Kardelen'i DergiKapinda.com sitesinden satın alabilirsiniz.        Ali Erdal'ın yeni kitabı TÜRK KİMLİĞİ çıktı        Kardelen Twitter'da...        Kardelen 32 Yaşında!..       
    Yorum Ekle     575 kez okundu.     Henüz yorum bırakılmadı.     Yazara Mesaj

Üstad ile
Ekrem Yılmaz

  Sayı: 120 -

Ortaokula 1973 yılında başladım. Türkçe dersimize Ali ERDAL hocamız girmişti. Ve vakıa şu ki, ilk dersten itibaren kendisinden etkilendim. Bahsi geçecek konuların hep hikâyesi olacak. Onlara her seferinde girsem yazıyı bitiremem. Etkilenişimin de bir hikâyesi var elbet… İlk derste sorusu şu olmuştu hocamızın: “İsimlerinizin mânâsını biliyor musunuz?” Bilmek şöyle dursun o güne kadar ne bir şey söyleyen oldu ailemizde bu konuda ve ne de dışarda duyduk. Ayrıca aklımızın ucundan bile geçmemişti ismimizin mânâsını birine sormak veya araştırmak. Hocamın diğer öğretmenlerden ayırılan birçok hususiyeti var. Okula başladıktan bir müddet sonra kendisine, ders haricinde de bir şey sormak istersem müsaadeniz olur mu, dedim. Elbette dedi ve aklımıza takılan bir şey oldukça da sorduk, cevaplarını aldık.

Birkaç arkadaş da benim gibi kendisine yakın duruyordu. Onlar ile beraber bize ayrı bir kumbarada harçlıklarımızdan bir kısmını biriktirmemizi söyledi. Biz de dediğini yaptık. Para biriktiriyorduk ama niçinini bilmiyorduk. Sormadık da… Hocam bunu bize niye yaptırıyorsun demedik, sadece dediğini yaptık: Harçlıklarımızdan bir kısmını biriktirmeye devam ettik.

Birkaç ay sonra, çocuklar biraz birikti mi paralarınız, diye sordu. Evet hocam biraz oldu, dedik.

–O zaman yarın gelirken yanınıza alıp öyle gelin.

Öyle yapmıştık ertesi günü, paraları yanımıza alıp gelmiştik. Son dersten çıkınca birkaç arkadaşla beraber bizi yanına aldı ve çarşıya çıktık. Vardığımız yer Millî Türk Talebe Birliğinin Kütahya şubesiydi. İçeri girdik, kitap satışı yapılan bölüme geçtik.

–Çocuklar kitaplardan beğenin.

Çeşit çeşit kitaplar vardı: Hikâye, roman, fikir vs. Bir süre baktık, elimize kitaplardan örnekler alıp alıp bıraktık. Hangi kitabı alacağımıza karar verememiştik. Hocamız da seçme işinde hiç müdahil olmamıştı bize, herkes kendi istediğini alsın diye… Diğer arkadaşlar ne seçti, hatırlamıyorum ama ben 50. Yılında Türkiye’nin Manzarası kitabını seçtim. Daha o zamanlar ben Necip Fazıl falan tanımıyorum. Kitap Necip Fazıl’ınmış.

Okuldan sonraları kitabı okumaya başladım. Orta birinci sınıfta daha 13 yaşındaydım. Kitap bana çok ağır geldi. Fikrî yazılar ile siyasî olay ve kişiliklerden bahisler vardı kitapta. Birçok kavram ile ilk defa o kitapta karşılaşıyordum. Siyasî kişiliklerin isimlerini de ilk defa yine bu kitapta duyuyordum: Menderes, Demirel, Ecevit ve bunun gibi… Bazı anlamadığım kısımları ve tanımadığım kişileri hocama sorarak kitabı okumaya devam ettim. Doğruyu söylemem gerekirse genel olarak meseleleri tam kavramam, ihata etmem zordu, edemiyordum. Velhasıl kitabı anlamaya anlamaya iki üç haftada bitirdim. Hocamız ile ders haricinde de görüşüyor, sohbetini dinliyorduk. Yolunu öğrendiğimiz MTTB şubesine de gidip gelmeye başladım. Bir ara hocam benim ile bir tanıdığına bir kitap gönderdi. Kitap, ambalajsız olarak elime verildiği için yolda onu inceleyerek gittim. Kitap, Çöle İnen Nur, Bütün Zaman Ve Mekâna diye de ibaresi vardı. Anladım ki, kitap Allah Resûlünü anlatıyor ve bu kitap da Necip Fazıl’ın eseriymiş. Kitap ilgimi çekti almaya karar verdim. Vakit geçirmeden bir iki gün sonra bu tür kitapları satan kitapçıya gittim. Kitabı sordum, kitapçı kitabı raftan indirdi. Onun kitabı aldığı rafa baktığımda Necip Fazıl’ın birçok eseri olduğunu gördüm. Kitapçı, amcamın tanıdığı bir imamdı. Ağabey elinizde olanların her birinden bana verin, dedim. Ben gelip ödeyeceğim, ben gelip ödeyemez isem amcamdan alırsınız, diye ilâve ettim. İmam, peki olur, dedi ve verdi. Ben de 15-20 kitabı alıp gittim. Önce Çöle İnen Nur kitabını elime aldım. Okudum. Ama bu sefer anlaya anlaya… Mest oldum. Üstada âşık oldum bu kitabı okuyunca… Hocam Ali Erdal’a Üstad ile ilgili çok sorular sordum. Hepsinin cevabını en güzel şekilde alıyordum. Hocam Üstada yakın birisiydi, onu eserlerinden, Büyük Doğu Dergisinden, dinlediği konferanslarından ve evine ziyarete gidip gelmesinden tanıyordu. Yani Üstad ile tanışıyorlardı. Ben Çöle İnen Nur kitabını bitirdiğimde Üstada gidip:

–Üstadım biliyor musunuz, ben Çöle İnen Nur’u okumuş birisiyim, demek istemiştim sevincimden. Tabi o zaman gidemedim. Bence onu okumak çok şeydi, büyük bir şey… Onu okumak birçok şeyi idrak etmekti. Büyükler için bile öyle olduğunu düşünüyorum hâlâ. Neyse yıllar içinde aldığım kitapların hepsini okudum. Yeni çıkan olursa onu da alıyor ve Üstadın eserler serisini tamamlıyordum. Basılıp da bulamadığım bir iki eseri kaldı: Rabıta-i Şerife, Hacc’dan Renkler Çizgiler gibi. Onları da Almanya’ya gidince bir cami önünde satış yapan birisinde bulmuştum. MTTB’de, Ülkü Ocaklarında, daha sonra Akıncılar derneğinde seminerler dinliyordum. MTTB’de Kültür Müdürü yaptılar. Orada duvar gazetesi çıkarmaya başladım. Bu 1977-1979 yılları arasında oldu. 1978’de Büyük Doğu Dergisi 16’ıncı  devre olarak çıkmaya başladı. İlgi ile takip ediyordum. Dergi haftalık idi, ama ben çıktığı gün elime geçer geçmez hemen dergiyi son satırına kadar okuyordum. Derginin 16. devre 3’üncü sayısı çıktığında Üstada hitap eden bir mektup kaleme aldım. Mektubuma cevap derginin okuyucularla başbaşa köşesinde geldi. 5. Sayının arka kapağında diyordu ki ismimi de vererek:

“–Gözlerimiz yaşla dolu, sizi, çamur deryası içinde inci taneleri gibi görüyor ve yalnız sizin ve benzerlerinizin aşkına bu yükü çektiğimizi ilân ediyoruz. Selâm…”

Ne saadetti benim için ve şaşırdım derginin arka kapağında Ekrem Yılmaz – Kütahya diye ismimi görünce… Hiç beklemiyordum. Koca Üstad beni adam yerine koymuş ve cevap vermişti. Onu zaten seviyordum, bir kat daha arttı ona sevgim ve bağlılığım. Beşinci sayı 16. Devre Büyük Doğu dergisinin son sayısı oldu. Bundan sonra Büyük Doğu dergisi çıkmadı artık. Ama kitap çıkarmaya ve gazetelerde yazmaya devam ediyordu Üstad. Hepsini hocamın da yardımı ile takip ediyordum. Dergi-Kitap Raporlar çıkıyordu. 13’e kadar devam etmişti.

Ve 1979 yılında liseyi bitirdim. Üniversite giriş imtihanları o zamanlar birkaç büyük şehirde yapılıyordu. Sırf Üstad ile yüz yüze de görüşeyim diye İstanbul’u seçtim imtihan yeri olarak. Ve muradıma erdim. Önce imtihana Beyazıt’ta İstanbul Üniversitesi Kimya Fakültesi dersliklerinde girdim. Çıkınca İstanbul’a beraber geldiğimiz Kütahya MTTB başkanı ile Üstadın Cağaloğlu Yerebatan Caddesindeki idarehanesine gittik. Yanına vardığımızda masasında oturuyordu, biz girince ayağa kalktı, yanımda gelen başkana ismi ve sıfatı ile hitap etti. “Ne var Kütahyalı” dedi, sanki biraz önce görüşmüşler gibi… Tanışıyorlarmış önceden. Başkan beni takdim etti Üstadımıza. O arada ben de elini öptüm. Öptürdü. Mesuttum. Üstünde açık mavi bir gömlek, altında krem rengi, bej bir pantolonu vardı. Çok kısa bir görüşme oldu. Üstad her zaman olduğu gibi yoğun ve meşguldü. Kısa sohbetimizin ardından, başkanı göstererek o sana gerekenleri anlatır, dedi. Ondan sonra evet, dediği gibi hem başkandan dinledim hem hocamdan ve kitaplarından da okudum. Hakkında ve eserlerinde anlattığı her detaya ulaşmak istiyordum ve Allah isteğime kavuşmayı nasip etti. Hamdolsun. Aynı yıl Almanya’nın Köln şehrine okumak için gittim. Babam orada çalışıyordu, bir ablam hariç diğer 4 kardeşim ve annem de oradaydı. Gider gitmez özel bir lisan kursuna yazıldım. Üç ay sürdü. Sertifika aldım. Ama yüksek tahsil için bu kursun verdiği seviye yeterli değildi. Köln Meslek Yüksek Okulunun yabancılar için açtığı Almanca kursuna yazıldım. Oradan da iyi derece ile belgemi aldım. Daha sonra Bonn Üniversitesinde kolej okudum. Meslek Yüksek Okulu lisan kursuna devam ettiğim sıralar telefon ile Üstada ulaşmaya uğraşıyordum hep. Türkiye’ye telefon hemen düşmüyordu. Telekomünikasyon iyi değildi Türkiye’de… Ancak Özal’dan sonra çevirince hemen düşerdi numaralar. Neyse denemeye devam ettim ve bir gün düştü ev telefonu. Neslihan anne açtı telefonu, Almanya’dan arıyorum, ben Ekrem Yılmaz, Üstadım ile görüşmek istiyorum, dedim. Sesi duyuluyordu, “Neciiiiiip, Almanya’dan telefon” diye seslendi. Üstad geldi. Tekrar takdim ettim kendimi. “Ne istiyorsun?” Dedi. Hiiiç Üstadım, sesinizi duymak için aradım, dedim.

–Hangi şehirdesin orda?

–Köln’de.

–H…. Str.3, Muhip orda. O sana yeter.

O kimdir, diye sormadım. Zira O ve Ben kitabında bahsi geçen Muhip olduğunu bildim. Ve sonra buluştuk Kelebek Muhip nam, Muhibbullah IŞIKLAR ile… Gerçekten Üstadın dediği gibi o bize yetti. Kendisi ile beraber 7 ayımız geçti. Bizi öyle kabul etti ki bu süre içinde iki gün başka yerde, oğlunda veya başka seveninde kalıyorsa, üç gün bizim misafirimiz oluyordu. Beraber ne anlarımız geçti. Neler dinledik ondan. Aile ortamında Üstadın eserlerini bana okutuyor, kendisiyle beraber ailemiz dinliyordu. Reis Bey, O ve Ben, Aynadaki Yalan (Bu kitabın gazetedeki tefrikasını hocam Türkiye’den gönderiyordu) okuduklarımızdan bazılarıydı. Kendisi dört dil biliyordu: Arapça, Farsça, Urduca, Fransızca… Çantasında Arapça ve Farsça eserler eksik olmaz ve çoğu zaman onlardan okur bize anlatırdı. Urducayı da sırf Mektubatı yazan İmamı Rabbanî Hazretlerinin dili diye öğrenmiş, Mektubatı aslından okuyabilmek için. Dışarda birileri ile karşılaştığımızda beni biraderzadem diye tanıştırıyordu. Bu kadar benimsemişti bizi… Biraderzade! Daha ne ister gönül? Bu zaman zarfında kendisine Türkiye’den mektuplar gelirdi ve onları bize açık yüreklilikle okurdu. Bir keresinde Üstad Necip Fazıldan mektup gelmiş. Bizim de ona olan muhabbetimizi biliyor ya, mektubu çantasından çıkardı ve bize okudu. Diyordu ki mektubunda Üstad Kelebek Muhib’e:

“–Sevgilim, Muhip! Artık dön. Biraz sabit kal, gezdiğin yeter. Zaten kaç kişi kaldık. Bari son zamanlarımızda beraber olalım.” Evet özetle böyle diyordu Üstad mektubunda.

Kendisine Van’dan da mektuplar gelirdi. Kızı Ayşe varmış orada… Kendisi de Vanlıymış zaten, başka birçok ahbabı ve akrabası da vardı orada. Kelebek Muhip Abdülhakim Arvasî Hazretlerinin müridi, Üstad gibi… Bu yüzden bütün Arvasîler ile tanışıklığı ve yakınlığı vardı. Bu vesile ile daha sonra biz de bütün İstanbul’daki Seyyidler ve Van’dakilerin bazıları ve Bursa’daki birkaçı ile de tanıştık hep. Meselâ Üstadın eserlerinde ismi geçen eski Van Müftüsü Kasım Arvas ve bütün ailesi, ağabeyi Şemseddin Arvas ve kardeşi Hadi Arvas, oğlu Kâzım Arvas ve damadı Mustafa Şahin ile tanıştık. Bir seferinde Van’dan bir mektup almış. Onu da bize okudu. Mektupta selâm ve hâl hatırdan sonra diyordu ki: “Şu Seyyid de İstanbul’a gitti, bu da gitti,” diye birçok isim sayıyordu. Ve bu gidenleri, Efendi Hazretlerine intisabı olmadığı halde ona nispet iddiası ile şeyhliğe kollarını sıvayan birine intisap ettiler, diyordu mektupta… Büyük bir iddia… Hem de intisap ettiler diye saydıklarının hepsi Seyyid… Şüphesiz, hepsini tanıyorlar ve soyağacı olan insanlar. Ben bunu duyunca şaşırdım ve mektup bitince kendisine dedim ki:

–Efendim, biz ne yapacağız? Biz kime intisap edeceğiz bugün?

Dedi ki:

–Öyle birini, bağlanmaya lâyık birini bilen varsa, beraber gidip eteğine yapışalım, intisap edelim!

Çok manidardı, aile ortamımızda bunu böyle söylemesi. Ayrıca Kelebek Muhib’in cümlesi olarak Üstadın O ve Ben kitabında yazdığı şekliyle bize söyledi. Şöyle:

“–Kutup iki çeşittir: Medar kutbu ve irşat kutbu… Medar kutbu vazife icra edebilmesi için hayatta olması gerekir. İrşat kutbu vazifesine vefatından sonra da devam eder. Efendi Hazretleri irşat kutbu idi, her ne kadar müritleri arasında yerine bırakabileceği yetkinlikte birkaç kişi yetiştirmişse de hiç kimseye halife olarak icazet vermeden görevini de beraberinde alıp gitti. Sağlığında Efendisi Seyyid Fehim Arvasî Hazretlerinin mahdumu Muhammed Sıddık Efendiye icazet vermiş ve o, Efendi Hazretleri daha sağ iken Ermeniler elinde şehit edilmiş ve ondan sonra da kimseyi halife olarak bırakmamıştır.”

Evet, mütehassıs dilinden bu mevzunun böyle kapandığını Üstad da adı geçen eserde aynı şekilde aktarır. Bunu bildikten sonra sahte iddiacılara nasıl pirim verilir, anlaşılır şey değil. Bunun böyle olduğunu bazı Seyyidler hem eserlerinde hem sözlü olarak anlattıkları gibi, sosyal medyada duyuruyorlar. Allah insaf ve idrak versin hakikat arayıcılarına…

7 aylık beraberliğimizin son günlerinin birinde Kelebek Muhip bize dedi ki: “Yakında Türkiye’ye dönüyorum. Ama merak etmeyin, inşaallah geri geleceğim.” Haberine üzüldük, ama dönüş müjdesine sevinmiştik. Zira babam ile beraber o sene hacca gitmeye niyetlenmişler ve programını yapmışlardı. Ve Türkiye’ye uğurladık kendisini ve bu arada mektuplaştık. Ben de kendisinin beş adet mektubu hatıra kaldı. Sonra mektupların arkası kesildi. Oğlu Habib IŞIKLAR’dan öğrendik ki, İstanbul’da vefat etmiş. Kartal Gülsuyu Mezarlığında defnedilmiş. Türkiye’ye izine gelince Ömer Kısakürek ağabey ile mezarını ziyarete gittik.

Almanya’ya dönünce Üstada bir yazı gönderdim. Evet, bir mektup değil de bir yazı… Yazıma başlık attım: MUKADDES VAZİFE diye… Dedim ki yazımda: “Üstadım siz Fatıma anamızın ameli ile amel ediyorsunuz. O, Ufuk Peygamberin ayakları incinmesin diye, Tebbet Suresinde Cehennemde odun taşıyıcı olarak bildirilen kadının yola serptiği dikenleri süpürüyordu. Siz de canınızı dişinize takarak hem içerden ve hem dışardan İslâm Dâvâsının yoluna serpilen tikenleri temizliyorsunuz, engelleri kaldırıyor ve mukaddesatçı gençliğin yolunu açıyorsunuz. Allah sizden razı olsun. Bizi size lâyık etsin.” Yazım bir dosya kâğıdını dolduracak şekildeydi. Aynı yazımın bir nüshasını da hocama göndermiştim. Hatta yazımda bir yerini düzeltti gönderdiği mektupta; ben “etini dişine takarak” yazmışım Üstada… Hocam, “Canını dişine takarak” olmalı diyerek düzeltmişti. Tabi Türkçe ve Edebiyat hocamızdı o… Neyse bir müddet sonra posta kutumda Büyük Doğu antetli bir zarf buldum. Açtım. İçinden Üstadın kartviziti çıktı. Arkasında da kendi el yazısı ile yazıma şöyle mukabele etmişti: “Mukabil tebrik teşekkür dua… imza, Necip Fazıl.” Bu kartviziti 43 yıldır cebimde, cüzdanımda taşıyorum, kendisinden güzel bir hatıra olarak.

Yine Almanya’da bulunduğum doksanlı yılların başlarında kurulan Necip Fazıl Kısakürek Kültür ve Sanat Vakfının mütevelli heyetinin seçtiği ilk yönetim kurulu üyeliğine hocam Ali Erdal ile beraber beni de almışlar. Bu ne şerefti benim için… Vakıf başkanı Mehmed Kısakürek ağabeyimin bir alicenaplığı idi. Ve Almanya’da resmileşemesek de bazı gönüldaşlar ile beraber faaliyetler yürüttük, değişik toplantılar yaptık, Almanya’dan vakfa üyeler kaydettik.

Kelebek Muhip’ten sonra Üstadımızı da Almanya’da bulunduğum sıralarda kaybettim. 25 Mayıs 1983! Öksüz kaldığımız gündü o gün. Beni biraderzadem diye tanıştıranın herhalde biraderi Üstad oluyordu ve biz de oğlu oluyorduk Üstadın. Elbette Üstad manevî babamızdı.

“Manevî babanın tabutunu musalla taşına, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dava taşını da gediğine koymandır…” diyerek Mukaddes Emaneti omuzlarımıza bırakarak veda etmişti Üstadımız eti zehir, balı zehir bu dünyaya... Son bir defa sarılamadık, fakat o gün bugündür hep beraberiz. Onu hep yanı başımda hissediyorum, Efendi hazretleri ile beraber. Yoksa hayat çok zor, daha da zor olurdu onlarsız.

Diyor ya Üstad:

Yaşamak zor, ölmek zor; kavuşmaksa zor mu zor!

Kavuşmamız mahşere kaldı böylece… Rabbimiz beraber haşreylesin!


Bu yazıya yorum ekleyin

Adınız
E-posta Adresiniz
Yorumunuz
 

CAPTCHA


Resimdeki rakamları bu alana yazınız


Eklenen Yorumlar


Henız yorum bırakılmadı...
 
Al beni... - Sayı 122
Bizden gibi görünen... - Sayı 122
Kürtlerin PKK ile imtihan... - Sayı 121
Yapamıyorsan hayal et!... - Sayı 121
Tüm Yazıları

ASKIDA ABONELİK: Siz de "askıda abonelik kampanyası"na destek olmak ister misiniz?

Gelecek sayının konusu (122):
Tarih boyunca izlediği politikalar, güncel meselelerde takındığı tavır çerçevesinde, doğu medeniyetinin aslî unsurlarından İran'a bakış...

Son Eklenen Yorumlardan
 sağlık dileklerimizle, hürmetle...... naci eroğlu

 Elinize emeğinize sağlık sevgili Halis hocam.Yazılarınızı takıp ediyorum hislerimize tercüman oluyor... Ahmet

 Elinize emeğinize sağlık sevgili Halis hocam.Yazılarınızı takıp ediyorum hislerimize tercüman oluyor... Ahmet

 bosch professional gop 185-liBeylikler dönemini hatırlayalım, birbirlerine karşı üstünlük mücadelesi... Feyzi

 "Yürü kardeşim,Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin."Sen ve senin gibi şuurlu insanların sayıları bereke... Nilüfer Mihailoğlu


Bir özel TV kanalı “yılın politikacısı”nı seçtirdi.
Seçilemeyenler üzülmesinler. Çünkü hepsi ayrı ayrı yılın politik acısı olduklarını ispatladılar.
Anlam peşinde
Bizim olmayan gemide kaptan olmak
Parlamenter sistem ve mağdurları
Kırk gün bir ölüyü bekleyeceksin
Niye döktün gözyaşımı


Ali Erdal - Anonim eserlerin kıy...
Ali Erdal - Sıradan bir filme bu...
Ali Erdal - Kırk gün bir ölüyü b...
Ali Erdal - Kırk
Necip Fazıl Kısakürek - Kıraat kitabı
Ekrem Yılmaz - Derinlik
Ekrem Yılmaz - Yapamıyorsan hayal e...
Ekrem Yılmaz - Kürtlerin PKK ile im...
Dergi Editörü - Çare
Site Editörü - Anlam peşinde
Necdet Uçak - Niye döktün gözyaşım...
Necdet Uçak - Olacak
Kardelen Dergisi - Kardelenden haberler
M. Nihat Malkoç - Malazgirtin aslanlar...
M. Nihat Malkoç - Anadolu Türk masalla...
Ayhan Aslan - Yamyam
Mehmet Balcı - Şimdi
Mehmet Balcı - Dönemem
Ahmet Çelebi - Gazzeli çocuğa
Halis Arlıoğlu - Parlamenter sistem v...
Halis Arlıoğlu - İçimde bir yara var
Murat Yaramaz - Artık yeter
Murat Yaramaz - Masal
Mevlüt Yavuz - Sanma ha!
Cemal Karsavan - Seni düşünürüm
Heybet Akdoğan - Gülsema
Emine Öztürk - Hapis
Zekeriya Yılmaz - Bıraktın
Mehmet Ali Metin - Doğu ve Batı’nın hik...
Yaşar Akyay - Bizim olmayan gemide...
 
 
23 Mart 2005 tarihinden beri
 Ziyaretçi Sayısı Toplam : 14443662
 Bugün : 2523
 Tekil Ziyaretçi Sayısı Toplam : 627472
 Bugün : 193
 Tekil Ziyaretçi Sayısı (dün) Toplam : 72
 121. Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 0
 Önceki Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 0
Son Güncelleme: 13 Eylül 2024
Künye | Abonelik | İletişim