin insan plânından her zaman söz edebiliriz. Genel anlamda bakıldığında insan plânı olmayan hiçbir devlet yoktur. Fakat bizim eğitim sistemimiz, bireyin şahsî ve mânevî gelişimine pek fazla dâhil olmaz. Kişi talep ediyorsa ona saygı duyar. Namaz kılan için mescit, sâir ibadetlerle meşgul olmak isteyenler için imkânlar sunar. Bu Türk devlet geleneğinde hep böyle olmuştur. Bugünkü cemaatlerin içine düştüğü en büyük problem tornadan çıkmış insan modelidir. Bunlar mankurt gibi her denileni yapan, devlete ve millete hemen hiçbir yararı olmayan tiplerdir. Cemaatler bunu hedefler ve Türk milleti bundan çok zarar görmüştür. Devletin laik duruşu bunun büyük ölçüde önüne geçmeye müsait bir eğitim anlayışı sunar. Devletin insan plânı çalışkan, dürüst, işini aşkla yapan, üreten, insanları aldatmayan, vatanına ve milletine sâdık bir anlayış üzerinden gider. Plândan kastedilen buysa evet devletin bir insan plânı vardır. Ama kalıptan çıkmış insan modeli kast ediliyorsa işte orada devletin böyle bir insan plânından söz edemeyiz.
Eğitimci Yazar Cumali SEVER
−Eğitim, öğrenciye istendik davranışlar kazandırmadır gibi bir tanıma sığdıracaksak, konuyla ilgili söylenecekler elbette sınırlı kalacaktır. Peki, sadece bu tanımla hareket etsek bile, yıllarca okullarda ömrünün en verimli çağlarını geçiren kıymetli evlâtlarımıza, istendik davranışları ne kadar kazandırabiliyoruz? Gerçekten okullardan mezun ettiğimiz evlâtlarımızı, tam da istediğimiz gibi çıkarabiliyor muyuz hayat sahnesine?
Bu soruya ne evet demek mümkün ne de hayır…
Aslında eğitim, yani maarif, sadece istendik davranış meselesi değildir. Eğitim, insan inşa etme meselesidir. İnsanı inşa ederek geleceği inşa etmektir. Hele bir de ulvî bir medeniyet tasavvurunuz varsa bir medeniyeti yüceltme dâvâsıdır eğitim. Evet, şu bir hakikattir ki, devletleri ve milletleri yücelten de sefil bırakan da eğitimdir.
Üzülerek ifade etmek gerekir ki, şu anki eğitim gerçeğimiz test tekniğinin gölgesi altında şekillenmektedir. Tarihî kökleri, bir milleti millet yapan değerleri, dünyaya yön verecek bir medeniyet anlayışını testlerle verebiliyorsak ne ala…
Elbette yine üniversite mezunlarımız gittikçe artmaktadır. Bu gelecek adına umut verici olsa da üniversitelerden mezun ettiğimiz kıymetli yavrularımızın ne kadarı dünya ile rekabet edebilecek düzeyde bir eğitim alıyor? Bu çok iyi araştırılması gereken bir husustur. Şu gerçeği de çok iyi biliyoruz ki, bir insanı ahlâken eğitmeden sadece zihnen eğitmek, topluma potansiyel bir belâ kazandırmaktır. Aslında, Nobel ödüllü bilim adamımız Aziz Sancar meseleyi çok güzel bir şekilde özetlemiş:
"Başarılı olmak Nobel almak değildir. Başarılı olmak, ailenize, memleketinize, vatanınıza, insanlığa hizmet etmektir." Unutulmamalıdır ki insanlığa faydalı bir hayali gerçekleştirmeyenler, tüm ömrünü rüyada geçirmiş gibidir.
Bütün öğrencilerimizin öncelikle kendilerine, sonra ailelerine, sonra ülkelerine ve sonra tüm insanlığa, şanlı ecdadımızın izinden de ilhamla, faydası dokunacak bir hedefi olmak zorundadır. Çünkü dünyadaki tüm mazlum ve mahzun coğrafyalar, ülkemizin yollarını gözlüyor. Çünkü bizler, yaklaşık bin yıl Anadolu'dan tüm kıtalara yayılan şefkatin, merhametin ve adaletin timsali olmuş aziz bir tarihin varisleriyiz. Eğitim, bütün kollarıyla bu yüce hedefe doğru aktığında muhteşem bir ati bizi bekliyor olacaktır.
Bakın ünlü yazarımız Peyami Safa ne diyor: “Bir milleti yok etmek isterseniz askeri istilâya lüzum yoktur. Ona tarihini unutturmak, dilini bozmak, dininden soğutmak ve dolayısıyla manevî değerlerini ve ahlâkını soysuzlaştırmak kâfidir”
Bu anlamda evlerimizden başlayarak ikinci bir yuva olan okullarımızda bizlere düşen en önemli görev; millî ve manevî değerleriyle kuşanmış, iradesini özgürce kullanabilen, fikri ve vicdanı hür, ilim ve irfanla, bilgi ve teknolojiyle donanmış, tarihten ve tarihinden ders almış, medeniyetimizin kurucu değerlerine bağlı, vatanını, milletini ve bayrağını özümseyerek seven, değerlerine sahip çıkan uygar ve bilinçli bir neslin yetişmesi hususunda sorumluluklarımızın bilincinde olmaktır.
Özetle üç kıtaya adaletle hükmetmiş şerefli bir maziye sahip bir milletiz. Tarihî köklerimizi ve kurucu değerlerimizi eğitimciler olarak, anne babalar olarak, ders araçlarıyla, teknolojik araçlarla yeni nesillere aktarabildiğimiz ölçüde yarınlarımız, çok daha güçlü bir medeniyetin habercisi olacaktır.
Eğitim, tarihin ve değerlerin hayat veren kökleriyle barışık olduğu müddetçe bu millet asla ruhunu kaybetmeyecektir. Özveriyle çalışan eğitimcilerimiz, her şeye rağmen, gelecek adına umudunu taze tutmaktadır.
Kardelen Dergisi, İlkay COŞKUN
−Mülakât sorusunda geçen “eğitimimizde insan plânı” ve bunun tamamlayıcıları olan “okuma kitabı” “müfredat” “öğretmen” “aile” gibi başlıklar aksaklıklar olsa da yoluna devam ediyor. Eğitimle alâkalı daha çok olumsuz değerlendirmelerde bulunulması, eğitim sistemimize daha çok eleştirel bir tarzda yaklaşılması çoğu kez gerçeklik olarak önümüzde duruyor maalesef. Daha çok altyapı çalışmalarını öncelediği için pek bir şey yapıyor gözükmeyen bir belediye gibi bir durumu da yaşıyor olabiliriz. Kaldı ki eğitim sorununu tamamen aşmış bir devlet yok gibidir. Hareketli kaygan bir zeminde konuşlanmış olan eğitim gerçeği bütün paydaşlarıyla birlikte sıkıntılarla, yetersizliklerle çarpışıyor. Yürürlükte olan 1739 numaralı, Millî Eğitim Temel Kanunu, 1973'te yayınlanmasına rağmen zamanla değişikliklere uğramış, atmış dört maddelik içeriğiyle eğitim konusunda yasal zemini oluşturuyor.
“Okuma kitabı” “insan plânı” “ideal insan” ve “ideal eğitim” gibi unsurları farklı siyasî düşüncelere, anlayışlara ve eğilimlere göre farklılıklar gösterse de ortak paydada bir ideallik illaki bulunacaktır. Meselâ ilgili bir ebeveyn ve öğretmen tasavvuru, siyasî düşüncenin üstünde bir yerde olmalıdır her zaman. Tarihimizden, kültürümüzden besleyerek yapılan tüm eğitim plânlarıyla millî ve yerli bir duruş istendiği takdirde sergilenebilir. Plânları yaparken ve uygularken özentili ve edilgen anlayışlardan uzak durulmalıdır. Müfredatlar, yarının yetişmiş ideal insanını en doğru şekilde hazırlamalıdır. Eğitim sistemi işlevsel ve işe yararlı olmalı. Eğitim dalına göre, bilgi yarışmalarında yüksek puanlar alınmasını da, spor müsabakalarında bolca altın madalya kazanılmasını da sağlamalıdır. Bütün bunları yaparken, kurgularken ideoloji hipnozundan mümkün mertebe sıyrılmalıdır. Çağın getirilerini göz ardı etmeden millî ve yerli kimlikler kazandırılmalıdır. Ayrıca sistem değişikliğine giderken eskisine yapılan emekleri, çalışmaları da gözetmeyi Yazar Ali Erdal’ın “her kıymeti, suya düşmüş kerpiç gibi eritmemek gerekir’ sözündeki hassasiyet taşınmalıdır. Eğitim plânları yaparken maddî ve manevî yönden eğitim ve öğretime ruh biçen mahir öğretmenler ordumuzu da unutmamak gerekir. Eğitim plânlarımızda ve uygulamalarımızda kültürel kirlenmenin, kendi kültürüne bigâne olan anlayışların, sadece pozitivist ve materyalist felsefenin, ahlâktan sıyrılmış anlayışların, tek tip insan popülerliğinin, ruhları çölleşmiş nesillerin karşısında konumlanmış bir eğitim sistemi olmalıdır. Eğitim plânlarında en geçerli, en doğru ve en işlevsel tespiti Abraham Lincoln’un “geleceği tahmin etmenin en iyi yolu onu meydana getirmektir” sözündeki gibi plânlamak gerekiyor.
Eğitimle alâkalı geniş kapsamlı sorumuza farklı bakış açılarıyla, farklı zaviyelerden cevaplar veren eğitimci yazar dostlarımıza Kardelen dergi ailesi adına şükranlarımı iletiyorum. Müfredat plânlanırken; felsefeyi, psikolojiyi, sosyolojiyi, şuuru ve irfanı her daim yakın tutmak gerekir. Üstat Necip Fazıl’ın dediği gibi “Batı aklı ve doğu ruhunu birleştirici” bakış açısıyla eğitim sistemimiz çok daha iyi yerlerde olacaktır.
|