Gömlekten Gülşen Ayhan Sayı:
107 -
 Bezden bir kutuda
Saman doldurulmuş bir bedenle
Senelerce danteller ve pullarla iç içe uyunabilirdi
Her bir elin anlamsız sıkışıyla
Sebepsiz bağırılabilir ve denebilirdi
“Ah, çok memnun oldum.”
Füruğ FERRUHZAD
Onlar kayanlar; kayıp da kolu bacağı bir türlü kırılamayanlar, tahriş edilmiş saçlar cumhuriyetinde, saçlara uygun şambaba puanlarının tezgâhtarları kadar yalancı soytarılar…
Çoban Çeşmesi’nin niçin hâlâ ağladığını sorsak ceplerindeki cevap kâğıtlarını çıkartabilecek kadar zekâsı hür, aklı hür kâğıt kafalılar, sökük tırnak kampının bekçiliğini üstsüz üstlenen patolojik vakalar… Eller yukarı! Bu bir işteş fiil eylemidir; boylarımızı ölçüşüp terzilikteki hünerimizi paslaşacağız, isterseniz kulaklarınıza çakıl doldurma hakkına sahipsiniz, ama şimdi değil, buyurun buradan!
Toptan paha biçicilik, biçilemeyen tüm elde kalmışları vitrine çıkartıp, kalabalığa teşhir etmek için hiç alıcısı eksik olmayan o eski pazardı; ikram olarak çift makaslık iyi pişmiş yalakalık, taze çekilmiş yapay acılar ve tam ortalarından delinerek şişe geçirilmiş dua servisi yapan müessese sahiplerinin eli ayağı düzgün parlak camlı tezgâhlarında nasıl da gösterişli…
Ve toptan paha biçiciler, rağbet pazarına dönüşen vitrinlerinin, rahmet pazarından daha fazla iş çıkarttığını düşünebilecek kadar pekmeze bulanmış kafalarını tüm ağızlarda bandırmalık bir keyfe dönüştürdükleri için ne kadar da gururlular… Bu kadar gurur ayakkabılarımın burnunu sıkıyor, sıkılan yerden bakış nöbetleri geçiyor, kuyruğuna teneke bağlanan kedilerin travmatik komedisi, nöbetlerin görüş kayıtlarına eksiltili cümle olarak geçiyor, çünkü ayakkabılar yükü yüksüz olmaya yeğleyen bir öznedir ve onların başkaları için tasarlanmış gelişi güzel hallere uyum sağlayacak bir yargıları yok…
Yok sanılmasın bu öznelerin cümbüşlü renkleri; balıklar var meselâ, olta uçlarında hep gülerler, yeşilliği bol salata yiyerek rejim yapan kadınlar, balıkların gülme krizlerine nasıl tutulduğunu görmüşler, görüp şaşkınlıktan denize düşmüşler, Arşimet Kanunlarını altüst edip dibe çökmüşler sonra ayakkabılar kayıtlara şunu geçmiş; 1 rakamına yemin ederiz ki bu kadınlar dipte 1 saniye daha kalsalardı, tortuları su yüzüne çıkacaktı… Ama saniyelerden daha hızlı metabolizmaları var ve her gün kullandıkları bağırsak kurdu içerikli yağları sayesinde tekrar su yüzüne çıkmayı başardılar.
Bakın bayan; bu balık, bu da tutulduğu gülme krizi, bu da kuyruğu yalanlarınızdan daha kısa. Bu da deniz; sizi kusup kusmama arasında kaldığı için kafası dalgalı. Bunlar da ayakkabılar; bir duanın kabulü, bağcıklı olanları tercihimizdir, bağlamak hep bağlanmak için…
Bunlar da etekleriniz bayan, çıngıraklı ne varsa ve yılan dâhil yerinden eden… Bu da terbiyeniz; ter bezlerinizin fonksiyonlarını linç ettiğinden dolayı ar damarları çatlak… Kuruşlar 3‘e tamamlandı; bu da ciğeriniz ama yok buna hâlâ tenezzül edecek bir kedicik…
Şimdi buradan içeri iki adam girecek bay “Hebb ve James”, sizi masalarına çağıracaklar, saçlarınızı aralayıp, davranışlarınızın oluşumunu beyin hücrelerinizin arasındaki “sinaps bağlarına” göre ele alacaklar, başka ele alınacak bağınız olmadığından diğer adamlar fonksiyonsuz kalmayı yeğleyip ilgilenmemeyi tercih ettiler. Sevgili bayanlar; gelişim aşamalarını dördün katlarıyla çoğalan gözlerinizle izlediğiniz her adımım kürsünüzü alçaltıyorsa orada sizlerin hiç anlayamayacağı bir yükseliş vardır, bu da bilmeyeceklerinizden.
Diğerleri mi; uçuşa çıktılar haritalar için… Zaten onlar hep kuşbakışı bakar, topografik yanlarımızı çıkartır, tüm engebeli hallerimizin üzerine takva(!) diliyle basarak tüm incelikli hallerimizi dümdüz ederler, rahatlarlar, çünkü bir yük boşaltılmıştır, bir pislik onarılmıştır…
Peki O’nun eli neden belinde kaldı, elinde ne kaldı? Bu kelimeleri toplama kampına kim aldı? Neden işkence görüyor bu kadar harf ve imla; “Guantanamo” kadar sessiz ve halsiz ve sökük dişli öfkesi… Çarşamba’yı sel alır, buraları su basar zamanın tüm birimleri paragraf paragraf sırılsıklam kalır, parmakları hep kanar... Madeni bir kandırılmışlığın madeni bir acıyla ilişiklik kurması parmaklarında çehre olur, kanar, çiçek bozuğu bir yüzle halka olur gene kanar, kan, kan, kan, serin kan! Derin yara! Yarıkların içinden hortlayan iki ve bir rakamları ne zaman nefes alacak veya alır mı bir daha? Sırf bu yüzden kan grubu olmayan ama kanguru kesesinde biriken yalnızlıkları nereye saklasın? İşte bakın gene devriliyor dilim, niye siliyor kendini parmak uçlarından, yere serilmesine izin versem boylu boyunca, üzerini örtecek kefenleri de yakarak ölecekler sanki. Burada yazılanların hepsini toplayıp tersyüz etsem, sallasam silkelesem üzerinden kaç parça yüz düşer acaba? Tam da işte bu: “yüz düşümlüğü” bir ziynet açtırdı duvakları, yüzümüz düştü, tül düştü… Gerçek… Evi kim yıktı? Hangi can alıcı dikkat ünlemi bastıysa bu satırları, bastığı yerden yer yarılsın, içine girsin…
Önünü ve ardını her şeyi görebilmesine rağmen dürüst olmayan oyuncuları bir türlü sobeleyememiş bir çocuğun hileyle devamlı kılınan ebeliği şen soysuzluklarınızı şimdilik eğlendirsin; dişsiz kalmak, takma diş kullanmaktan daha asildir, çünkü dostlar; bilinsin ki oradaki yokluk hep hatırda tutmanın imkânıdır… Takma diş kullanan seyircilerinizin önünde her türlü yenilip yutulur, gövdenize layık sözleriniz vardır, lâfı ‘var olmak’tan açıp, cebinizden tavşan kulaklı, Pinokyo burunlu fallar çıkartırsınız; fal faldı, yalancı ve her taşın altından çıkmaya hazırdı. Cepten bir çıkacak daha vardı ama delikten düştü, görüldü, çukur oldu; hayır, hayır çukur diye bir şey yok, ‘aşağılık olmak’ var sadece. Şimdi buradan aşağıya bir tavşan bir Pinokyo düşe düşe inecek, hayret edeceksiniz.
İllüzyon benim aslında fark etmeyeceksiniz, öc her kamp için ağır ağır alınacak, siz eğlendiğinizi zannedeceksiniz, böylece oyun tek ve hilesiz nasıl oynanır göreceksiniz… Sonra hatır sayacağız gündüz-gece, cesaretimize gölge düşmesin diye… Hatra ilk şiir düşecek; ‘‘Tam kırk kiloluk bir yılan, Taşıyor her gece uzandığı yatağa ve yılan her gece tam kırk kilo arsenik kusuyor kızın ciğerlerine’’ diyerek yağmur dolduracak üst cebimize, sonra başka bir hatır gelip ‘’Şurada güneşe ne kaldı?’’ diyecek… Durulacağız! Tüm bunların hatrına atları cirite zorluyorum, atları cirite zorluyorum, atları cirite daha çok zorluyorum.
İşte sırf bu yüzden kayıtlar tutuyorum, kayıtlardan kayıklar yapıyorum, dansı çok güzel yapacak çocuklar için oyunu tek ve hilesiz oynayacak çocuklar için… Okunmuş ve gözleri yere kazınmış cümleleri olmasın diye, ellerine hiçbir zaman incir yaprağı düşmesin diye, el yazılarını hiç kaybetmesinler, yürüyüşlerini hiç unutmasınlar ve sürekli balık beslesinler diye eylemimi duaya bağlayarak gökyüzüne seriyorum, yağmur olsun, bereket olsun, kabul olsun…
Vav’ın kendi içine kıvrılmış hareketindeki hakikati bildirene duamız o dur ki; Elif’in elindeki açkıyı almak ve dönmek isterim ey Rabbim, ben döndükçe bir cenin gibi kendi yatağımda kıvrılarak o saf, o masum, o tertemiz, her şeyi Senden bilen bir alınla, süs diye bildiğim ne kadar ince tahrirli kapılar varsa tek tek geçmek isterim…
‘Vav’ harfine teslim olarak bitsin bu yazı, umulur ki gerçek kalem sahibi, canı burnundan akacak denli sıvılaşmış, yüzünü düşürmüş şu yüzsüze kalem işiyle şemsenin tam ortasına bir ‘Vav’ çiziverir.
|