Kardelen'i DergiKapinda.com sitesinden satın alabilirsiniz.        Ali Erdal'ın yeni kitabı TÜRK KİMLİĞİ çıktı        Kardelen Twitter'da...        Kardelen 34 Yaşında!..       
Her şey apaçık
Ali Erdal

Dünyada bugünkü iltica ve göç hadiseleri, günlük tabiat olayları gibi tabiî olarak normal seyri içinde mi cereyan ediyor; yoksa olanlar, birilerinin organize faaliyetleri sonucu ortaya çıkan hadiseler zinciri mi? İnsanı; bulunduğu yerin şartlarına razı olarak yaşamak ve gerektiğinde değerleri için mücadele etmek yerine, başka yerlerde rahat hayat aramaya iten sebepler neler? Dünyayı avucunun içindeki böcek gibi gören birinin hırsı mı insanları biri birine düşüyor?

Aynı soru, dünyanın her yanını saran terör için de sorulabilir… Topluluklardaki hoşnutsuzlukları abartan, alevlendiren, teşkilâtlandıran, kışkırtan, iyice çözümsüzleştiren; sonra bunları askeri gibi belli yönlere sevk eden, işine geldiğinde kuyruğunu kanadını kesen, istediğinde başa çıkılmaz dev gibi gösteren bir güç mü var yoksa? 

İlkokuldayken herkesin bulunduğu yerde yaşadığını ve öldüğünü zannederdim. Ne kadar sıkıntı çekerse çeksin insan, doğup büyüdüğü yeri terk etmez, ne nimet verilirse verilsin anayurdundan kopmazdı, kopamazdı.

İlk göç olayını, Bulgar zulmünden kaçıp Türkiye’ye sığınanlardan, bizim köye yerleştirilmiş bir ailede gördüm. İlkokulun ilk sınıflarındayım… Geldikleri ilk gün… Köylüler onları karşılıyor, birkaç parçadan ibaret eşyaları indiriliyor… Yaşıtım bir oğlan… Ellerini ağzının önünde birleştirmiş kimseyle konuşmak istemiyorum, kimse de benimle konuşmasınkuytu bir köşede başını duvara yaslamış mahzun duruyor. Her halde ağlıyor. İlgilenmeliyim… Yaklaştım… Yumuşak bir sesle hoş geldin, dedim… O kadar hafif çıkıyor ki sesi… Galiba “oş bulmuş”… (H)yi duymamış olmalıyım… Adını sordum… Yine hafif bir ses... Anlayamadım. Birkaç kere tekrar ettirdikten sonra adının “Âsan Ali” olduğunu öğrendim. Ne kadar zaman sonra bilmiyorum. Âsan’ın Hasan olduğunu, oş bulmanın “hoş bulmak” olduğunu, Ali’nin de babasının adı olduğunu anladım. O gün onun üzüntüsünü ve vatanını terk ettiren zulmü, çocuk saffeti ile ta ciğerimde hissettim. O gün, ona soru sormak yerine, onunla beraber ağlamalıydım. Vatanı terke mecbur eden her kimse, kimlerse, hangi insanlıktan nasipsiz zalimlerse, onlara derin bir hınç duydum. Mezar taşlarında isimlerimize kadar kimliğimize düşman zihniyete karşı, zaman içinde büyüyen ve olgunlaşan hınç, “Destan ve Kurşun”u doğurdu. 

Göç ve terör olayları o hale geldi ki, hiç kimse bunların olagelen tabiî seyri içinde ve tabiî olarak cereyan ettiğini iddia edemez. Artık her şey apaçık… Bir güç… Bütün zaafları istismar ederek acz içinde olan yerleri yaşanmaz hale getiriyor… Getirtiyor, getirttiriyor… Çile çeken yığınları, kendilerine kucak açılacağını zannettirerek yollara döktürüyor… Yollarda ölmeyenler, aralarında tartışarak birbirine düşsün. Kalanlar da, sığınmak istediklerinin hedefi olsun.

Göç edilmek istenen ülkelere propaganda da şöyle: Felâket geliyor… İşinizi, aşınızı elinizden alacaklar, ülkenizi işgal edecekler, onlarda doğum oranı yüksek, sizi azınlığa düşürecekler… Vatanını, neslini, toprağını, millî kimliğini, işini, aşını, eşini koru… Önlerine duvar çek, ülkene girmelerine engel ol, gerekirse öldür. O seni öldürmeden, bugün imkânın varken sen öldür. Felâketi gelmeden önle…

Göçmenlere: Halden anlamayanlara, elden gelen her kötülüğü yapman haktır… Hele bir kapağı at, ondan sonra göster onlara günlerini…

Dünyayı birbirine düşüren o gücün kim olduğunu bütün dünya, her yerde yapılan gösterilerden anlaşılıyor ki gittikçe artan bir nefret ve hınçla Filistin’de görüyor.

Devamı iıin tıklayın
Nerelisin
Kadir Bayrak

Anavatan, baba ocağı, dede mülkü, ata yadigârı… Toprakla kurulan ünsiyetin dilde tezahür eden kavramları… İnsan doğduğu anda toprakla bir bağ kuruyor. Velev ki farklı bir yerde dünyaya gelsin, ömrü boyunca muhatap olacağı “nerelisin” sorusuna vereceği cevap işte kurulan bu bağa göre. Cevabımız, pergelin sabit ayağı… Yerli, mukim, muhacir, göçmen, mülteci, garip, yolcu vb aslında kişinin toprağına, vatanına yani pergelin sabit ucuna olan maddî ve manevî uzaklığına göre icat edilmiş tabirler, sıfatlar…

Esas olan ise bu dünyanın bütünüyle gurbet olması; ilk insan ve peygamberin “asıl vatan”dan, cennetten çıkarılmasıyla gurbet hayatımız başladı, sayımız arttıkça da gurbet yurdunda oradan oraya savrulduk.

Tarih kitapları, kabına sığmayan enerjisiyle at üstünde vatan arayışına çıkan milletimizin Hun ve Göktürk tecrübelerinden sonra Uygurlar zamanında yerleşik hayata geçtiğini kaydeder. Karahanlı, Gazneli, Selçuklu isimleriyle kurduğumuz devletler, Orta Asya’da zuhur eden medeniyetimizin coğrafî mânada doğudan batıya seyrinin ifadesi olmuş, batıya doğru gidiş Osmanlı’da kemâle ermiş ve bütün insanlığın göz bebeği topraklar milletimize vatan olmuş. “Anadolu… Bozkurdun bir dere kenarında gümüş sulara dalıp gözlerindeki tılsımlı ateşi seyrede ede, içli ve mütevekkil bir söğüt ağacına istihale ettiği (mübarek) diyar… Anadolu… Türkün, gerçek ruh muhtevasını bulur bulmaz seyyarlıktan sabitliğe geçtiği ve ruh vataniyle içiçe yeryüzü vatanını kurduğu büyük mâna çerçevesi…” (Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü)

Sanayi devrimine kadar savaş, kuraklık, kıtlık gibi fevkalade haller dışında Doğusuyla Batısıyla bütün devletler yerleşik bir hayatı kabul etmiş. Zulümle anılsa da Ortaçağ Avrupasında derebeylik sisteminin yerleşik halk üzerine inşa edildiği inkâr edilemez. Keza Osmanlı da “tımar” sistemiyle tebaasına hükmetmiş. Ziraat, ticaret, askerlik, vergi gibi idare eden yönünden kolaylıklar sağlayan bu sistemin halk nezdindeki karşılığı doğduğu yerde gömülmek, nesiller ve asırlar boyunca o yere kök salmak olmuş.

Keşifleri sonrası Batı’nın yeni kıtalara hücumu tarihin utanç sayfalarında kayıtlı. Amerika ve Avustralya’ya göçler sonrası katledilen yerlilerin sayısı onlar için istatistik bir bilgiden öte anlam taşımaz. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarıyla sebep olunan göçler ise eskiye rahmet okutacak cinsten…

Batı, Birinci Dünya Savaşının sonunda Amerikasıyla, Avrupasıyla kendisini güvenlik duvarları ile örülmüş bir hisar içine alırken Osmanlı bakiyesi milletlerle Afrika başta olmak üzere kendi dışındaki dünyayı, eline aldığı cetvelle ileride ortaya çıkması muhtemel bütün sıkıntıları öngörerek ve bunlara yol vererek parçalara ayırdı. İkincisi, ilkinde elde edilen ganimetlerin aralarında nasıl paylaşılması gerektiği kavgasından çıktı ve birincisinin açtığı yaraları daha da derinleştirdi. Vatan mefhumunun içini boşaltan, insanların toprağıyla bağını kopartan, masum halkı zalim idareciler elinde zararlı haşereyle mücadele eder gibi oradan oraya sürükleyen göç dalgaları böyle başladı.

Göç, ölüm tehlikesi altındaki büyük insan kitlelerinin bir yerden başlayıp farklı bir noktada sona erdirdikleri harekete verilen isim. Bu hareketin hem göç eden hem de göç edilen belde insanları yönünden doğurduğu ekonomik, sosyolojik, ahlâkî, hukukî sayısız neticeleri var. Kıtaların, denizlerin, ticaret yollarının, iklimlerin merkezindeki Anadolunun göçlerin ilk rotası olması en başta coğrafya gereği. Tesbihin dağılan parçalarının imame etrafında toplanması da işin doğasında var.

Kendisi de 93 muhaciri bir büyük dedenin torunu olan bu satırların yazarı, yarım asra varan ömründe Bulgaristan’dan, Irak’tan göçmek zorunda olanlara şahit olmuştu. Ama bu sayılanlar son on yılımıza damga vuran Suriyeli, Afganlı mülteciler yanında çok küçük sayılabilecek hareketlerdi. Zalim Baas ve Esad rejiminin yıkılmasıyla nicelik olarak küçük bir kısmı ülkelerine dönse de mülteci meselesi, çözüm bekleyen bir problem olarak milletimizin ve devletimizin önünde halen durmakta. Üçüncü bir dünya savaşının çıkmasının uzak bir ihtimal olmadığı en üst seviyedeki devlet adamları tarafından dile getirilirken Anadolunun yukarıda izah etmeye çalıştığımız sebeplerle daha pek çok göç dalgasına ev sahipliği yapacağını tahmin etmek de zor değil.

Hal böyle olunca akla binbir soru geliyor… Sayıları itibariyle artık eğitimde, sokakta, ticarette ve hayatın her alanında muhatap olduğumuz bu insanlara karşı uzun vadeli bir devlet politikamız mevcut mu? Uzun vadeden kastım bu insanlar en sonunda vatanlarına dönecek mi, bizim bir parçamız mı olacaklar, devletimiz bu konuda ne düşünüyor? Meselâ Türkiye’de doğmasına rağmen “nerelisin” sorusuna “Suriye” cevabı veren çocuğu şartları oluşunca aslî vatanına iade etmek mi doğru yoksa verdiği cevabı “Edirne, Adana, Kars, Samsun” gibi düşünüp bizim kültürümüzün bir parçası mı kabul etmeli? Bu durumda bu insanlar, büyük Türk kültürü içinde eriyip gidecek mi, arabesk bir kültür mü meydana getirecekler?

Adalet ve merhamet devletin bariz vasfı. Vatanını terk etmese kuvvetle muhtemel katledilecek, öldürülecek mültecilere merhamet etmek, onların insanca bir hayat sürmelerini sağlamak insanlık vazifesi. Ancak göçün de bir fıkhı, hukuku, esası olmalı. Birleşmiş Milletlerin bilmem kaç sayılı kararı değil kastettiğim. O da içinde ama bütün zaman ve mekâna hitap edecek bir esas… İnsanı doğduğu yerde doyuracak, ömrünü orada hitama erdirmesine imkân verecek, her şeye rağmen göçe mecbur kalırsa onun da şartlarını tespit edecek esas...

   İnsanlık, bu esasa muhtaç…

Devamı iıin tıklayın
Doğuda buhran
Necip Fazıl Kısakürek

Doğuda buhran, Doğunun İslâmlıkla kazandığı toplayıcı ve bütünleştirici zemine bağlı hükümdar milletler arasında, bu zemini dünya çapında ve yeni zaman ve mekânlar içinde koruyamamak, dâvanın aşk ve vecdini kaybetmek, işi dedikodu ve mezhep tepişmelerine bırakmak yüzünden patlak verdi. Evvelâ Araplar, sonra İranlılar, daha sonra Türklerde...

Bu üç milletten gayri Hintlisi, Çinlisi, Moğolu vesair topluluklariyle Doğu, İslâmdan evvel bellibaşlı medeniyetlerin her biri kendi infirad veya tesir bölgesinde ayrı ayrı doğup gelişmesi ve çürüyüp batmasından başka bir hüviyet belirtmez. Galip ve (aksiyon)cu rengiyle BÜYÜK DOĞU, İslâmdan sonra billûrlaştığı için aynı büyüklüğün buhranı da İslâmdan sonradır.

Doğuda buhran devresi, biri millet millet kendi uzuvları arasında ve kendi içinde, öbürü de Batının teşekkül ve tebellüründen sonra rakip dünya karşısındadır. Doğunun, daima Muhteşem Şark göründüğü ve Mukaddes Emaneti bir kavimden öbürüne devrederek, yalnız buhranlı kavmi tasfiye etmekle kaldığı mes’ut devir, 7 nci Asırdan 16 ncı Asır ortalarına kadar sürer. 16 ncı Asırdan sonra ise, Doğu, hükümdarlık hakkı bakımından tasfiye edilmiş ve Türke intikal etmiş milletleriyle, Türkün şahsında, topyekûn en büyük buhranı kaydeder.

18 inci ve 19 uncu asırdan sonra Doğu, artık Batının gözünde, bütün cins ve mezheplerini birleştiren bir miskinlik, dâvasızlık, mahkûmluk ve gerilik psikolocyası yatağıdır. Her türlü akıl ve âlet, madde ve dünya şuurunu kaybetmiş olan bu kocaman yatak, o günden beri Batının muazzam istismar arsası...

Doğunun Türkte, 16 ncı asırdan sonra patlak veren, öbür Doğu milletlerini de daha evvel kavurmuş olan buhranı, binbir harikulâde müsbeti içinde binbir harikulâde menfisiyle başta Fars ve Bizans tesiri bulunmak üzere İslâm saffet ve hikmetinin bulandırılmasından doğdu. Bulandırışlar ve bulanışlar, kendi kavimlerini yere sere sere bayrağı genç ve saffetli kavimlere ciro ettire ettire sürdü. Fakat her şeye rağmen Doğu, İlâhî kubbeleri, fildişi yüklü kervanları ve Eski Yunana kadar her şeyi ilk defa zaptetmiş kütüphaneleriyle, insanlık fezasına tek başına tahayyüz hassasını muhafaza etti. En genç ve saffetli kavim olan Türkün eline geçtikten ve dünya çapında (aksiyon)lara giriştikten sonra da, aynı bulandırış ve bulanışla, teşekkül ve tebellürünü tamamlayan Batıya çatar çatmaz topyekûn ricat, hezimet ve iflâsa düştü.

Hâlbuki Doğu, Batının 15 inci ve 16 ncı Asırda ayak bastığı akıl hakları sınırını 8 inci asırda aştığı halde kazancını sistemleştirmeden geriye dönmüş; Batının (Rönesans) günlerinde de mânalardan habersiz kışır muhafızı yobazlar elinde, Peygamberinin emrini hatırlayamamıştır: “Hakikat, mü’minin kaybolmuş malıdır; nerede bulursa alır!”

Doğunun buhranı içeriye ve dışarıya doğru, evvelâ kendisini kendi menfî dehâsiyle çürütmekten, sonra da bizzat kendisinde mevcut silâhları rakibine kaçırtmaktan ve hakikat içinde hakikati kaybetmenin ruh sar’ası altında şifası zor bir felce uğramış olmaktan ibarettir. (İdeolocya Örgüsü, s. 48)

 

Devamı iıin tıklayın
Göç mü hicret mi
Ekrem Yılmaz

Tarih boyunca insanların yerleşim yerlerini değiştirmeleri hiç bitmemiştir. Tarihin tespit ettiği bu yer değiştirmelere Kavimler Göçü denmiştir. Bu bahsedilen göçler 375 ile 800 yılları arasında yaşanmış. Büyük Hun Devletinin sebep olduğu bu yer değiştirmelerde birçok Türk boyu daha batılara gelirken Cermen soyundan gelenler Avrupa’ya yerleşmişlerdir. Bu göçlerde ideolojik-inanç açısından bir saik yoktur. Daha çok savaş, kıtlık, kuraklık ve geçim sıkıntısı gibi sebeplerden olan bu göçler bir savrulma şeklinde cereyan etmiştir. Maddeyi aşan bir gayesi, mukaddes veya manevî bir hedefi yoktur. Bir de tarihlerin 622 yılını gösterdiği zamanda bir hareket, bir yer değiştirme var ki, bunun adına Hicret denmiştir. Mekke’den Medine’ye Allah Resulünün Hicreti ki, bir inanç uğruna vatanını, toprağını terk etmek ve bir gayesi ve plânı olmak demek. Önce bir nefes almanın vakti, sonra muhitten merkeze taarruzî dönüşün ilk adımı… Zafer plânlarını yapmanın yeni yurduna yerleşmek olarak anlaşılmış Hicret…

Tarihte göç ve hicretin başka birçok örneği sayılabilir. Burada Musa Aleyhisselâmın İsrailoğulları’nı Firavunun zulmünden kurtarıp Kızıldeniz’i asasıyla yarıp mucizesiyle selâmete çıkarmasını da anmadan geçmeyelim, bir hicret örneği olarak. Yapılan hedefsiz göçlerin mensuplarına göçmen denirken; bir gayeye matuf yer değiştirmek olan hicretin mensubuna ise muhacir ismi veriliyor.

Günümüzde bir asırdan beri Asya ve Kuzey Afrika ülkelerinden önemli ölçüde büyük kitleler halinde insanlar Avrupa’ya ve Amerika’ya akmaktadır. Bunların esas sebebi araştırıldığında görülen şudur ki, ya Batının sebep olduğu bir zulümden veya yine Batının sömürgesi olan ülke insanlarının yine Batı emperyalizmi yüzünden düştükleri her türlü sıkıntının içinden kaçmak olarak meydana gelmektedir. Afganistan ve Irak’ın işgalinin meydana getirdiği dramlar ortadayken, son on yılda Suriye’nin içine düştüğü durumdan mütevellit oluşan göç dalgaları dünyayı, bölgeyi ve tabiî biz Türkiye’yi de her yönden etkilemiştir. Önemli bir insanî problemle karşı karşıya gelmiş olduk.

Bu yaşananlar elbette bir göçtür. Ama Hicret değil. Zira bununla insanlar yaşamakta oldukları zulüm veya zorluklardan sadece kaçmaktadır. Bir hedef, bir mücadele ve bir dönüş plânları olmadan. Belki de olamamaktadır, insanlar fert plânında mazurdurlar. Hal böyle olunca sıkıntıdan kaçan insanlar rahat edebilecekleri ülkelere ulaştıklarında orada bir düzen kurmaya ve çalışma hayatına dâhil olmaya adım atıyorlar. Bu durum varılan ülkenin birçok düzenini bozmakta veya rahatsız etmektedir. Meselâ Türkiye ekonomisine yüz milyara varan maliyetler oluşturdu. Bu sorunla beraber aynı süreçte yarım asırlık terör belâsı yanında bir büyük deprem felâketi ve bir pandemi dönemi yaşayan Türkiye siyasî zorluklarla boğuşmaya başladı.

Türk halkı biriken bu sorunların içinde boğuşurken göçmen meselesi provoke edilmeye çok müsait hale gelmiş oldu. Batının, Türkiyenin yükselen bir güç olmasını engellemek için girişmeyeceği bir oyun ve eylem yoktur. Batı Türke karşı, onun aleyhine olacak her yolu dener ve içinde yer alır. Yeter ki o şey bize zarar verecek bir yol olsun, işte onu yapar. Bunun için aparatlar da mevcuttur içeride; yine yarım asırdır hainlik yuvalanmış, yuvalandırılmış içimizde. Bunlardan kimi cemaat görünümlü olmuş, kimisi parti…

Evet kaşınmaya çok müsait olan bu göçmen ve mültecilik meselesi son aylarda bazı guruplar ve bazı siyasî partilerce şiddete varan şekilde provoke edildi. Ve maalesef bazı insanlarımız da farkında olmadan bu mevzuda kullanıldılar. Problem sokakta çözülmez, hele şiddetle asla çözülmez. Dünya kaynarken, 3. Dünya Savaşı çıktı çıkacak derken Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak kimin işine gelir? Bu göçmen meselesini açık tahriklerle kullanmak isteyenler acaba kimin adına iş görüyorlar? Türkiye’yi idare etmek isteyen bir parti bunu yapar mı? Yoksa idare etmek gayesine zaten ulaşamayacak bir oluşum, dış mihrakların maşası mı? Bunun cevabını arif insanımız biliyor.

Bu olayların içte ve dışta yansıması Türkiye’ye zarar olarak dönüyor. İçte masum insanlar darp edilip taşlanırken, Suriye’de o günlerde Türk bayrağı yakıldı. Elbet oralardaki olaylar da eşkıya çetesinin tahrikleri sonucunda oluşmuştur. Fakat Türk kamuoyunu çok rahatsız etti. Muhakkak devlet üstüne düşeni yapmış ve kışkırtıcıları kıskıvrak yakalamıştır. Ancak arkası gelmeyecek şekilde meseleyi halletmek gerekmektedir. Ve gerekenin yapıldığına şahit olduğumuz günler yaşadık. Şimdi bu göçmen, sığınmacı, mülteci adına her ne dersek diyelim, problemin çözülmesi aciliyet arz etmektedir. Bizim insanımız da birçok açıdan rahatsızlık duymaktadır. Zaten olaylar da bu rahatsızlığın istismarından çıkmakta ve imkân bulmaktadır. Olayın birçok boyutu vardır. Evvelâ insanî boyutunu kimse göz ardı edemez, etmemelidir. Elbet hemen kolundan tutun atın dışarı diyemezdi kimse... Öyle de oldu; dönenler rızasıyla dönüyor ve dönecek.

Ekonomik boyutu herkesi ilgilendiriyor. Önemli bir bütçe kaynağı buraya akıtılıyor ve bu toplumun her kesimini etkiliyor. Sonra meselenin sosyal boyutu var: İnsanlar buraya nasıl uyum sağlayacak, sağlıyor mu? Eğitimi, iş hayatı, sosyal ilişkiler vs. içinden çıkılmaz vaziyette. Ahlâkî sorunlar da yaşanıyor.

En önemlisi de bu insanlar günü geldiğinde ülkelerine dönecekler mi diyorduk. Dönmeleri için ne yapılıyor veya ne yapılmalı? Derken günü geldi. Muhalifler denen, Suriye mücahitleri bunu başardı: Esad zulmü ve zalim rejimi devrildi. Ve göçmenlerimiz şimdiden fevc fevc yurtları Suriye’ye dönmeye başladı. Çözüm insanları sokağa dökmek, şiddete yönlendirmek değildi, insanca yaşamanın yolunu bulmak ve insanca, ahlâkça, vicdanca doğru olanı hayata geçirmek ve gerçekleştirmekti. İnşaallah o günlere gideriz. Ancak bölgemizde göç sorunu bitecek değildir. Bölge kaynıyor ve insanlar doğranıyor. Bu şartlarda bir ülkede dert bitse diğerinde başlıyor. Toptan çözüm Ümmetin kendine gelmesi ve birliğini sağlamasıdır. Bu da göründüğü kadarı ile Türkiye’nin öncülüğünde başarılabilecek azim bir iştir. Bu iş için de irade, liderlik iradesi lâzımdır. Sergilenen dış siyasetimiz özlenen o iradeden izler sunuyor demek isterdik ve müjdemiz olurdu. Dileyelim ve yalvaralım ki, düş kırıklığımız olmasın.

Bugün varılan yerdekiler ensar, yeni konuklar muhacir; vuku bulan, akan, kaynayan yığınların hali de hicret değil. Maalesef! Hal bu iken göçler bitmez. İnsanları göçten kurtaracak Hicret şuurudur. Vatanlarını terk eden göçmen insanlar yerine memleketine dönmek üzere hicret eden MUHACİR olmak kafalara ve gönüllere yerleştirildiği gün, yani ümmet olmanın şuuruna erildiği gün problemin çözüldüğü gün olacaktır. Bunun da vadesini sormayın artık; epey uzakta görünüyor. Başsız bırakıldığımız bir asırdan beri çok kan kaybettik, manen de dibe vurduk. Umalım ve dua edelim ki ölmenin değil, olmanın idrakine hicretin günü gelmiş olsun. Şuur, dua ve aşk ile…

Devamı iıin tıklayın
Mustafa
Fatma Pekşen

Mustafa kibirlenmiş dediler hısımlarım. Görünce sokak değiştiriyor dediler cıncık arkadaşlarım. Adama tepeden baktığımı söylediler ortaokul öğretmenlerim, kahvede içlenerek anlattı ilkokul öğretmenim. Doğrudur belki, doğrudur da…

Kaç yıldır buralarda yoğum zaten. Önce Kırıkkale’deki eğitim yıllarım, sonra ücretli öğretmenlik, sonra ta hududa yakın bir yerdeki mecburi hizmetim, askerliğim… Daha bu senenin başında, üç ay evvel gelmişim doğduğum topraklara. Kibrimi, tepeden baktığımı, sokak değiştirdiğimi ne zaman tespit etmişler anlamış değilim.

Hadi Kırıkkale neyseydi; baba ocağından ilk ayrılışım olsa da. Tozu, buzu, ayazı, kıraç yazı ile Orta Anadolu’nun bir başka avlusuna düşmüş gibi olmuştum. Anamızın evde olmadığı günlerde, elimize çökelekli dürüm tutuşturan komşu annemizin anaçlığı gibiydi nihayetinde. Aynı güneş yanığı çehreler, aynı samimi nazarlar.

Dar gelirli aile çocuklarının buluştuğu üçüncü sınıf yurt odalarını paylaşıp, ütü tabanında yumurta yemişliğimiz varken, birbirimize sımsıkı kenetlenip, ucuz kıyafetlerimizi ortak kullanırken onlara niye kibir göstermemişim acaba?

Hem anası turp, babası şalgam, attığımız her adımın hesabı yapılan bir evden çıkmışken, neyime kibir gösterecektim ki. Kırıkkale defterini kapatıp büyük umutlarla geri döndüğüm baba ocağımda atama beklerken, gözümün içine bakan anamın garibanlığına acıyıp ırgatlık da etmiştim; babamın kıt maaşına arka çıkmak için, ilçemize bağlı bir beldede ücretli öğretmenlik de yapmıştım. Ezelden fukara olan babamın, çocuk hanesine dizilen sayıya bir şekilde yardım etmem gerekirdi, gücüm nispetince de ettim elbette; helâli hoş olsun evin ilk çocuğu olarak.

Beşinci senede atanan öğretmen listesinde adımın olduğunu görünce sevinçten aklımın çıktığını sanmıştım. Koşa koşa, mahallenin ta üst başından haykırarak anama müjde verirken kibirlenmemiştim de yenice döndüğüm şu günlerde mi kibirlenecektim?

Sağıma dönsem komşu kızımın, soluma dönsem ilkokul arkadaşımın, yanıma baksam babamın arkadaşının, öbür tarafıma dönsem anamın bacılığının olduğu yumruk kadar ilçede mi kibir abidesi kesilecektim?

Konuşmamak, yüzü yerde olmak, yürürken adım uçlarını seyre dalmak kibir alâmeti midir ki? Yahut da neyin alâmetidir? Birisi, hele de doğduğun ilçedeki tanış birisi yüzüne baktığında kırmızı pancara dönmek neyin nesidir, neyin işaretidir?

“Allah’ım, evlâtlarımın yüzünü gara çıharma. Duttuhları altun olsun. Memleket onlara havaslansın. Türkiye çapında birinci olsunlar” diye, -fısıldadığını sanan- anamın seslice ettiği duaları daha kulağımdan silinmemişken, neden kibirlenecektim ki?

“Eli ekmek tutan, okumuş oğlanlara” insanımızın meylinin olduğunu bilmeyen yoktur bu havalide. Anası ayrı kestirir, babası ayrı. Kızlar zati halı pataklarken, camları silerken göz hapsine almışlardır bile. Okuldan eve, evden okula giderken kapı önlerini süpürme, taşları yıkama, çamaşırları asma tesadüflerini! dahi nizama oturtmuşlardır.

Hal böyleyken, göz kapaklarımı kaldırmayışımı, alışveriş için çarşıya gittiğimde kahvehanelerden yapılan davetleri kabul etmeyişimi başka neye yoracaklardı ki?

“Başını yerden galdurmayan, eski zaman gızlarına benziyen” bendenizin mahalle aralarındaki bu tavrını bir dereceye kadar makul karşılıyorlardı ama… Akıllarının ermediği hususu bir türlü çözemiyorlardı. Neden hiçbir kahvehaneden içeriye adımımı atmıyordum? Erkek dediğin, kahvehane sandalyesine de kurulmalıydı, kahve de höpürtdetmeliydi.

“Bir çay parasını garşılayamayan dövlet memuru” değildim nihayetinde. İyi kötü cebimiz para görmüş, babamın kamburunu azıcık doğrultur olmuştum. Anamın aklım erdi ereli gedik duran dişlerini yaptırmaya niyetlenmesini tebessümle öğrenmiştim. Mustafa’ya nasip olacaktı garibimi inci misâli güldürmek. Bütün bunlarla hemhâl olurken, kibir benim neyimeydi ki? Ailemi sevindirmenin hazzı nereme yetmiyordu?

Daha okumayı sökmeden, kaç yaşında olursan ol, seni okutan öğretmene, hocaya, çıraklığını yaptığın ustaya karşı itaat etmeyi öğretmişlerdir büyüklerin. Hürmet etmeyi, edeple davranmayı, yüksek sesle konuşmamayı, diklenmemeyi tembihlemişlerdir. Bu sadece bizim için geçerli değildir; içinde yaşadığımız küçümen ilçe için de aynıdır; aynı havalideki başka bozarık ilçeler, kavruk kasabalar için de aynıdır. İşte bu yüzden yüzümün yerde, bakışlarımın ayakucumda olduğu kabul edilir yaşlılarca. Edilir edilmesine de hakikat öyle midir?

Yolumu değiştirip, görmezden geldiğim üç arkadaşımı atlatıp, Hamam Durağı’na yel yepelek daldığımda burun buruna geldiğim ilkokul öğretmenimle karşılaşmasaydım, ben bile öyle sanacaktım.

“Uğurlar olsun Mustafa. El öpmek, hâl hatır sormak yok mudur oğlum? Biz bunları size öğretmedik mi?”

Üzerini lekeler, yaşlılık çilleri bürümüş elini öpmem için uzatırken, “Öğretemedik mi?” diye tekrarlıyor da.

Kibrim. Kahrolası kibrim. Çekingenliğim ya da başka bir deyişle. En arka sırada oturup, en görünmezlerin başını çeken garibanlığım. Hepsi birbirine karışmış uğultu halinde üstüme geliyorlar. Lekeler bürümüş el büyüyor, büyüyor Hamam Durağı’nı kaplıyor sonra. Siyah önlüğünün içinden başını uzatan kiraz boyunlu, çırpı bacaklı bendenizin üstüne abanıyor.

Bulanık bir Cuma öğleden sonrası. Kulağımın dibinden cırtlak bir kız sesi. Sevim’inki:

“Öğretmenim, Mustafa’nın önlüğünde bit var!”

Bütün gözler üstümde. Gülüşmeler, tiksinme dolu bakışlar, buruşturulmuş suratlar, bir eliyle burnunu kapatanlar.

Cebinden çıkardığı mendiliyle yakamdan tutup, bayrak törenine çekiştire çekiştire götürüp bütün okulun önünde beni ifşa eden sevgili ilkokul öğretmenim. Eviriyor, çeviriyor, bir de tokat atıyor bitimin gezindiği enseme. İstiklâl Marşı’na bile dâhil etmeden, iki aydır annesiz olan evime doğru postalıyor beni.

Mezun olduğum sene el öpmem için anamın zoruyla gittiğim evinin kapısını çaldığımda, yüzünde tiksintiyle karşılıyor etiyle kemiğiyle teslim edildiğim öğretmenim. Öpmem için uzandığımda, elini arkasına saklayıp, yarım ağız teşekkür ediyor. Gürültüyle kapanıyor demir kapı yüzüme. İşte o günden sonra kibir kelimesi üstüme yapışıyor. Telanın kumaşa yapışması, kırığın kemiğe kaynaması, taze daldaki aşının tutması gibi benimle bütünleşiyor. Ben de öyle sanıyorum, öyle kabulleniyorum kimseyle göz göze gelmemeyi.

İnadımı, kibrimi kırıp, hafiften titreyen, üstünü lekeler bürümüş ele dudaklarımı değdirirken, “Berhudar ol evlâdım” diyen sesi belli belirsiz işitiyorum. Beynime doğru binlerce bit hücum ederken, kendimi bu sefer de Asmalı Cami’nin bahçesine doğru salıveriyorum.

Devamı iıin tıklayın
Hicret şuuru
Dergi Editörü

Aylan bebek… Cansız bedeninin sahile vurmasının üzerinden on koca yıl geçmiş. Bu on yıl içinde nice masum bebek Aylan gibi göç yollarında can verdi.

Kardelen, Ekim/Aralık 2015 tarihli 86. sayısında, savaştan kaçıp yaban ellerde bir hayat kurma mücadelesi veren göçmenlerin halini “Dünyanın gözü önünde insanlık, ölü balıklar misali sahillere vuruyor. Vatanlarını savaşla, terörle, istikrarsızlıkla yaşanmaz hale getiren Batı’ya, son bir çare olarak sığınan göçmenlerin dramı…” cümleleriyle ele almıştı.

Yine aynı sayımızda dergimizin sahibi Ali Erdal şu tespitleri yapmıştı: “Evet, bir ‘DRAM’ yaşanıyor… Oynanmıyor, yaşanıyor. Aylan bebek de bu canlı dramın tiradını canıyla okudu… Birleşmiş Milletler, NATO başta olmak üzere Batı’nın insan hakları, demokrasi, hürriyet, eşitlik ve benzeri sloganları geveleyen ama menfaatlerinden başka bir şeyi görmeyen teşkilâtlarına, devlet başkanlarına, sanatçılarına, yazarlarına, halkına kısaca Batı’ya… Ve bu hali görmezlikten gelen Müslümanlara… “YAZIKLAR OLSUN!..” dedi.”

Geçen on yıl içinde denizleri aşanlar ayak bastıkları coğrafyalarda, büyük bir kısmı da Anadolu’da yeni bir hayat kurdu. Gittikleri ülkelerde özellikle de Türkiye’de dünyaya gelenlerin sayısı az değil. Bu insanlar ilk geldiklerinde öncelikleri güvenli bir hayat, barınma ve iaşeydi. Zaman içinde artan nüfuslarıyla eğitim, sağlık, geçim gibi diğer insanî ihtiyaçları da sığındıkları ülkelerin, en çok da bizim devletimizin çözmesi gereken meseleler olarak ortaya çıktı.

Site editörümüz, on yıl önceki sayımımızda, o güne göre bugün daha fazla anlam ifade eden şu cümleleri kaleme almış: “Şimdi mülteci veya sığınmacı olarak isimlendirilen Suriyeliler ile çok değil yüz yıl önce aynı devletin vatandaşlarıydık. Aramızda sınır yoktu. O zamanlar olmayan sınırı şimdi geçtiklerinde mülteci veya sığınmacı oldular.”

Site editörümüz haklı ancak geçen yüzyıl içinde bizi birbirimize yabancılaştıracak gizli ve aşikâr çok projeler uygulandı. İmamesi kopmuş bir tespihin taneleri gibi dağılmış küçük küçük devletçikler kuruldu, bu devletçiklerin başına halkından, onun değerlerinden kopuk, ismi Müslüman ama İslâma düşman idareciler tayin edildi, halk kasıtla cahil bırakıldı, toprağın altından çıkan zenginliğin üstünde yaşayanlarla paylaşılmadığı ekonomik sistem kuruldu ve bugünlere gelindi. Ortadoğu tarihi, bir yönüyle ihanetlerin tarihidir.

Kardelen, elinizdeki sayıda Aylan bebekten günümüze mülteci meselesini ele aldı. Filistin’deki, Doğu Türkistan’daki yangının büyüdüğü, o yangına müdahale etme kapasitesindeki devletlerin de ekonomik, siyasî türlü sebeplerle güçten düşürülmeye çalışıldığı hengâmede tarih boyunca haksızlığa eliyle müdahale etmiş bir milletin içinden çıkan Kardelen, milletinin tefekkür mükellefiyetini yerine getirmeye çalışıyor.

Göçü haklı kılan, anlamlı hale, hicret haline getiren iki husus var. Terk ettiğiniz toprakların “vatan” olduğu bilinci. Dağdan gelenlere, şimdi gidiyorum ama bu topraklar benim, benim vatanım diyebilmek. Söylenemese bile bir bilinç olarak bu duruşu ortaya koyabilmek, nesilden nesile aktarabilmek. İkincisi vatana eninde sonunda geri dönme ve terke mecbur bırakıldığın toprakları yeniden vatan kılma şuuru. İşte o zaman göç, hicret oluyor.

İdrak ettiğimiz mübarek vakitler hürmetine, Allah, başta bize ve bütün insanlığa vatan ve hicret şuuru kazandıracak tefekkür nasip etsin.

İyi okumalar…

Devamı iıin tıklayın
Zor sınavımız mülteci meselesi
Site Editörü

On yıldan fazla oldu, iş için Londra’ya gitmiştim. Şehrin ortasından geçen Thames nehrindeki köprüler, eski binaların estetiği, şehre ferahlık veren büyük parklar yanında bir şey daha dikkatimi çekmişti. Farklı milletlerden insanların çokluğu… Belediye otobüsünü kullanan sih türbanı takmış Hintli bir şoför, tren istasyonunda görevli Pakistanlı bir müslüman, restoranda çalışan uzak doğulu gençler, kendi mutfakları ile ilgili restoranlar açmış Lübnanlılar, Endonezyalılar, Türkler… 

Bugün İstanbul’da sih türbanı takmış bir Hintlinin kullandığı bir belediye otobüsü görseniz ne tepki verirsiniz? Sizce böyle bir olasılık var mı? 

Yetmiş iki millete devlet olmuş bir cihan imparatorluğunun varisi olsak da bugün farklı milletlerden insanların bizimle yaşamasına alışık değiliz. Doksanlarda sayıları çok olmasa da Ruslar’ı hatırlıyorum, evli kadınları hariç tutalım, hem sayıları az hem ırk avantajı (!) ile toplum çok tepki vermemişti. Saat satan siyahiler yine az sayıdaydı, genelde de topluma saygılı, sorun çıkartmayan kimselerdi, onlar da topluma kolay karıştı. 

2011’de Suriye’deki zulümden kaçanların başlattığı iltica akını özellikle 2013 ve 2014 yıllarında yüksek sayılara ulaştı. Bugün büyük çoğunluğu Suriye’den gelen mülteci sayısının üç milyonun üzerinde olduğu biliniyor. 

Mülteci meselesinin ülkemiz için bir sorun olduğunu kabul etmemiz gerekir. En önemli sorun  mülteci nüfusunun bazı şehirler için demografiyi etkileyecek düzeyde olması. Özellikle Suriye’ye komşu illerde oran çok yüksek, nüfusun %30’unu, 20’sini mültecilerin oluşturduğu iller var. Bunun etkisini en iyi o illerde yaşayan vatandaşlar bilirler. İstanbul’daki resmi sayı yarım milyonu aşmış durumda, nüfusa oranla daha düşük olsa da günlük hayata katılan, toplu taşıma kullananlar, günlük işlerde gördüğümüz çalışanlar bazında bakıldığında bu sayının da toplumun kaldırabileceğinden yüksek olduğu görülüyor. 

Diğergamlık yapmadan bu konunun doğru anlaşılması mümkün değil. Duyduğumuz ve gördüğümüz hatta görmeye tahammül edemeyeceğimiz işkencelerden, zulümden, savaştan kaçmak isteyenlerin en yakın yere gelmeleri çok doğal. Ülkemizin de elinden geldiğince maddi manevi desteğini esirgemediğini biliyoruz. Ancak demografik yapının bu kadar etkilenmesine izin verilmesi, bilmediğimiz geleceğe yönelik bir stratejiye bağlı değilse, büyük hata. Bu büyüklükteki bir değişimin hem sosyal hem ekonomik etkileri oluyor. Kira fiyatları, iş olanakları en başta akla gelen etkiler. 

Devletimiz bu nüfusu daha dengeli dağıtabilir, bu konuda milletimizde oluşan rahatsızlıklarla ilgili halkla daha iyi bir iletişim kurabilirdi diye düşünüyorum. Mülteci karşıtı olanlar bu iletişim kanallarını güçlü şekilde kullandılar, bu yüzden iletişim dedim. Doğru yanlış bir çok haber yayıldı, insanlar rahatsız oldu. Bugün yasa olmasına rağmen hala toplumu etkileyen yalanlar için caydırıcı cezaları göremiyoruz. 

Artık Suriye’de Esed yok, açıkcası takip etmeye çalışsam da nasıl birden böyle bir değişim oldu anladığımı söyleyemem ama artık muhalifler iktidarda. Suriye için yeni bir dönem başladı, inşallah bizler ve diğer müslümanlar için hayırlı olur. Suriye’de durum ne kadar iyi olsa da iltica eden nüfusun büyük oranda ülkemizde kalabileceğini düşünüyorum. Uzun yıllardır savaşta olan bir ülkenin toparlaması hayli zaman alacaktır. Ekonominin düzelmesi, demografik yapının dengelenmesi ile bu süreç hayırlı bir yere doğru gider diye umuyorum. 

Bugün mücbir sebeplerle bir arada yaşadığımız mülteci kardeşlerimizle iki asır önce aynı topraklarda aynı devlet altında yine birlikte yaşıyorduk. Kim bilir belki tekrar aynı sancak altında yine bu topraklarda birlikte nefes almaya devam ederiz. Allah bu zorlukları hayra tebdil ediversin.

Devamı iıin tıklayın
Gelecek sayı (124) konusu
Kardelen Dergisi

Gelecek sayı konusu, 2.02.2025 tarihinde sitemizden (kardelendergisi.com) ilân edilecek. Eser gönderecekler; sitemizden gelecek sayı konusunu, kalem erbabına mesajı ve düşünen adama hitabı okumalı.

Eserler, 17-30.03.20025 tarihleri arasında

●“Kardelen’de yayınlanması talebiyle”

●Word dosyası olarak

●(kardelen@kardelendergisi.com) adresine gönderilmeli.

●Bu tarihler dışında ve başka adreslere gönderilenler, dikkate alınmayacak.

●Başta inceltme işaretleri olmak üzere imlâ kaidelerine dikkat edilmeli.

●Elle düzenleme yapılmamalı, programın imkânları kullanılmalı.

●"Kalem erbabına mesaj"da belirtilenden fazla eser gönderenlerin hiç bir eseri dikkate alınmayacaktır!

Devamı iıin tıklayın
Kalem erbabına...
Kardelen Dergisi

1-İlk günden beri Kardelen, sadece “fikrin değerini bilenleri” muhatap kabul etmiş; maya tutturulabilmek ve mektepleşmek için sadece onların maddî ve manevî desteğine talip olmuştur.

2-Kardelen, neşredeceği eserde iki vasıf arar: Neşredilmeye değer kalite… İslâm’a aykırı olmamak...

3-Eserler, yayınlanması talebiyle (kardelen@kardelendergisi.com) adresine gönderilmeli.

4-Her sayı için ayrıca gönderilmeli.

5-Fikir yazıları ve hikâye (1), şiir en fazla (2) âdet; karikatür en fazla bir sayfa olmalıdır.

6-Kardelen, sadece abonelerine gönderilir. Kalemiyle, kesesiyle ve emeğiyle dergiyi ve siteyi yaşatanlar bile, her sayıyı satın almaktadırlar. Çünkü para ödemeye değecek dergi yayınladıklarından emindirler.

7-Eser verecek seviyeye gelmiş değerlerden, içine düşürüldüğümüz şartlara bakıp; eserlerini neşre lâyık gördükleri dergiye ABONE OLMALARI ve onun TESİRİNİ GENİŞLETMELERİ beklenir. Para babalarının ve kuvvet merkezlerinin milyarlarına değil, fikrin değerini bilenlerin kuruşlarına talip olmak vakarımızı, fikre ve fikir adamına verdiğimiz değeri, para ödemeye değer dergi çıkarma gayretimizi ve mektepleşme azmimizi kalem erbabı da anlamayacaksa, çekiver kuyruğunu dünyanın...

8-(kardelendergisi.com) isimli sitemizden Kardelen hakkında fikir sahibi olunabilir. “Hakkımızda” tıklanarak çıkış beyannamemiz okunabilir.

Saygılarımızla...

kardelen@kardelendergisi.com

0 228 212 55 88

Devamı iıin tıklayın
Kardelenden haberler
Kardelen Dergisi

-44. Toplantı 

-Toplantı başkanı Kadir BAYRAK’ın konuşması 

-44. toplantıda Ali ERDAL’ın konuşması 

Devamı iıin tıklayın
Gelecek(siz) çocuk
Berna Pak

Henüz yetiştirilmekte olan bir fidanken bir gün bakmışız ki, özü masumiyet olan tohumlar ekilmek üzere avuçlarımızın içine kondurulmuşlar. Amaçsızca koşturduğumuz sokaklarda, büyük endişeler içerisinde kovalar olmuşuz evlâtlarımızı. Anne babanın peşinden gidilen günlerden, evlâtların anne babalarını peşlerinden sürükledikleri günlere gelmişiz. Tatillerde okunulan kitapların yerini; bilgisayarların, komşu çocuğuyla kurulan dostlukların yerini; sanal arkadaşlıkların, dışarıdan bulunan üç beş taşla oynanan oyunun yerini; soğuk ekranlardaki şiddet oyunlarının aldığı zamanlarda nefes alır olmuşuz.  Ailede babanın evlâtlarına haram lokma yedirmeme bilincinden, sonra gelir seviyesini yükseltip biraz daha lüks arabaya binebilmek için ahiret hayatını kararttığı, annenin ise hayırlı bir evlât sahibi olmayı en büyük zenginlik saydığı inancından, evini kendisiyle hep kıyasladığı akrabalarının evine benzetme çabasındayken, gerçek hedeften uzaklaştığı zamanlarda nefes almaya başlamışız ne yazık ki.  Artık yamalı kıyafetler yok, ayakkabısı yırtık bir çocuk görmek neredeyse imkânsız hale geldi gibi, toplum içerisinde bunlara rastlamak olası değil, modern toplumun bizlere getirdiği kredi kartı; cebimizde paramız olsun olmasın, istediğimize ulaşabilmenin engellerini kaldırıyor ortadan. Peki onlara iyilik mi yapıyoruz? Sevmedikleri yemekleri yedirmeyerek, her istediklerini vererek, maddî sıkıntıyı onlara hiç yansıtmayarak, hiçbir şeyin bedelini ödetmeyerek, paylaşımı öğretmeyerek onlara nasıl bir gelecek hazırlıyoruz. 

İlk eğitim henüz anne karnında başlıyorken, 0-6 yaş arasındaki çocukların bazı olguları nasıl olur da aileden öğrendiği inkâr edilebilir. Meselâ; mutluluğun, hüznün, sevincin tanımını ve hangi yaşanmışlıktan sonra ruh halinin neye bürüneceğine karar vermeyi ailesinden öğrenir. Başkası için çabalamayı ve bundan haz duymayı, başına gelen olayları doğru yorumlayabilmeyi, kendisine karşı yapılan bir hata karşısında affedici olabilmeyi, acı dolu bir anıyı sindirebilmeyi, etrafındaki insanlara sorun ya da huzur saçabilmeyi de...

Henüz iki yaşına basmış olan kızımla çocukluğumun geçtiği sokakları, onun adımlarıyla yeniden keşfederken, bir aile belirdi karşıdan. Anne, baba ve iki çocuk vardı. Birbirleriyle öyle güzel şakalaşıyorlardı ki, ister istemez onların bu güzel halleri bizim de gülümsememize neden oldu. Kızım o ailenin yakınına kadar ilerledi, arabanın kapısını açan anne ayakları dışarıda kalacak şekilde, kızıma doğru dönük oturdu, kızım onlarla iletişim kurmaya çalışarak konuşmaya başladı, çocuklara ‘abi’ ‘abla’ diye seslendi. Başlarını onun olduğu tarafa doğru bile çevirmeden sanki orada konuşan biri yokmuş gibi davrandılar. Ben kanım donmuş şekilde olayı izlerken kızımı kendime doğru çekme çabasına girmiştim. Küçücük bir kız çocuğu iletişim kurmaya çalışıyordu ve karşılık alamıyordu. Bizleri böylesine umursamaz yapan neydi diye düşünmeye başladım ve ardından sadece kendi dünyasına çekilmekte olan çekirdek ailelere dönüştüğümüzü acı da olsa anlamış oldum. O aile bize şu mesajı vermişti; sadece biz varız, bizim acımız bizim sevincimiz var, kapımızın dışında kalan hiç kimse hiçbir şey bizim için bakışlarımızı çevirebileceğimiz kadar dahi kıymettar değil. 

Evet, çekirdek ailelere dönüştük ama iletişimi o çekirdek ailelerde bile sağlıklı kurabiliyor muyuz? Onlara verdiğimiz mesajlar, bizzat yaşayarak anlattığımız şeyler, onların hayrına oluyor mu acaba? Evlâtlarımızın hangi okulları kazanacaklarını, hangi meslek sahibi olacaklarına dair çok plânlar yapıyoruz da, peki nasıl daha ahlâklı, vicdanlı, edepli, dürüst olacaklarına dair plânlarımız ne durumda.

Ve unutulmamalıdır ki; Evlâtlarımıza kurarak birebir öğrettiğimiz, çekirdek ailelerin bir gün gelecek bizlerde dışında kalacağız, Allah izin verirse anneanne babaanne, dede olduğumuzda, sınırlarımızı çizdiğimiz herkesi kapı arkasında bıraktığımız çekirdek aileleri, onlar da kurduklarında, yüzlerimize kapıların kapatılması ihtimaline ne kadar hazırlıklıyız? Evlâtlarımız birer aynaysa, o ayna bir gün gelir en acı şekliyle yüzlerimize çevrilir.

Devamı iıin tıklayın
Heybemden
Av. Mustafa Büyükgüner

 

-“TÜRK” İSMİ; GÖKTÜRK KİTABELERİNDEN DE ESKİ 

-Son Kore gazimiz de vefat etti 

-Ses Bayrağımız “Türkçe” kadim topraklarımızda yeniden dalgalanıyor! 

-Ay Yıldızlı yüzük lâyık olduğu yere döndü

 

Devamı iıin tıklayın
Gaflet, dalalet ve hıyanet
Halis Arlıoğlu

Tarih şuurundan yoksun millî irade ve inanç düşmanı birtakım zıpçıktılar (türedi, görgüsüz, fırsatçı) Abdülhamid'in şahsında işi devlet düşmanlığına kadar götürmüşlerdi. Burada dünyanın dört bir yanına yayılan imparatorluğun kolları da ana bünyeden ayrılmaya yüz tutmuş, devlet artık içteki ve dıştaki saldırılara karşı kuşatılmış bir vaziyetteydi. Eski sistem savaş taktikleri, modern dünyaya uymayan siyaset yöntemi ve eldeki araç gereçler (ordu, yargı, siyaset ve savaş teknikleri) batının çok gerisinde kalmıştı. Kısaca olay Abdülhamid'in ifade ettiği gibi “Ali’nin külahını Veli'ye, Veli'nin külahını Ali’ye giydirmek” şeklinde otuz üç (33) yıl devleti yıkılmaktan korumuş ve salhurde bir devleti o güne kadar getirmişti. Ama yokluk, kıtlık ve savaş görmeyen türedi nesil, İngiltere, Fransa ve Almanya'nın kışkırtmaları ile harekete geçmiş, adı “Jön Türkler” olarak bilinen bu kesim “İttihat ve Terakki Cemiyeti” adı altında son halini almıştı. Buna dair geniş bilgiler Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu’nun “Sultan II. Abdülhamit ve Osmanlı İmparatorluğunda Komitacılar” ve “Ordu ve Politika” isimli kitaplarında mevcuttur. Ayrıca son günlerde o fesat hareketini anlatan, Talha Burak Ünlü’nün “Bir İttihatçı Fedai” isimli kitabında yeterli bilgiler vardır.

Şimdi başlıktaki kelimenin niçin, nerede ve kimler için söylendiği konusuna gelmek istiyorum. Bunun mucidi, patenti ve buluşunun bazı kesimler M. Kemal’e ait olduğu zehabına kapılırlar. Ama aslında bu kelime anonimdir. Bütün lügat ve terimlerde geçtiğini her okuryazar olan bilir. Batıya tahsil için gönderilen oradan Türk-İslâm geleneklerinin düşmanı olarak döndüler. Burada konuyu en iyi anlatan Akif’in şu ifadeleridir:

Günde on kere gelip istedinîz hep verdim

Yine vermezsem eğer millet için namerdim

Yalnız ehline gitsin bu emekler... Olur a

İş bizim Avrupa yârânına benzer sonra!

Hali ıslah edecekler, diyerek kaç senedir

Bekleyip durduğumuz züppelerin tavrı nedir?

Geldi bir tanesi akşam hezeyanlar kustu!

Dövüyordum, bereket versin, edepsiz sustu.

Bir selâmet yolu varmış... O da neymiş? Mutlak,

Dinî kökten kazımak, sonra evet Ruslaşmak.

O zaman iş bitecekmiş… O zaman kızlarımız,

Şu tutundukları gayet kaba, pek ma’nasız,

Örtüden sıyrılacak... Sonra da erkeklerden

Analık ilmini tahsil edecekmiş... Zaten,

Müslümanlar o sebepten bu sefalette imiş!

Ki kadın, sosyete bilmezmiş, esarette imiş!

(Süleymaniye kürsüsünde, Safahat 141) 

İşte batının yüzyıldan beri bize telkin ettiği, içimizdeki gaflet, dalâlet ve hıyanet sahiplerinin dile getirdiği olay budur Ayca bu kelime hazır elbise gibi kişi istediği şekilde giyer ve kullanır. İstenildiği şekilde de başkaları için kullanılır. Peki, M. Kemal bu kelimeyi kimler için ve neden kullanmıştı?

Bilindiği üzere ülke içten ve dıştan ablukaya alınmış, birçok vilâyetimiz elden çıkmıştı. Yeniden bir diriliş başlatmak için kıvrak zekâsıyla insanları kullanmakta pek mahir olan şefimiz, Kürt lider Diyap Ağa başta olmak üzere ülkenin önde gelen kanaat önderlerini, din adamlarını ve halkı yanına çekmek için dinî konular gündeme getirilmişti. Ülkede ordu, silâh ve cephane gibi memleketi kurtaracak unsurlar darmadağın olmuş ve etkisi kalmamıştı Merhum Mehmet Akif başta olmak üzere bütün görevliler harekete geçerek yeniden bir “Diriliş” başlatılmıştı. Bu arada Mehmet Akif'in kürsü ve minberlerde vaaz ve konuşmaları yanında, bunları Anadolu'ya naklettiği “Sebîlürreşâd” dergi ve matbaasıyla millete duyurmakta en önde gelenlerden biriydi.

O yıllarda imparatorluklar, hanlar ve Çarlık Rusyasındaki sefalet ve adaletsizlikleri dile getiren Victor Hugo’nun “Sefiller”i, Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sı, Maksim Gorki’nin “Kışkırtma”sı, Marksizme zemin hazırladığı için Lenin. Stalin ve Mao, aç ve sefil halka pembe ufuklar ve cennet vaat ederek, sosyalizmi onlara cazip göstermiştir. Ama bu halk kendi ülkelerinin devrilmesi, bu liderlerin ülkeye el koyması sonucu nasıl bir cehennem çukuruna düştüklerini anlamışlar, milyonlarca insan, açlık ve sefaletten, zulümden ölmüş ve öldürülmüştür. Ayrıca Hitler ve Mussolini de bu dönemde ülkelerinin başına geçerek zalim bir baskı ve sindirme politikası uygulamışlardır. Hatta bunun etkileri Ortadoğu’daki Mısır’da, Nasır’ın, Enver Sedat’ın ve başkalarının ilgisini çektiği için bunlar da o zalimlerin kopyası ve hayranı olmuşlar, bu Bolşeviklik Hareketi bütün ülkeyi etkilemiş. Türkiye de bundan uzak kalamamıştır. O dönemlerde devrimler, ilkeler, inkılâplar ve laisizm maskesi altında örtülü bir Bolşevizm politikası uygulanarak ilk hedef dine ve dindarlara, mabetlere saldırma şeklinde olmuştur. Bu arada sayısız camiler “cemaati yok” denerek kapatılmış, satılıp talan edilmiş, birçokları da gayesinin dışında ahır, samanlık, depo, nalbant dükkânı, parti binası, bar, pavyon, diskotek gibi eğlence merkezlerine döndürülmüştü. Bununla ilgili pek çok kaynaklar vardır. Necip Fazıl’ın Büyük Doğusu, Sebilürreşad, Serdengeçti gibi dergilerde özellikle merhum Mehmet Şevket Eygi’nin “Cami Kıyımı” isimli eserinde, belgeler mevcuttur.

Ayrıca “Köy Enstitüleri” tarafından çıkarılan dergilerde şu ifadeler yazıyordu: “Senin benim karım diye bir şey yoktur. Bunlar köyün ve halkın ortak malıdır. Eğer bugün komünizmi halka sevdiremiyorsak, suç halkın değil bizim beceriksizliğimizin sonucudur.” Bu tipler kullanılmaya elverişli, harcıâlem komünistlerdi Sürekli şu sloganları tekrarlıyorlardı: “Pis kapitalistler, iğrenç burjuva, rezil komprador.” Bunları kullanan siyasî yapının sloganı daha iğrenç daha rezilceydi. ORDU-YARGI ELELE CHP İKTİDAR. O zamanki beyin yıkayıcı slogan buydu Ama sonradan aynı zihniyet başka alternatifler üretti “Cumhuriyet mitingleri”, “ordu göreve pankartları altında fotoğraf çektirmeler” “vatan ve millet haini PKK yardakçılarıyla yol yürümeler”. Bazı yargı kurumları ise ülkede kangren halini almış olan hırsızlık, soygun, vurgun, çeteleşme, organize suç örgütleri, mafya babaları, dilenci ve hırsızlar alabildiğine yayılmış olmasına ve yüz, yüz elli sabıka kaydıyla sokaklarda gezen haydutlara rağmen bunlara çare bulacakları yerde devletle sidik yarışına girerek, tıpkı bir muhalefet gibi millî iradeye karşı icraat yürütmekte ve 28 Şubatçılara brifing vermekteydiler. Yani yargıyla ordu iş birliği yapıp milli iradeyi gasp edecek, iktidarı altın tepsiyle bu zihniyete ikram edeceklerdi. Bu arada ordunun aslî görevine dönmesi ile içte ve dışta büyük başarılar elde edilmiş millet nazarında değerli olan saygıyı kazanmıştır. Zamanla millî iktidarlar ülkenin kaderine el koydular, halkın geçim derdi düzeldi. Bu çapulcular da iş güç sahibi oldular Kimisi patron oldu, hakaret ettikleri kapitalistlerin hayatını yaşıyorlar. Yani KAPİTALİST KOMÜNİSTLER. Bir kısmı da siyasete atıldı ve bugün millî iradenin önüne takoz gibi takılan seviyesizler o dönemin devşirmeleridir. O zamanlar bir eşek ve atı olmayan, alamayanlar şimdi araba beğenmiyorlar. Dağlar yol, viraneler bağ oldu. Otoyollar, köprüler, tüneller trafiğe yetmiyor. Özellikle şehirler, cadde ve sokaklar, mahalle aralarında araba park edecek yer yok. Fabrikalar araba yetiştiremiyor. Ama bu nankör ve onursuzlar hâlâ aç ve sefalet edebiyatı yapıyorlar.

O yıllarda din adamlarıma kuduzca saldırılıyor, en ağır hakaretler yapılıyordu. Devletin kontrolünde olan “Akbaba Dergisi” başta olmak üzere diğer yayınlar, din adamlarının sarıklarını yılan şeklinde tasvir ediyorlardı. İnanmayanlar “Derin Tarih Dergisi”ne ve eklerine baksınlar. Ayrıca bu saldırı ve hakaretlerden merhum millî şairimiz de nasibini almıştı. Onun kod adı “irtica” idi. Devlet tarafından sürekli takip ediliyordu. En az 25-30 adet istihbarat raporları vardır. Onun için merhum şöyle demiştir: “Ben cani ve hain gibi arkamda, kendi ifadesiyle, hafiye gezdirilmesine tahammül edemediğim için Mısır’a gidiyorum!” (Kaynak: Kod Adı İrtica isimli kitap sayfa 906)

Ayrıca halkın ekonomik durumu bitikti. Yol parası, mal parası, varlık vergisi ile millet bunalmış, kendi malının hırsızlığını yapıyordu. Öküzü ölen bir vatandaş yenisini alamadığı için onun yanına eşeğini koşuyor, o da olmazsa kara sabanı kendi çekiyor, hanımı da sürüyordu. Bunlar hayal değil, acı gerçeğin ta kendisiydi! “Köylü milletin efendisidir." sözü bir aldatmaca ve ütopya idi. Bugün olduğu gibi o gün de köylü, kaba, cahil, tezek ve gübre kokan, çıkarını düşünen hasis bir insandı. Bu gerçeği en güzel anlatan merhum millî şairimiz Mehmet Akif’tir:

Köylünün bir şeyi yok, sıhhati, ahlâkı bitik;

Bak o sırtındaki mintan bile tiftik tiftik.

Bir kemik, bir deridir ölmedi kaldıysa diri;

Nerde evvelki refahın acaba onda biri?

Dam çökük, arsa rehin, bahçeyi “icra” ister;

Bir kalem borca bedel faizi defter defter!

Hiç bakım görmediğinden mi nedendir, toprak,

Verilen tohumu da inkâr edecek, öyle çorak (Safahat) 

Buna rağmen isimlerin başında şatafatlı unvanlar olan bazıları televizyonlara çıkıp halkın içinde bulunduğu yokluk, kıtlık ve sefaleti, o dönemin altın çağı olarak yutturmaya çalışıyorlar.

Ankara Valisi ve Belediye Başkanı olan Nevzat Tandoğan’ın, merhum Osman Yüksel’e söylediği şu sözler tarihî bir gerçektir: “Ulan öküz Anadolulu, sizin milliyetçilik ve komünizmle, devlet idaresi ile ne ilginiz var?! Siz gidin koyun, kuzu, sığır, hergele güdün, çobanlık yapın ve tarım işleriyle uğraşın! Askere çağırdığımızda da gelin asker olun! Alın şu yalın ayaklıları tabutluğa tıkın!”

İnancından dolayı Anadolu insanını dışlayan, fişleyen, aşağılayan ve hayvan nazarıyla bakan ve öyle niteleyen bu ideoloji sahiplerinin makamı, mevkii, unvanı ve sıfatı ne olursa olsun, bunların tümü eğer ve semer kaçkınlarıdır.

Son günlerde bir devrim yobazı, televizyonda şöyle bir hezeyanda bulundu: “Laik Kemalist ülkenin Adalet Bakanı Muhammed’e “Peygamberimiz” diyor. Bu söz kişinin aidiyetini, zihniyetini ve tavrını belli eden bir suçtur ve devrimlere aykırıdır!” Bunun alternatifi olan başka bir müptezel de TBMM’de oradakilerin yüzüne bakarak, “Diyanet’in altı yaş grubundaki çocuklara din eğitimi vermesi anayasal bir suçtur ve devrimlere aykırıdır. Ortaçağ zihniyetinin hortlatılmasıdır.” dedi. Bu saldırı önce dine, sonra diyanet teşkilatına ve bütün bir milletin inancına hayâsız bir şekilde söylenen iğrençliklerdir. Emperyalistlerin kulağı kesiklerine şunu somak gerekiyor: Amerika dışişleri bakanı, İsrail’i ziyaretinde “Ben buraya bir Yahudi olarak geldim, ben gerçek bir Siyonistim.” demiştir. Şimdi bu, kişinin aidiyetini, inancını, ideolojisini ve zihniyetini belli etmiyor mu? Amerika halkı bunu niçin telin ve tenkit etmiyor? Ülkenin kanunları bu adamı niçin cin çarpmışa döndürmüyor? Fakat işin aslı şudur, bu adamların karın ağrısı, din ve dindarlarladır. Kuruluşundan beri sürekli dine taarruz ve tecavüz etmişlerdir.

Şunu merak ediyorum, inanç ve millî irade düşmanı dinozorlar neden hep Türkiye’den çıkıyor? Aslında bunların siyaseti, ideolojileri, zihniyetleri, takip ettiği politikalar hep dine, dindara ve İslâm’ a karşı idi. Yani yadırganacak bir şey yok. Buna tarihî bir belgeyi tanık göstermek istiyorum:

“Biz her ne şekil ve surette olursa olsun, memleket dâhilinde dinî neşriyat yapılarak dinî bir atmosfer yaratılmasına ve gençlik için dinî bir zihniyet fideliği vücuda getirilmesine asla taraftar değiliz. Gazetelerimizin son günlerdeki neşriyatı arasında dinden bahseden ve dinî yücelten bazı yazı, mütalaa, ima ve temsillere rastlanmaktadır. Bundan sonra din mevzuu üzerinde gerek tarihî, gerek temsilî, gerek ima yoluyla ve gerek mütalaa kabilinden her türlü makale, fıkra ve tefrikaların en son on (10) gün zarfında bitirilmesini rica ederim. Devam edenler hakkında gerekli cezaî işlem yapılarak adı geçen yayın organları sürekli kapatılacaktır.” (Türkiye Cumhuriyeti Başvekâleti Matbuat Umum Müdürlüğü İç Matbuat Dairesi, 17 Mayıs 1942, Sayı 658) (Vekil adına: VEDAT NEDİM TÖR) Ayrıntılar, Burhan Bozdağ’ın “İşte Zulmün Belgesi” isimli kitabında mevcuttur.

Bununla yetinilmeyerek mahut siyasî yapı tarafından 10 Mayıs l946’da camileri halk evine, halk evlerini camiye çevirme ve camilere sıra konulması kararı alınmıştır. Buna rağmen hâlâ uyumakta olan İslâmî kesime merhum Akif’ten bir uyarı notu aktarıyorum:

Düşman sesi değil kardeş sesidir

Uyan bu sesten

Kalkınca bakar ki akşam olmuş

Vaktiyle uyanmayan bu sesten.

Oysa din faktörü mecburen ve günün şartları gereği öne çıkarılıp köyde ve kentlerde bütün din görevlileri başında sarık, sırtında cübbe, ellerinde silâh olarak halkı teşvik edip heyecana getirmişlerdir. Öyle ki ülkedeki kanaat önderleri, din adamları eşliğinde Hacı Bayram Cami önünde sarıklı cübbeli zevatla hatim ve Buharîler okunarak Cumhuriyet kutlanmıştır ama şimal yani kuzey taraflarından estirilen havaya kapılarak ordudaki silâh arkadaşları dâhil mecliste işbirliği yaptığı ve birlikte çalıştığı arkadaşlar bu yeni sisteme itiraz ettikleri için “meşhur ifade” karşı kesimdekileri ima ve itham için kullanılmıştır. Bilahare o günkü heyetin başındaki sarıklar, sırtındaki cübbeler, sakal ve çarşaflar “dinî kisveler” rejim ve sistem için tehdit ve tehlike oluşturmuş bunlar suç unsuru olarak telakki edilmiştir. Bununla da kalmayarak ülke geneline darağaçları kurulmuş bir hiç uğruna bir çok ilim, fikir, siyaset adamları, din görevlilerinin hayatına son verilmiştir. Serpuş için onca cana kıyılmış, ülkede devlet terörü estirilmiştir. Ama bu nesnenin vatandaşın refahına, ülkenin kalkınmasına ne sağladığı düşünülmemiş, fakir halktan zorla alınan bu paralar Fransa’ya aktarılıp içerde de bir sabataist milyoner yapılmıştır. Bu ülkede inanç ve millî irade düşmanlığına odaklanmış siyasi bir yapı vardır. Bu düşmanlıklarını da laisizm ve devrimler maskesi ile yürütmektedirler. Nitekim uzun yıllar başörtü zulmü “kamusal alan, katsayı ve ikna odaları” mezalimi bu şekilde yürütülmüştür. Ama benim esas kastettiğim ve üzüldüğüm nokta, o cümlelerin bugünkü Müslüman kesimler için de geçerli olmasıdır.

Örnek olarak bir pespaye bütün milletin gözünün içine bakarak televizyonlarda şu hezeyanda bulunuyor: “Sizin de inandığınız o Allahınızın da belâsını versin!” Ayrıca İzmir’in minarelerinde komünist “Çav Bella Marşı” çalınarak, o iğrençliği alkışlayanlara karşı Müslüman kesimden hiçbir tepki, itiraz ve ilinti duyulmamıştır. Bununla beraber “Taksim’de kilise havra ve sinagoga evet, camiye hayır!” kampanyası yürütüldü. Yaralar çok derin, saldırılar çok iğrenç ama namazlı niyazlı, haclı ve umreli Müslümanlar ve diğerleri bu iğrençliklerden zerre kadar rahatsız olmuyorlar, bir itiraz sesi duyulmuyor! Bütün Müslümanları yüzyıldan beri ağlatan, gözyaşı döktüren Ayasofya’nın kapanışına alkış tutup açılışına yuh çeken bir toplum içinde yaşıyoruz. Hatta malum siyasî yapı elemanları açılışa bile gelmeyip alternatif toplantılar düzenlediler. Bu konu ve olayın meydana getirdiği tahribatlar o kadar derin ve yaralayıcı ki sahifelerce yazılsa insanın bu acıları teskin olmuyor, öfkesi yatışmıyor. Burada merhum Osman Yüksel’in Ayasofya hakkındaki bir şiiriyle konuyu bitirmek istiyorum:

“Ayasofya! Ayasofya! Seni bu hale koyan kim?

Seni çırılçıplak soyan kim?!..

Hani nerede?

Gönüllerden kubbelere,

Kubbelerden gönüllere

Gürül gürül akan Kur’ân sesleri?

Kur’ân sesleri dindirilmiş.

Müslümanlar sindirilmiş!

Allah-Muhammed-Hülafa-i raşidinîn

İsimleri kubbelerden yerlere indirilmiş!

 

Fethin, Fatih’in mabedinden kitab-ı mübini.

Bu ulu dinî kaldıran kim?

Dinîmize, imanımıza saldıran kim?

Mabedimin göğsüne uzanan namahrem eli

Kimin elidir?!

Söyle Ayasofya, söyle.

Seni puthane yapan hangi delidir?!...

 

Elleri kurusun, dilleri kurusun!

Ayasofya! Ayasofya! Seni bu hale koyan kim?

Seni çırılçıplak soyan kim?!... 

Sonuç olarak bugün Osman Yüksel Serdengeçti, Necip Fazıl ve diğerleri gibi Ayasofya’ya ağıt yakan, gözyaşı döken değerlerimizden mahrumiyetin hüznünü ve acısını yaşıyoruz.

Asıl gaflet, dalâlet ve hıyanet içinde olanlar, sistemin üretip milletin başına belâ ettiği PKK, DHKP-C, FETÖ ve diğer şer odakları ve onlara yardım ve yataklık yapanlar ve sempatizanlarıdır.

NOT: “Milli Şef” döneminde ateizm, materyalizm, Marksizm gibi inanç ve millî irade düşmanları zirve yapmıştı. Hattâ dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in desteği karşısında azan komünist militanların sorumlusu olarak görülen bu adam hakkında Kenan Öner onu dava etmiş ve uzun süren bu davada Kenan Öner haklı çıkmıştı.

Devamı iıin tıklayın
Olayların düşündürdüğü
Gözlemci

“EL ATINA BİNMİŞ” 

CHP, MECBUR... 

“EY DOKTOR SIRA SENDE!” 

BOŞU BOŞUNA 

KENDİNİ TEST ET 

ARABESKE METHİYE

Devamı iıin tıklayın
Bismillah
Emine Öztürk

Birkaç kere çaldıkları, üzerinde Besmele yazılı kapı yavaşça ardına kadar açıldı. İçeriden hızla kaçıp yayılan sıcak hava yüzlerini yalayıp soğuktan uyuşmuş bedenlerini sarıp sarmalayıverdi. 

“Hoş geldiniz, hoş geldiniz!’’ diyerek davudî sesi, dudaklarıyla değil gözleriyle gülümseyen, pembe yanaklı çehresi, şefkat dolu kollarıyla tek tek sarıldı Ayşe. Sıra Rahma’ya gelince ikisi de durup bir an birbirlerine baktılar. Rahma’nın bütün azalarından hüzün akan duruşu içini parçaladı Ayşe’nin. Kıyafetleri gibi sürmeli gözleri de karalar bağlamış, yastaydı sanki. Bu hüznü dağıtmak, bir nebze içine su serpmek istedi. Rahma derin bir nefes aldı. Az önce bordo renkli, boyunu olduğundan uzun gösteren elbisesi, pamuk gibi bembeyaz başörtüsü, ferahlıkla birlikte ulvî bir nefes üfleyen gül kokusuyla karşısında duran kadın, sımsıkı sarılıyordu annesi gibi.

Annesinin en sevdiği çiçekti gül. Zeytin ağaçlarının gölgelediği bahçelerinin her köşesini rengarenk güller süslerdi. Gün ağarırken bahçede güllerin arasına oturup onlarla konuşan annesi, Halep çarşılarından gül yağı getirtip sürerdi bileklerine, boynuna. Kurutulmuş gül goncası katardı içtiği sulara. Sıcak yaz akşamlarında avlusuna gelen komşularına gül şerbeti ikram ederdi. Çok özlemişti annesini. 

Ayşe, Rahma’yı yavaşça kollarının arasından bıraktı, elini tuttu, yer gösterdi sofrada. Buyur etti hepsini. Bembeyaz, kenarları sırma işlemeli masa örtüsünün üzerinde birbirinden güzel, çeşit çeşit yemekler bir hizada diziliydi. Önlerine konulan, yarıya kadar doldurulmuş, üzerinde kokulu dumanlar tüten çorba kasesi, sağında katlanmış peçetenin üzerine uzanmış çatal, kaşıkla beraber ezanı bekliyorlardı.

En son ne zaman böyle bir sofraya oturduğunu hatırlaması için zihnini iyice kurcalaması gerekti. Dehşet günlerinden birkaç ay önce toplanmıştı; eş, dost, akraba, konu, komşu. Kazanlarla yemekler yapılmış, bahçelerine, evlerinin önündeki sokağa uzun sofralar kurulmuştu. Oturduğu gelin koltuğunun yanındaki damat koltuğuna sokaktan geçerken genç kızların pencerelere üşüştüğü, ailesinin gözbebeği, komşularının oğlu Abdurrahman oturunca heyecandan lokmalar boğazına dizilmiş daha aşağıya inememişti. Her gün eşinin işten gelmesini pencerenin önünde bekler, sokağın köşesinde belirince kapıya koşardı. Birlikte sofraya oturur neşe içinde, ayrı geçirdikleri vakitleri anlatırlardı. Abdurrahman’a her gün bu çorbadan yapsa, bıkmadan usanmadan, ilk defa yiyormuşçasına iştahla yerdi. Burnunda tütüyordu hepsi, en çok ta canının yarı parçası eşi. Kim isterdi ki öksüz, yetim, dul, kimsesiz kaldığı vatanından her şeyi geride bırakıp ayrılmayı, sevgiyle kucaklayanların aksine otobüste yanı boş olduğu halde oturmayıp tırmalayıcı, küçümseyici bakışların arasında kalmayı, hiç bilmediği topraklarda tutunup nefes almaya çalışmayı… 

Ayşe “ezan okunuyor, buyurun’’ deyip sularını verdi misafirlerinin. İftar topu patladı. Rahma gözlerini, kulaklarını kapadı. Zifiri karanlık geceyi yırtıp gündüze çeviren bombalar ardı ardına patlıyordu. Bir patlamada taşlar havada uçuşuyor, toza dumana bulanıyor, bir patlamada kızıla boyanıyor, kocasının sımsıkı tuttuğu eli soğuyor, buz gibi oluyor, bir diğer patlamada sesler, çığlıklar, kızıl dumanlar, her şey kayboluyor, uçsuz bucaksız, deliksiz bir ölüm karanlığı kaplıyor her yeri. 

İki damla yaş süzüldü yanaklarına doğru. Okunan iftar duasıyla açtı gözlerini. Elini karnına koyup okşadı. “Bismillah” dedi, her şeye…

Devamı iıin tıklayın
Yaşanan pişmanlık
Yaşar Akyay

Mahlûkatın en şereflisi ve varlıkların halifesi olabilecek formatta yaratılan insan, ya hayatın hakikatini anlayıp güzel şeyler yaparak arzu edilen kıvama gelip, toplumun yararını gözeten diğerkâm bir insan, yaratanın hukukunu gözeterek de şükreden bir kul olur. Ya da hak ve hakikatten uzak bir hayat yaşayarak toplumun değil şahsının, Rabbinin değil nefsinin arzularına uyarak pek çok hatalı ve yanlış şeyler yapabilir.

Şahsının menfaatini, nefsinin arzularını esas alan bir kimse, sorumlu olduğu hayat imtihanından habersiz olması nedeniyle, verilen hayat sermayesi ile ebedî bir mutluluk yurdunu inşa etmek yerine, bu sermayeyi ayrılıp gideceği dünyevî hazlar için harcayıp tüketebilir. Böyle bir hayat anlayışı ile hareket eden kimse, hem dünyanın mutluluk ve huzurundan mahrum kalır hem de ebedî mutluluk yurdunu kaybeder.

Hayatın hakikatini anlayıp, imtihanın sırrını çözüp, kulluğunu idrak edip, istikamet üzere yaşayarak topluma yararlı olabilen talihli insanlar hariç olmak üzere, bu yazımızda şahsının menfaatlerini, nefsinin isteklerini tercih eden anlayışa sahip olan insanların yaşayabileceği pişmanlıkları kişisel itiraflar şeklinde örnekler vererek değerlendirmeye çalışalım.

Aldığım meyve ve sebzeler için manava, diğer gıda maddeleri için markete, sunulan ikramlar karşılığında restorana bedel ödediğim halde, saydığımız bütün bu gıdaları: Güneşi ve ayı, havayı ve rüzgârı, bulutu ve yağmuru hizmet ettirip kara toprağın bağrında yaratarak bize sunan yaratıcıya ödemem gereken bedeli ödemeyi ihmal ettim.

Hayatımızın temel ihtiyaçları olan elektrik, doğalgaz ve su için tahakkuk ettirilen faturaları ilgili kurumlara geciktirmeden ödediğim halde, dünyamızı ve hanemizi ısıtıp aydınlatan güneş için, suyun oluşmasını sağlayan bulut, hava ve rüzgâr için bir karşılık bir bedel olması gerektiğini düşünemeyip yaratana karşı vefasızlık yaptım.W

Bana bir bardak çay, bir fincan kahve, bir tabak yemek ikram eden arkadaşıma nezaket gereğidir diye teşekkür etmeyi ihmal etmediğim halde, asıl mün’im-i hakiki (nimetin gerçek sahibi) olan yaratıcıya şükretmenin bir kulluk ve nezaket gereği olduğunu idrak edemedim ve insanî değerleri sergileyemedim.

Dara düşüp, zorda kaldığımda elimden tutup beni ayağa kaldıran diğerkâm (başkasını düşünebilen) bir insana minnet duydum, ama gözüme nur, dizime derman, dilime ferman verip, gönlüme merhamet yerleştiren Rabbime minnet duymam (borçluluk hissetmek) gerektiğini anlamaktan aciz kaldım.

Telefon, televizyon ve bilgisayar gibi teknolojik âletleri üretip insanların hizmetine sunan kimselerin becerilerine hayran kalıp onları can-ü gönülden tebrik ettim. Ancak bu saydığımız teknolojik âletlerin üreticisi olan insanların akıl, zekâ ve beyninin yaratıcısı olan Rabbimin yarattıkları karşısında düşünüp, tefekkür ederek bunun sonucunda da şükredemedim.

Yollarda gıda maddesi, inşaat malzemesi, harp sanayi ürünleri, sağlık malzemeleri, tarım ürünleri ve enerji üretim malzemeleri taşıyan kamyon ve tırları hayranlıkla seyrettim. Fakat vücudumun her tarafına vücudun ihtiyacı olan maddeleri taşıyan alyuvarları yeterince tanıyamayıp, o organizmayı inşa edip, işleyen sistemi kuran Rabbime suphanallah diyerek O’nu eksik sıfatlardan tenzih ederek eşrefi mahlûkat olma şerefine eremedim.

Bir ülkenin güvenliğini sağlamak için kurulan kara, deniz ve hava kuvvetlerini, buralarda yetişen ve ülkesi için canla başla mücadele eden, gerektiğinde candan bile vazgeçebilen askerlerimizi hayranlıkla izleyip takdir ve tebrik ettim. Ama vücudumda mikroplara karşı savaşan akyuvarları yeterince tanıyamayıp, bu işleyiş karşılığında yaratıcımıza elhamdülillah diyerek şükredip kalbimi tatmin edebilme olgunluğunu gösteremedim.

Caddeleri aydınlatan lambaları, sarayları ve salonları aydınlatan avizeleri, araçların yolunu aydınlatan farları, çevreyi aydınlatan projeksiyonları görünce, bunları yapan elektrik mühendislerini takdir ederken: Sayısını dahi bilemediğimiz yıldızları, gezegenleri, dünyamızın lambası olan güneşi ve gece lambası olan ayı gökyüzüne döşeten Rabbimizin büyüklüğünü anlayıp Allahü Ekber diyerek ruhuma güzel bir esinti gönderemedim.

Bir çiçek, bir ağaç veya bir tabiat resmi çizen ressama, bir köprü, bir baraj, bir saray yapan mimara, bir uçak, bir helikopter, bir tank yapan mühendise duyduğum hayranlığı, ressamlar ressamı, mimarlar mimarı ve mühendisler mühendisi olan yaratıcının ressamlığı, mimarlığı ve mühendisliği karşısında duyup, takdir etme nezaketini gösteremedim.

Emredilip farz kılındığı için yapmam gereken ibadetleri ve ahlâki davranışları yapmayarak günaha girdim. Yasaklanıp haram kılındığı için yapmamam gereken davranışları çağdaşlık ve özgürlük adına yaparak isyan ettim. Toplum hayatındaki ikili diyaloglarda başkalarına zarar vererek kul hakkına girdim. Bu nedenle Rabbimden ve hakkına girdiğim insanlardan beni affetmelerini istediğim halde, şahsımdan af dileyenleri affetme inceliğini gösteremedim.

Günde üç kez sofraya oturup ihtiyaç hissettikçe su, çay, kahve ve meşrubat içerek midemi doyurdum. Dakikada birkaç defa hava teneffüs ederek ciğerlerimi şişirip, kanımın temizlenmesini vesile oldum. Ancak kalbimi ve ruhumu aç bırakıp bunun sonucu olarak da kötülük ve hatalara dalıp günah işleyerek manen kirlendim.

Bana emanet olarak ve imtihan için verilen evlâtlarımın karnını doyurup, sırtını giydirip, en iyi okullarda okuttum. Ama onların güzel ahlâklı bir insan olmaları için ruhlarını ve kalplerini manevî gıdalarla doyurmayı ihmal ettim. Annem-babam beni büyütüp besleyip her türlü eziyetime ve zorluklara göğüs gerdiği halde yaşlandığında onlara yeterince hizmet edip, hürmet gösterip hayır dualarını alamadım.

Dünya hayatında ekmek parası kazanacak bir meslek sahibi olmak için 15-20 yıl okula gittim. Ev veya bir araba sahibi olmak için kredi çekerek 5-10 yıl borçlandım. Günde 5-6 saat telefon, televizyon ve bilgisayar karşısında vakit geçirdim. Kılık kıyafetimi düzeltmek için bile ayna karşısında dakikalarca zaman harcadım. Fakat ebedî hayatı ve Rabbimin rızasını kazanabilmem için gerekli olan ibadetleri yapmaya zaman bulamadığım mazeretini tekrarlayarak ancak kendimi aldattım.

Hayatımın sonbaharına gelip geriye dönüp bakınca, gördüğüm çeşit çeşit hatalar, yanlışlıklar, haksızlıklar, isyanlar ve girilen günahlar sonucunda hissettiğim mahcupluklar, üzgünlükler, duyduğum pişmanlıklar ve fark ettiğim çaresizliklerdir. Her şeye rağmen hayat sona ermeden manevî tahribatı ve kirlenmeyi fark edip yüce dergâha dönüp, af dilemenin mümkün olabileceği ve ruha huzur vereceği inancımı kaybetmedim.  

  Rabbim bu pişmanlıklarımı can boğaza dayanmadan idrak edip tövbeye dönüştürebilmeyi, hatalardan vazgeçebilmeyi ve işlenen hataya tekrar dönmemeye söz verip, affa nail olabilme ve ebedî âlemde pişman ve perişan olmamayı nasip ve ihsan eylesin.

Devamı iıin tıklayın
Firavun düzeni devam ettikçe dünyada mülteci bitmez
Yaşar Erim

Dünya üzerinde İslâmî kuralları benimseyemeyen, kabul etmeyen kim olursa olsun firavun ve nemrudun kurallarına tabidir. Yani Hak ile olmayan şeytan ile olur. Allah’ın düzenini kabul etmeyen şeytanın düzenini yaşar ve yaşatmaya başlar.

Kısaca tarihe bakarsak; Hz. İbrahim “putlara tapmayın bunun size dünyada da, ahirette de faydası yok” dedi, onu düşman bellediler. Haklıydı, doğruyu anlatıyordu, ateşe attılar. Urfa’dan Harran’a, oradan da Kenan illerine göç etti. Hz. Lut, Sodom ve Gomora’ya elçi gitti onlar lgbt idi, “bu hayâsızlığı yapmayın, bu sapıklık” dedi, dinlemediler. Allah orayı terk et deyince Şeria ovasından geçerken, burası Rabbimin özel bahçesiymiş, ne kadar güzel yer dedi. Allahın azabı gelince güzel çirkin ne varsa yok oluyor. Helâk oldular. Hz. Musa ve Harun Firavunla uğraştılar sonunda Kızıldeniz’e doğru kaçmak zorunda kaldılar. Peygamberimiz (sav) El emin idi, Allahın “Oku” emriyle Peygamberliği ilân olunca Mekkeli putperest ve müşrikler düşman kesildiler her türlü zulme ve işkenceye başladılar. Vaziyet yaşanmaz hale gelince Habeşistan’a ve Taif’e göç denemeleri yaptı ve sonunda Medine’ye hicret zorunda kaldı.

Firavunun düzenini devam ettirenler, Haçlı Seferleri ile dünyayı zindana çevirdiler, 600 yıl dünyayı adaletle yöneten Osmanlı İmparatorluğunu yıkarken milyonlarca kanımızı akıttılar, topraklarımızı işgal ettiler. İslâm dünyasını paramparça yaptılar. Oyun bitmemişti, Arzı mevud için iki dünya savaşı yetmedi, artık son perdeye geçilmeliydi. Irak’a kendi adamları Saddam’ı koydular. Fransa, Saddam’a sınırlı sayıda kimyasal silâh verdi, o da Halepçe’de Kürtlere kimyasal kullandı. ABD, kimyasal silâhları yok edeceğiz diye çöl ayıları ile çöl operasyonları ile havadan her yere bomba  yağdırdı.  Kimyasal silâh da yoktu, çünkü elinde olanı gereksizce harcamıştı. Cenevre Anlaşmasına imza koyan devletlerde ABD ile ortak operasyonlara katıldılar. Cenevre Anlaşmasının 4. maddesinde harp zamanı sivillerin korunması maddesi vardır. Ne sivil ayırt edildi ne çocuk hepsi mülteci durumuna düştüler. Rahmetli bizim Özal akıllı adamdı onu bile kandırdılar, hiç unutmam zihnimiz zehir gibiydi, bir koyacağız on alacağız diye demeçler verirdi. Musul Kerkük hayali gerçek olabilir demişti. Aaah Cumhurbaşkanım nerde o günler?

ABD, İkiz Kuleleri kendi vurdu, Bin Ladin vurdu diye Afganistan’ı vurdu taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmadılar. Derken Arap baharını uydurdu. ABD ile Avrupa ülkeleri, bombalama yarışına girip Irak, Suriye ve Libya'yı bombaladılar.  Yemen'i de Arabistan'a bombalattılar. Arap şehirleri harabe ve baykuş yuvalarına döndü. Demokrasi geldi mi yok, milyonlarca insan öldü sakat kaldı evleri, iş yerleri yok edildi. Demokrasi geldi mi? Yok!

İsviçre’deki anlaşmada savaş halinde çocukların korunması, beslenmesi, tedavi edilmesi, iyi niyet temennileri sayfalar dolusu güzel şeyler var. Avrupalılar ikiyüzlü ve çifte standarttır. İsrail askerinin Filistinli 5 yaşındaki çocuğa 55 mermi sıkarak öldürmesini bu imza koyan devletler duymadı mı? Dünya üzerinde ne kadar Hristiyan ve Yahudi varsa girdikleri ülkeleri talan etmeden, yağma yapmadan çıkmıyorlar. Tarihte de böyleydi, bu asırda da böyle, savaş ahlâkını gözeten dünya da tek ülke var o da TÜRKİYE! Türkiye’nin gücünü kırmak için terörü kuran ve ihtilâlleri düzenleyen yine ABD ve İsrail’dir. 40 yıldır para verdiler, silâh verdiler. 32-33 devlet destek verdiler AB dâhil. Şimdi neden destekliyorsunuz diye sorunca, ABD, Belçika, Hollanda, Fransa, Almanya hep bir ağızdan PKK Daiş’le mücadele ediyor, diyorlar. Daiş de sizin eseriniz. Sahtekârların yüzlerini dünya Müslümanları artık görmelidir. Dünya Müslümanları çok acı yaşadılar. Müslümanlara zerre acımadıklarını dünya bunca medyaya rağmen görmediyse, yazıklar olsun. Yahudi ve Hristiyanlar iyilikten de anlamaz. ABD başkanı eğer yüzünü yıkıyorsa bunu Peygamberimize borçludur, dünyaya Peygamberimiz öğretmiştir. İsrail başbakanı Netanyahu taharet biliyorsa bunu da peygamberimize borçludurlar. Dünyaya insanlığı, medeniyeti ve ahlâkı Peygamberler öğretmiştir. Ne yazık ki hiç biri peygamberlerin izinden gitmiyor. Dünyayı zulüm, işkence, kan gölü ve mülteci akınına çevirdiler. Türkiye olarak insanımızı eğitmemiz ve dinimizi öğretmemiz şarttır. Kurtuluş İslâmdadır. Hak ve adalettir. Bir anımla yazımı bitireyim. Doğudan biri Bilecik’e gelmiş gerçek bu ben sordum:

–Abi sen nerelisin?

–Karslı.

–Neden geldin, doğru söyle?

–Vallah PKK’dan, kaçtık, kırda hayvanımızı topluyor, çocuklarımızı dağa götürüyor.

–İyi yapmışsın, yani buraya gelmen doğru, peki oyu kime vereceksin?

–HDP’ye vereceğim.

–Neden?

–Onlar devlet kuracak.

–Sen akıllanmamışsın, HDP eşittir PKK, bunu da tersten okursan yani PKK’y, Komünist Kürt partisi, bu gün malın gitti yarın namus da gider. (Kaynaklar: Tevrat’tan 1-Tekvin 11/31, 2-Tekvin 13/1; 3-Taha Suresi 77)

Devamı iıin tıklayın

ASKIDA ABONELİK: Siz de "askıda abonelik kampanyası"na destek olmak ister misiniz?

Gelecek sayının konusu (124):
Diyarbakır anneleri...

Son Eklenen Yorumlardan
 Merhaba. Mən n Azərbaycandan yazıçı Gülər Natiq İsaq ✍️ Bu şeiri çox b&#... Guler

 Altıntaş Hanımefendinin Ey Güzel şarkısının akorlarını çıkarmak üzere sözlerini aradım ve ne mutlu b... Zafer

 Altıntaş Hanımefendinin Ey Güzel şarkısının akorlarını çıkarmak üzere sözlerini aradım ve ne mutlu b... Zafer

 Süleyman Abdulla. Müasir Azərbaycan poeziyasinin ən görkəmli nümayəndəl... Hikmet

 yüreğine kalemine sağlık hayırlı ve bol okurları olsun.🤍✒️...


Kim demiş okumuyoruz diye?
*Sevmediklerimizin, televizyon ekranlarında ve gazete sayfalarında canına okuyoruz!
*Trafik kazalarında ölenler ve PKK canilerinin katlettikleri için rahmet okuyoruz!
*Törenlerde nutuk okuyoruz!
*Kim ne derse desin, bildiğimizi okuyoruz.
Kardelen: Sayı 3, Aralık 1993
Kudret-i ilahi
Ürəyimin Əsdiyi
Yaşanan pişmanlık
Suriye Türkmenlerinin dilinden
Her şey apaçık
Oğulcan


Ali Erdal - Her şey apaçık
Kadir Bayrak - Nerelisin
Necip Fazıl Kısakürek - Doğuda buhran
Ekrem Yılmaz - Göç mü hicret mi
Ekrem Yılmaz - Zerre
Fatma Pekşen - Mustafa
Dergi Editörü - Hicret şuuru
Site Editörü - Zor sınavımız mültec...
Necdet Uçak - Yüreğim benim
Kardelen Dergisi - Gelecek sayı (124) k...
Kardelen Dergisi - Kalem erbabına...
Kardelen Dergisi - Kardelenden haberler
M. Nihat Malkoç - Gittikçe azalıyoruz
M. Nihat Malkoç - Suriye Türkmenlerini...
Hızır İrfan Önder - İstemem
Berna Pak - Gelecek(siz) çocuk
Ayhan Aslan - Dilenci
Mehmet Balcı - Sevda
Mehmet Balcı - Tükür
Ahmet Çelebi - Kaçıncı bahar
Av. Mustafa Büyükgüner - Heybemden
Halis Arlıoğlu - Gaflet, dalalet ve h...
Murat Yaramaz - Pusula
Murat Yaramaz - Soğuk
Gözlemci - Olayların düşündürdü...
Mahmut Topbaşlı - Asırlık mertebe
Suleyman Abdulla - Ürəyimin Ə...
Cemal Karsavan - Hasrete zincir mi da...
Emine Öztürk - Bismillah
Osman Akçay - Gibi
Bekir Oğuzbaşaran - Türküleri seviyorum
Yaşar Akyay - Yaşanan pişmanlık
Yaşar Erim - Firavun düzeni devam...
Cahit Can - Bu insanlar
İbrahim Durmaz - Kar
Sevdagül Aykar Yıldız - Oğulcan
Mehmet Emin Armağan - Kudret-i ilahi
Saltuk Buğra Bıçak - Sarı yapraklar dökül...
 
 
23 Mart 2005 tarihinden beri
 Ziyaretçi Sayısı Toplam : 15144862
 Bugün : 890
 Tekil Ziyaretçi Sayısı Toplam : 640054
 Bugün : 109
 Tekil Ziyaretçi Sayısı (dün) Toplam : 74
 123. Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 1
 Önceki Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 7
Son Güncelleme: 9 Mart 2025

Künye | Abonelik | İletişim