Kardelen'i DergiKapinda.com sitesinden satın alabilirsiniz.        Ali Erdal'ın yeni kitabı TÜRK KİMLİĞİ çıktı        Kardelen Twitter'da...        Kardelen 32 Yaşında!..       
Anonim eserlerin kıymeti
Ali Erdal

MİLLETLERİN karakterini, seciyesini, tıynetini, mizacını, en açık ve net olarak “ANONİM” eserleri ortaya koyar:

Atasözleri, türküler, maniler, halk hikâyeleri, masallar, tekerlemeler, bilmeceler ve destanlar... Çünkü bunlarda ortak şuur, kültür, tecrübe, kanaat, inanış, üzüntü vesaire vardır. Ortak dersler alınmıştır... Tecrübeler edinilmiştir... Ve eserler bütün milletindir. Dilden dile, nesilden nesile, gönülden gönüle aktarıla aktarıla, geliştirile geliştirile, işlene işlene... Bu eserler ortaya çıkmıştır ve eserdeki imza millettir. Toprağın altında kömürün binlerce yılda elmasa dönmesi gibi... Nohut kadar kar topağının yere binaları yıkacak çığ olarak inmesi gibi... Bunun için milletin karakterini, mizacını “anonim” eserler daha açık ve net olarak belirtir. Anonim eserler içinde de, destanlar en çok... (Türk Kimliği, s. 78; Ali ERDAL)

Devamı iıin tıklayın
Sıradan bir filme bu alâka niçin?
Ali Erdal

Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize ve Ocağınıza olsun...

Dede Korkut Destanları’nı, TRT ekrana getirdi... Dikkat ettiniz mi, hiç alâka görmedi... Tanıtımları yapılırken ve gösterilirken kime destanlardan bahsettimse aldığım cevap kocaman bir ilgisizlikti. Sorduklarımın çoğu, benden öğrendi, destanların televizyon filmi yapıldığını... Yüzlerden aynı durum okunuyor. Öğrenenler de pek seyretmeye hevesli değildi. Niçin acaba bu ilgisizlik ve kayıtsızlık? Halbuki... Hep biliyoruz ki, bir filmin oynadığı akşam hayat durur... Ben bir akşam yolculuktan geldim. Söz konusu filmin başlamasına on dakika var. Durakta dolmuş bekliyorum, eve gideceğim... Sokaklarda in cin top oynuyor... Dolmuş bomboş geldi ve sadece beni götürdü. Yolda bana, konuyu söylemeye bile lüzum görmeden şoför, “Yetişiriz abi!” dedi.

Hale bakın... Destanlar, ilgi görmüyor; bir mafya filmi destan gibi seyrediliyor... Bunun üzerinde düşünmek lâzım. Millet mafya filimlerine mi merak sardı, kendi destanlarından mı uzak? İkisi de mi?.. Bunlar da pay sahibi tabiî ki... Ama asıl sebep, TRT’nin suyu sıkılmış limon gibi, posa birtakım maceraları göstermesi millete, Dede Korkut Destanları diye... Ruhsuz... Yerleşik medeniyete ulaşamamış göçebelerin tuhaf davranışları ve başlarından geçen olaylar... (Vikingler)in maceraları kadar bize yabancı... Tamam... TRT’nin filimlerine ilgisizliği anladık... Ya bahsi geçen filme alâka niye... Hem de bütün bir milletin... Bu ortak ilgisi neye?

Önce şunu belirtelim, böyle ortak ilgi, bir temele dayanmadan olmaz. Ortak bir temele... Bütün milletin iştiraki; millet vurdulu kırdılı filimleri seviyor kardeşim, gibi basit bir izahla geçiştirilemez. Bir dip şuura, bir derin şuura... Derin bir sebebe dayanır...

Hani psikologlar, bazı davranış bozuklukları için, sebebi çocukluğunda gizli, onu bulup ortaya çıkarmamız lâzım diyorlar ya... Onun gibi biz de bu sorunun cevabını milletin karakterini belli eden ortak eserlerinde, ortak idrakinde aramalıyız.

Milletlerin karakterini, seciyesini, tıynetini, mizacını, en açık ve net olarak “anonim” eserleri ortaya koyar: Atasözleri, türküler, maniler, halk hikâyeleri, masallar, tekerlemeler, bilmeceler ve destanlar... Çünkü bunlarda ortak şuur, kültür, tecrübe, kanaat, inanış, üzüntü vesaire vardır. Ortak dersler alınmıştır... Tecrübeler edinilmiştir... Ve eserler bütün milletindir. Dilden dile, nesilden nesile, gönülden gönüle aktarıla aktarıla, geliştirile geliştirile, işlene işlene... Bu eserler ortaya çıkmıştır ve eserdeki imza millettir. Toprağın altında kömürün binlerce yılda elmasa dönmesi gibi... Nohut kadar kar topağının yere binaları yıkacak çığ olarak inmesi gibi... Bunun için milletin karakterini, mizacını “anonim” eserler daha açık ve net olarak belirtir. Anonim eserler içinde de, destanlar en çok...

Niçin? Şunlardan dolayı:

Destanlar uzun sürede meydana gelir. Uzun sürede meydana gelmek, üstü üste yığılıp birikmek değil sadece... Mayalaşma... Hamurun ve yoğurdun mayalaşması gibi... Yerli yersiz ve çoğu kere yanlış kullanıldığı için sevmediğim bir kelimenin yeri geldi, “oluştuğu” için... Dolayısıyla her türden insanın ve mizacın payı olur destanlarda... Bir çeşit millî mutabakat... Şimdi “konjonktür” diyorlar ya; işte öyle... Bu sebeple destanlar milletin kimliğidir, bizim çok güzel deyimimizle kafa kâğıdıdır. Ancak millet olan toplumun, yani bir inanç etrafında toplanmış toplumun destanı olur; yani kimliği olur. Amerika’nın destanı yok... Yani kimliği yok... İyi teşkilâtlanmış para babalarının iyi donanımlı çetesi. Demokrasi maskeli... Onun için çok kolayca zulme âlet edilebiliyor...

Destanı zaman içinde millet doğurur, destan da zaman içinde milleti yoğurur. Emme basma tulumba... Yumurta tavuk misali; millî kimlikten doğan, millî kimliği, mizacı geliştirir, sağlamlaştırır. Ama biz şimdi Dede Korkut Destanları’ndan fazla bahsedemeyeceğiz. Hattâ, herkesin onları bildiğini kabul edeceğiz.

Sadece milletlerin değil, fertten kıtalara kadar bütün toplumların, coğrafyaların, yaratılış türlerinin mizacı var. İbrahim Hakkı Hazretleri, tipleri, coğrafyayı, gıdaları tasnif etmiş. Uzun boylular şöyle, kulağı şu şekil olanlar böyle diyene kadar... Biz de şimdi destanlarımızdan sadece Dede Korkut Destanları’na bakıp, Türk milletinin millî mizacını görmeye çalışacağız... Seciye, tıynet... Bazıları “dip şuur” diyor... Bu tabiri sevmiyorum... Millî şuur diyorum... O da yetmiyor... Derin millî şuur... Millet hafızasının derinlerinde, derinliklerinde, derinlerde bilmediğimiz, anlayamadığımız bir şekilde gizli ortak şuur... Genler gibi, millet fertlerine yerleştirilmiş gizli kodlar...

Vezirle padişah iddiaya girmiş... Vezir demiş eğitim asaletten, yaratılıştaki tıynetten, seciyeden üstündür... Padişah aksini... Vezir iddiasını ispat için padişahı yemeğe davet etmiş. Hizmetin hepsini çok iyi eğitilmiş kediler yapıyor... İki ayakları üzerinde yemekleri taşıyorlar... Padişah, onun bu faaliyetinden haberli. Önceden hazırladığı fareyi kutusundan çıkarıp salıveriyor. Bütün kediler, onca eğitime rağmen ellerindekileri fırlatıp, farenin peşine düşüyor...

Bunun gibi biz de milletlerin; her şeyi aşan, ezen, eriten derin şuurunu arıyoruz... Bir bakıma alın yazısı... Bilinçaltına girip, çocukluğuna döndürerek bilgi alan doktorlar gibi, destanlara bakıp derinlerdeki millî şuuru görmeye çalışacağız.

Barda çeşitli milletlere mensup kişiler içki içiyor... Fıkra bu ya... Hepsinin bardağına birer sinek düşüyor... İtalyan öfkeyle bağırıp çağırarak orayı terk ediyor. İngiliz soğukkanlı bir şekilde sakin adımlarla çıkıp gidiyor (Bunun hesabını sorarım). İrlandalı bunun hesabını soracağım, diye bağırıyor... Orada bir de yamyam var... Sineği bardaktan çıkarıyor ve ağzına atıp içkisini yudumluyor... Yahudi de sineği bardağından dikkatle çıkarıyor, bir peçetenin üzerine koyduktan sonra yamyama uzatıyor ve bir dolara satarım diyor...

İyi güzel millî mizacı, şuuru destanlarda arayalım da, önce bir kıyas lâzım... Şimdi şuraya bir çizgi çizsek ve sorsak, bu çizgi kısa mı uzun mu?.. Kimse ne diyeceğini bilemez, söylenenler birbirini tutmaz... Ama iki çizgi çizsek, herkes uzunu kısayı söyler. Biz de kıyas yapabilmek için başka milletlerin destanlarından kısa örnekler vermeliyiz...

İlk örneğimiz, Çin ve Tibet’in ortak destanı: Kral Gisar Destanı... Tamamı şiir... Rakamlara ve bilgilere dikkatinizi çekerim... 120 cilt, 1 milyondan fazla mısra, 20 milyondan fazla kelime... Derlemeleri halâ devam ediyor... Çin’de 10’dan fazla üniversite üzerinde çalışıyor. Fakülte değil, üniversite... Hem de 10 tane... Dede Korkut Destanları topu topu 12 hikâye... Bugünkü baskılarla 150 sayfa... Bu kadarcık şey için bile... Bir üniversitede bir kürsü bile yok... Hattâ tez hazırlayan bile yok... Destanlarımızın insanlığa sunulması bile bize ait değil. TRT’nin destanlarla ilgili filimleri alâka görmüyor... Sebep nerelerden başlıyor, görüyorsunuz... Üzerinde ter dökmeden, kafa patlatmadan yapılan filimler işte böyle dandik olur... Millet de seyretmez... Millet bunları bilmeden bilir, arızanın ne olduğunu bilmez ama hisseder... Ve uzak durur.

Çin destanı şöyle... Evvel zaman içinde tabiî afetler gelir insanlığın başına. Kötü ruhlar yayılır... Canavarlar, ejderhalar... Sevdikleri hayvan bile milletin nüfusu gibi cüsseli. Halk perişan olur ve yücelikler âlemine sığınır... Şu protokola bakın... Halk Şefkat Tanrıçası’na yalvarır: Halimizi ve talebimizi Buda’ya arzet... O Gök Tanrısı’na söylesin, Gök Tanrısı da oğlunu bize kurtarıcı olarak göndersin... Kurtarıcı da pat diye gelmiyor. Bu kadar felâkete rağmen hiç aceleleri yok... Kurtarıcı, yani Gök Tanrı’nın oğlu, doğumla insan olarak dünyaya geliyor... Neyse ki, hızlı büyüyor... Dünyayı kurtardıktan sonra annesi ve eşiyle beraber gidiyor. Sakin, sessiz millet, destanı da öyle... Bakın kurtarıcı kendilerinden biri değil... Bizim Oğuz Kağan, 40 günde büyüyor, hemen et yiyor, evleniyor; hem de iki eş alıyor. Ve hemen arkasından sıra diğer milletlerin kendisine tâbi kılınmasına geliyor. Destandaki ifadeyle, “başlıya baş eğdirmeye, dizliye diz çöktürmeye”... Çinliler, destanları gibi aksiyondan uzak... İşkenceleri bile sakin... Çin seddi ortada... Düşmanlarından kurtulmak için, onlarla mücadele etmek yerine, önlerine set yapıyorlar. Nüfus potansiyeline rağmen, dünyada söz sahibi olmak iddiasında değiller.

Hintlilerin iki destanı, sanki birbirine yabancı iki millete ait... Destanı birbirine zıt olan Hindistan, tezatlarla dolu bir ülke... Biri çok hisli... Ramayana... Ortaya çıkışı bile hisli ve romantik... Bir avcı bir çulluğu öldürür, eşi ölen çulluk, ağıtlar söyler... Şiir halinde... Bunu gören Bilge Valmiki de şiirler söyleyerek ona katılır. Bundan razı olan tanrı Brahma bu iyi kula görünür ve iyi kral Rama’nın hayatını şiirle anlatmasını emreder. Destanlarının yazılma emri bile ötelerden...

Diğeri Mahabarata... Ramayana’nın sadeliğine tam zıt... Anlatılacak gibi değil... Uzay savaşları ve kurgubilim filmleri gibi... Akıl almayacak icatlar ve savaş sahneleri... Canavarlar, yaratıklar... Zengin bir hayal gücü... Batılı bilim kurgu filimlerinin kaynağı imiş... Destanları mistik, millet de öyle... Destanları gibi tezatlarla dolu bir ülke ve kahramanlar... İneğe, hattâ fareye tapmalar, çamurlu Ganj nehrinde yücelik aramalar. Mistik bir anlayışla çivi üzerinde yatan Hint fakirleri... Müsbette de büyük evliyalar... İkinci binin yenileyicisi İmam-ı Rabbanî Hindistan’ın Serhent kasabasından... Pek çok velâyet kolunu şahsında birleştirmiş, halâ devri devam eden, sahabeden sonra en büyük veli...

İran destanı Şeyhname’de, bizim “Acem palavrası” deyimimizi haklı çıkaracak bir mübalâğa... Tarih boyunca kendilerini mübalâğa ettiler... Kahraman, Zaloğlu Rüstem... Yumruğuyla kayaları tuz buz ediyor; demirleri büküyor. Kopardığı için zincirlenemiyor. Bizde atasözüne bile girdi: “El yumruğu yemeyen, kendi yumruğunu Zaloğlu Rüsteminki sanır”. Destanda şöyle övülüyor Zaloğlu: Afrasiyap’ı bile yendi. Afrasiyap, bizim destanlardaki Alp Er Tunga... İslâm’ı teslimiyetle değil, “sen sensin, ben de benim” edasıyla itikada varan yorumlar katarak, âdetâ pazarlık eder gibi kabul ettiler. Menfide Şia... Müsbette İmam-ı Âzam... İslâm büyüklerinden biri söylüyor: “İsa Aleyhisselâm’ın ümmetinde bir İmam-ı Âzam olsaydı, İncil’e insanların dâhil ettiklerini bir bir ayıklardı”. Bugünkü politikası, destanlarına uygun...

Yunan destanları, mitleri, daha doğrusu efsaneleri… Kimin eli kimin cebinde belli değil... İnsanlar ve tanrılar birbirine girmiş, kısır çekişmeler içindeler... Nefsî kavgalar... Tanrılar kadınlara göz koyuyor, kahramanlar onlarla mücadele ediyor vesaire... Bir “Megola idea” (Büyük ideal) attılar ortaya... Kocaman bir balon... Efsaneleri gibi unutuldu gitti. Ara sıra şöyle bir fino gibi yaygara koparıyorlar. Avrupa’nın şımarık çocuğu… Bir türlü büyüyemeyen ve çoğalmayan bücür.

Uzun lâfın kısası, “Anasına bak, kızını al; kenarına bak, bezini al” misali, destanlarına bak, milletini tanı. Mizacını tesbit et... Mizacın iyi veya kötü olması değil söz konusu... İyiye de kullanılabilir, kötüye de... Fotoğraf çeker gibi tesbite gayret ediyoruz. Bunu anlamada en kolay örnek Hz. Ömer’in mizacı... Müslüman olmadan önce kimsenin cesaret edemeyeceği bir işe cüret edebiliyor... Biliyorsunuz neye cüret ettiğini... Bunun için harekete geçiyor... Yolda, kız kardeşin bile müslüman oldu önce ona haddini bildir dendiğini, kız kardeşinin evine gittiğini, dinlediği âyetlerin tesiriyle orada müslüman olduğunu ve Kâinatın Efendisi’nin huzuruna müslüman olarak vardığını herkes bilir... Ve hemen soruyor, “Kaç kişiyiz?”... “Kırk”... Orada bulunanlar… Bu cevabı alınca, “Kırk kişi meydan yerine çıkar, yürüyün Kâbe’ye!”... İslâm’dan önceki ve sonraki davranışları aynı mizacın ürünü... İş neye kullanıldığında...

Destanlarımızda görülen herkesin bildiği baş vasıf, ziyafet verme, ikram etme, yedirme içirme ve giydirme... Tek kelimeyle cömertlik...

Uşun Koca Oğlu Segrek hikâyesinde... Uşun Koca’nın büyük oğlu Egrek, Bayındır Han’ın sevdiği bir gençtir... Haddini aşıp, beyleri çiğneyip Bayındır Han’ın huzuruna girip başköşeye oturabiliyor. Ters Uzamış, ona şöyle çıkışıyor: “Bre Uşun Koca Oğlu, bu oturan beyler, her biri oturduğu yeri kılıcının emeğiyle almış bulunuyor. Bre baş mı kestin, kan mı döktün, aç mı doyurdun, yalıncak mı donattın?”

Bu ziyafetlerde toplumun nabzı atıyor. Ak koyun, kara koyun burada belli oluyor. Dün olduğu gibi bugün de toplu yemeyi ve ikramı seviyor milletimiz. Böyle büyük organizasyonlarda dünyada bir tane... Ertuğrul Gazi İhtifali’nde “şifalı pilâv” 700 küsur yıldır ikram ediliyor... Dünyada bir benzeri yok. İlâhî Kudret’in emri Hac hariç eşi bulunmayan bir organizasyon. Zaten bu da, o emrin mahsulü. Düğün yemekleri, sünnet yemekleri ve konvoyları, hacla ilgili gelenekler. İstanbul’daki BİL-DER’in vazgeçilmez hale gelen Osman Gazi’yi anma pikniği. 18 yıldır. Yıllardır, kaç idareci değişti, Bilecikliler hıdırellezi devam ediyor. (Bu kitap hazırlanırken devam ediyordu).

Destanlardan makbul görülen en mühim husus, kan dökmek... Böyle deyince bugün hemen akla zulüm geliyor. Destanlarda kan dökmek şu iki mânâya geliyor:

1-Kendisinden kan akmasını göze alacak. Yani fedakâr olacak.

2-Kâfir kanı dökecek... Yani cesur olacak... Cihat yapacak.

16. yüzyılda Köroğlu, aynı mânâyı ifade ediyor:

“Karlı dağların ardından

Yel olup estiğin var mı

Tek başına bu çöllerde

Ordular bastığın var mı”

Fedakâr ve cesur... Kendi nefsini düşünmeyecek, kendinden verecek... İşte kahraman...

Kurtlar Vadisi’nde “bizimkiler”, ölüm ve yaralanmaları hiçe sayıyorlar ve akan kanlarına aldırmıyorlar... Kötülerin kanını akıtıyorlar ve onların hakkından geliyorlar. Filmden hatırlayın... Çakır sahilde bir simitçiye rastlıyor... Kendine ve adamlarına simit alıyor. Adama yüklü bir para verilmesini emrediyor ve “yeğenlerime bir şeyler alırsın” diyor. Tamı tamına değilse de millet, bu dizide mizacından yansımalar buldu...

Destanlarda yiğitlik o kadar büyük bir değer ki, kâfirin yiğidi de bizden sayılıyor: Yani merdi sözünde duranı, hakkı teslim edeni... Destan sonundaki duada ne deniyor: “Allah seni namerde muhtaç etmesin!” Zaman bakımından az örnekle yetinmek, hattâ bazılarını hatırlatıp geçmek zorundayız. Oğlanların ad alması bile yiğitlik göstermelerine bağlı: Boğaç Han... Yiğitlik ispat edilecek... Güçlülükten önce yiğitlik... Sadece erkekler değil, kadınlar da yiğit olacak.

Kanturalı destanında... Kanturalı, evlenmek istediği kızın vasıflarını şöyle sayıyor: “Ben yerimden doğrulmadan o hazır ola, ben karakoç atıma binmeden o binmiş ola, ben kanlı kâfir eline varmadan o varmış ola, bana baş getirmiş ola...” Babası araştırıyor, bu vasıfları Trabzon tekürünün kızında buluyor. Tekfur da deniyor. Kanturalı, gidiyor. Kızın taliplerini Tekür, 3 engelle imtihan edermiş. Başaramayanı öldürürmüş. Kanturalı 3 engeli de aşıyor. Kız ve babası Kanturalı’nın yiğitliğini takdir ediyorlar. Tekür, kırk yere otağ diktiriyor, kırk yere yemek hazırlatıyor. Düğün yapılıyor... Gerdek vakti bakın yiğidimiz ne yapıyor... Destandan okuyalım:

“Oğuz yiğidünün öykeni kabardı. (Öyke, öfke aynı zamanda ciğer... Ciğeri kabardı) Kılıcını çıkardı, yere çaldı, yeri kertti. Ayıttı kim yer gibi kertileyin, toprak gibi savrulayın, kılucumla doğranayın, okumla sancılayın; oğlum doğmasın, doğarısa on güne varmasun, beğ babamun, kadın anamun yüzün görmeden bu gerdeğe girerisem, dedi.”

Bu örnekle yiğitlikle beraber bir vasfı daha görmüş olduk: Eve, ocağa, obaya, aileye, boya, akrabaya, bağlılık şart... Sembole, hakana, komutana sadakat... Değerlere hakezâ...

Salur Kazan’ın tutsaklığı hikâyesinde... Salur Kazan’ın tutsaklığını oğlundan saklamışlar... Delikanlılık çağına ayak basarken öğreniyor. Anasına şu şiirle çıkışıyor:

“Mere kavat kızı, bunu bana niçün demezidin

Ana hakkı Tanrı hakkı değilmiseydi

Kara pulat öz kılıcımı tartaydım

Gafillice görklü başını keseydim

Alca kanını yeryüzüne dökeydim”

Öfkesine bakın, atasına “kavat” diyor… Ana hakkı Allah hakkı olmasa anasını da öldürecek…

Kimliklerini belirtmeleri de eve, ocağa, obaya, aileye, boya, akrabaya, sembole, hakana, komutana değerlere bağlılığı gösteriyor.

Tepegöz, gözünü dağlayan yiğidi tanımak istiyor ve soruyor: “Ey yiğit, yerleşip göçerken yerin ne yerdir, karanlık gecede yolunu şaşırırsan yol göstericin kimdir, büyük bayrak taşıyan hanınız kim, savaş günü önden hücum eden alpınız kim, ak sakallı babanın adı ne, alp erenin adını erden saklaması ayıp olur, adın nedir de bana”. Şuna bakın... Canavarımız bile yiğitliğe değer veriyor. “alp erenin adını erden saklaması ayıp olur” diyor.

Köroğlu ne demişti: “Yiğit namıyla anılır” ve “yiğitlik nam iledir”. Söz konusu filimde nasıl “Abi/Ağabey” olunduğunu herkes biliyor. Basat Tepegöz’e cevap olarak söylemiş, görelim ne söylemiş: “Yerleşip göçerken yerim Gün Ortaç, karanlık gecede yolu şaşırsam umum (yol göstericim) Allah, büyük bayrak taşıyan hanımız Bayındır Han, savaş günü önden hücum eden alpımız Salur oğlu Kazan, atamın adı Kaba Ağaç, anamın adı Kağan Aslan, benim adım Uruz oğlu Basattır.”

Arapça’da deve için 72 kelime varmış... Her biri ayrı bir kavramın ifadesi... Çünkü çölde deve çok mühim... Bizde de yiğitliği ifade eden kelime çok... Yiğit, er, bahadır, kahraman, cengâver, cihangir, muzaffer, mücahit, cahit, celasun, er, asker, nefer, alp, alp er, alp eren, gazi, delikanlı, âbi (ağabey), aslan, pehlivan, koç, koçyiğit, deli... Kabadayılık bile yiğitlik ifade eder. Ayrıca şehitlik ve gazilik... Bütün bu kelimelerin girdiği deyimleri, atasözlerini, bilmeceleri vesaireyi düşünün... Bu konudaki eserleri düşünün...

Yiğitlik deyince öküz gibi kuvvet değil söz konusu olan... Yiğitlerin gözü karadır...

Bakın yiğitler cesur olur demedim... O zaten elde bir... Herkes cesur olmalı... Yanlarındaki 40 yiğitle birlikte... Hepsi de cesur... Bütün destanlarda en çok takdir edilen cesaret... En çok da bizim destanlarda... Bizimkilerde farklı olarak, yiğit; cesaretten de öte gözükaradır.

Tepegöz destanında... Gazadan dönen Basat, Tepegöz belâsını öğrenir öğrenmez, hemen anası ve babasıyla helâlleşip Tepegöz’ü öldürmeye gidiyor... O tepegöz ki, günde 60 adam yiyebiliyor... Yediği hayvanlar da cabası...

Hakkında bilgi toplamak, araştırmak yok... “Babası ağladı, aydur: Oğul, ocağım ıssız koma, kerem eyle, varma dedi... Yok, ak sakallı aziz babam, varırım dedi, eslemedi...” Anında hamle... Bahsi geçen filimdeki icraatları hatırlayın... Ne diyordu Abimiz: “Sonunu düşünen kahraman olamaz!” Ancak Tepegöz’le mücadele ederken soruyor Basat, Tepegöz’e hizmetle görevli iki kocaya: “Mere Kocalar, bunun ölümü nedendir?” Cevap: “Bilmeyiz ama gözünden gayri yerde et yoktur” Destanlardaki hep kahramanlar böyle...

Yiğitler, asil hareket ederler... Yanlarında canlarını vermeye hazır 40 yiğitle beraber...

Salur Kazan ve bütün ailesi, adamları, obası hepsi tutsak edilmiştir... Obayı talan eden kara dinli kâfir Tekür, Salur oğlu Kazan’ın hanımı Burla Hatun’u getirin bize içki sunsun ve bizi eğlendirsin der. Toplu haldeki kadınlara Burla Hatun kim diye sorarlar. Maksadı sezen yiğit kadınlar aralarında bir anlaşma olmadığı halde, hepsi birden “Burla Hatun benim” cevabını verirler. İşte derin şuur...  Adamları bunu Tekür’e anlatınca o da Oğlu Uruz’u kesin, etini pişirin, kadınlara sunun; yemeyen anasıdır, der. Bunu anlayan Burla Hatun, oğluna sorar: “Ne dersin oğul, senin etinden yiyeyim mi, sası dinli kâfirin döşeğine gireyim mi?” Sası: çürük, leş misali... Oğlu Uruz, böyle bir şeyin sorulmasına bile kızar. Daha önce örneğini gördüğümüz şiiri okur: “Ana hakkı Allah hakkı olmasa ve elim kolum da bağlı olmasa senin kanını akıtırdım... Diğer hanımlar bir yesin sen iki ye!..”.

Yiğitler deli denecek kadar gözü karadır. Salur Kazan, obasının başına geleni kendi meselesi olarak görür, onun için kimseden yardım istemez. Tek başına gidecek... Dizide sık sık duyduğumuz cümleleri hatırlayın: “Bu benim meselem, hiç kimse gelmeyecek, ben tek başıma gideceğim.” Çobanı yanında gitmek ister. Israr edince onu bir ağaca bağlayıp gider. Çoban arkasından ağacı söker, ağaç sırtında takip eder, bulur ve yardım eder. Asil hareket, yiğitlik ve gözükaralık bir sınıfa, bir kesime ait değil. Toplum öyle... Ne yapacaklarını kimse tahmin bile edemez. Hesap, kitap, plân, proje, her şey bir yana... Anında hareket, karar ve hücum...

Zamanla yiğitlik o hale gelecektir ki, bir Batılı şöyle diyecek: “Başka ordularda müdafaanın bile terkedileceği şartlar altında Türk ordusunun taarruzu başlar...”

İnanılmış bir dâvâ vardır... Gönülden bağlanılmıştır. Ona, bugünkü tabirle, kilitlenilmiştir. İş, yaptığından emin olmaktan, ne yaptığını bilmekten ibarettir. Genç Osman!.. Destan olan kahraman!.. Bağdat seferine katılmak ister... Sen daha çocuksun, bıyıkların yeni tüyleniyor. Bıyığında tarak duracak kadar büyü, o zaman gel, derler. Tarağı alır... Dudağının üstüne saplar... “İşte tarak durdu!” der. Almak zorunda kalırlar ve şehit olur. Genç Osman Destanı doğar... Şiiri, türküsü... Çanakkale’ye gitmek isteyen yeni yetme de aynı şeyi yapmak isteyince tamam derler... Genç Osman zamanındaki gibi değil, çocuklara bile ihtiyaç var.

İngiltere Başvekili Lloyd George (Loyd Corc), “Türk Milleti sadece birinci sınıf dövüşen bir kalabalıktır” demiş, Çanakkale destanından önce... Herhalde, çekilmek zorunda kalınca anlamıştır... Yiğitlik, canını ortaya koyacak, canını gözden çıkaracak kadar fedakâr olmak... Her şey, göze almaktan ibaret. “Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir!” mısraı her milletten çıkmaz ve kolayca söylenemez! İşte Türk’ün mizacı...

Destanlarda anlatılan yiğitlik, Türk’ün mizacı olmuştur... Zaman içinde müesseseleşerek... Hani “marka olmak” diyorlar ya... Sevmiyorum ve meramımı ifade etmiyor, fakat kolay anlaşılsın diye söylüyorum... Kurumsallaştı, ekolleşti... Öyle ki, bu millet yiğitliği en yüksek seviyede müesseseleştirdi. Şiirini yazdı… Hani kitabını yazdı derler ya!.. Kitabını yazdı yiğitliğin... Kanla... Müesseseleşti dedik... Sayalım...

Bir... Dâvâsını buldu... Canını vereceği dâvâsını: İ’lâ-yı kelimetullah!..

İki... Ordusunu yiğitlerin harman olduğu ocak yaptı ve ordusuna hiçbir milletin düşünemediği ismi verdi: “Peygamber Ocağı”...

Destanlardaki yiğitler, bir hamleye kalkıştığında, adı güzel Muhammed Mustafa’ya salâvat getiriyor. Böyle başlayan derin bağlılık, engin sevgi ve sonsuz saygı, O’nun mübarek adını hafif bir değişikliğe uğratıp, “Mehmet” haline getirdi. Sonra o isme, şefkat edalı bir ufaltma ve sevimlilik eki ilâve edildi: “Mehmetçik”... Yiğitliğin timsali, yiğitliğin adı.... İki demiştik üç oldu... Üç... Yiğitliğin adını koydu, “Mehmetçik”!.. Hem de ne ad!.. Bu konuda Üstad Necip Fazıl şöyle diyor: “Mehmetçiğin makamını şan ve şerefle ölçebilecek, ne bir tartı, ne bir endâze, ne bir kıyas, ne bir mikyas vardır. Ne mutlu Türk Milletine! Ne bakımdan? Allah Resûlü’nün mukaddes has ismini, sırf o isme duyduğu sonsuz saygıdan ötürü hafif bir değişikliğe uğratıp “Mehmed” yapan, böylece İslâm ülkelerinden hiçbirinin eremediği bir ruh iffeti gösteren duygu inceliği bakımından...”

Dört... Yiğitliğin prensibini gösterdi... Söyledi veya beyan etti değil gösterdi... Yaşayarak mı desem, ölerek mi?.. İkisiyle de... Fuzulî söylesin prensibi:

“Cânımı, cânân eğer isterse, minnet cânıma;

Can nedir ki, anı kurban etmeyem cânânıma!..”

Bu fedakârlıkla en çok şehit veren milletiz...

Bugün döviz diyorlar, parti dövizi meselâ... Parti görüşlerini büyük olarak bez afişlere yazmak... Slogan... Anlaşılmak için, anlatabilmek için bunları söylüyorum. Döviz, slogan çok basit. Bir yıldızdan bir yıldıza göklere yazılacak... Kelime bulamıyorum... Döviz... Aşkla ortaya konan prensip: “Ölürsem şehit, kalırsam gazi!” Say say, anlat anlat bitmeyecek kahramanlar... Her biri ayrı bir destan...

Saymaktan vaz geçtim... Rakamlarla heyecanı öldürmeyelim... “Peygamber Ocağı” ordunun haşmeti, heybeti ve gür sesi doğdu: Mehteran... Yiğitliğin şiirleri yazıldı... Şiirlerini yazdık... Sadece hemen ilk akla gelen şairden, Köroğlu’ndan birkaç mısra ile yetinmek zorundayız:

“Köroğluyum, methim merde yeğine,

Koç yiğitler değişmez, cengi düğüne,

Sere serpe gider düşman üstüne

Ölümü karşılar meydan içinde!”

Yiğitlik, yürekle olur... Yiğidin kanından, diyor Köroğlu... Altındaki kırat kınalanmalı:

“Hey ağalar, kızıl kanın alından

Altımızda kırat kınalanmalı...”

Böyle bir şiir, buna “eyvallah” diyecek bir milletten doğar ve onun dili ile söylenebilir.

Ve... Yiğitliğin müesseseleşmesinde en üst seviye... Simge... Yani millî mizacın simgesi, timsali, temsili... Mücerret millî mizacın müşahhas remzi... Bayrak!.. Kırmızısı şehitlerinin kanı... Beyazlığı saflık, temizlik, hak, adalet, insanlık... Hilâli İslâm’ı, yıldızı Türk’ü temsil ediyor... Hilâl kelime-i tevhit, yıldız besmele...

İşte bunun için milletimiz her vesileyle bayrak açıyor, bayrak asıyor... Bizden başka bayrağını bu şekilde ve bu kadar her şey için kullanan yok. Düğünde - bayramda; doğumda - ölümde... Ev yapınca, hacca giderken ve gelirken... Maçlarda... Sevincinde, üzüntüsünde... Ölüsüne, dirisine... Ferdî çıkıştan, meydan toplantılarının her türlüsünde... Her vesileyle... Bu bayrağın bu kadar yüksek ve bu kadar geniş ve bu kadar yaygın bir temsil kabiliyeti, kapasitesi var. Milletimiz inancının ilânını ve meydan yerinde ifadesini seviyor. İnanç, ilâna değer, bayrak buna uygun!.. “O, benim milletimin yıldızıdır; parlayacak!”. Olursa bu bayrakla olur... Bu mizaca yakın her şeye de ilgi gösteriyor. Millet cemiyet meydanına bu iklimi hâkim görmek istiyor. TRT filimlerinde bunu göremedi... Ama Kurtlar Vadisi’nde ondan bir yansıma gördü... Yansımasına bu ilgi...

Biliyorsunuz Avrupa Birliği toplantılarının sonunda liderler bir “aile fotoğrafı” çektiriyor. Liderlerin duracağı yerlere bayrağı konuyor. Geliyorlar bayraklarının üzerine dikiliyorlar. Sadece Türkiye başbakanı ile dışişleri bakanı, bayrağının üzerine dikilmiyor, alıyorlar yerden, ceplerine koyuyorlar... Bunu yapanı takdir gerekir ama... Asıl takdir edilmesi gereken... Ben bu konuda bir yazı yazmıştım... “Bu bayrağa basılmaz!” başlıklı... Çok beğenildi. Basmayan da takdir edilse de asıl bayrağı takdir etmek gerekir... Bu bayrağa basılmaz... Bir tabiat kanunu gibi kesin... Güneş ısıtır, üşütmez... Aynen... Bu bayrağa basılmaz... Bu bayrağın kaderinde basılmak olamaz... Bu bayrağa, yüceltilmek dışında hiçbir şey yakışmaz... O, yüceltilmeye lâyıktır ve uğrunda ölmeye değer... Çünkü o, candan aziz değerleri temsil ediyor.

Peki... Bunca zaman içinde gittikçe gelişen, kurumlaşan, iliğimize kemiğimize, canımıza, kanımıza, genlerimize işleyen, atasözünden şiire edebiyatın her sahasına, sanata, kültüre yansıyan, geleneklere, törelere yerleşen, değil cananımıza, hattâ düşmanlarımızın bize bakışına bile işleyen bu mizaç değişir mi?

Değişmez... Ancak... İmam-ı Rabbanî buyuruyor... “Bir şey haddini aşarsa zıddına döner”... İyi yerine kötülüğe âlet olur... Büyük İskender’in bir eşkiyaya, niçin köylere baskın yaptığını sorunca şu cevabı aldığı söylenir: Senin gibi ülkeleri basmaya gücüm yok, öyle olsaydı cihangir denirdi; köyleri basınca eşkıya oluyorum. Hak bir dâvâ aşkına değilse, nereyi basarsa bassın eşkıya olur. Cihangir yapan, dâvâsıdır, gücü değil. Bir yeri basmaya cesareti olan, iyi yetişseydi kahraman olurdu. Verilen mizacı, kapasiteyi ne maksat için kullandığına bağlı. Mizaç değişmez ama saptırılabilir... Kahramanlık boşluğu başka şeyle doldurulabilir. Yönlendirilebilir, güdülebilir...

Bugün müthiş bir kahraman ihtiyacı, aşkı, hasreti içindeyiz. Millet bilmiyor muydu, Çakır’ın bir film tipi olduğunu da cenaze namazı kıldı... İşyerlerine adını verdi... Trafik duruyor, hayat duruyor... Kurtlar Vadisi akşamı... Telefonlarını kapatanlar... Niçin? Filmi beğendiği için mi?.. Milletin derin şuuruna, dip şuuruna, derin mizacına hitabettiği için... Hani işin cink noktası derler ya... İşin cink noktası bu... Önce kahraman yaptılar Çakır’ı, sonra öldürdüler... Arkasından Polat’ı kahraman yaptılar, Baron yaptılar... Sonra bilgi-işlemi iyi kullanan bir güç karşısında kediye döndürdüler...

Fuzuli, Leylâ ile Mecnunda şöyle anlatır...

Müjde demişler; Leylâ geliyor... Garibim, tek verilebilecek giysisi hırkasını çıkarmış müjdeciye vermiş... Demişler seni kandırdık... Leylâ’nın geldiği falan yok... Biliyordum, demiş... Ben zaten yalanına verdim hırkamı... Hakikatine canımı vermem lâzım...

Bu millet, özlediği kahramanın sanalına cenaze namazı kıldı... Hakikatine ne yapmaz... Hakikati gelse, etrafında toplanır... Sanaldan bir gerçek kahraman doğabilir... Daha fazla milletin ayranını kabartmamak lâzım... Tabancasız, ölümsüz, kavgasız, kansız film değil, haberin bile olmadığı bir iklimde Kurtlar Vadisi “şiddet içeriyor” denilerek kaldırıldı... İnandırıcı mı?.. Bana sorarsanız, milletin bu alâkasından ürktüler.

Şimdi her şey şu noktada düğümleniyor: Türkiye’nin özel şartları... Konjonktür... Güç dengeleri... Türkiye’de bazı çevrelerin hassasiyetleri... Hurafe, irtica, şu bu yasak zihniyeti; değerlerimizi, yiğitliğimizi yok mu ediyor? Destanlarda hikâyelerin sonu bir dua ile bitiyor... Buna “yöm vermek” deniyor... Şimdi ben yöm verip bitireceğim... Duaya bugüne uygun birkaç cümle ekledim. Baştaki sorunun cevabı bu ekte...

“Akan görklü suyunuz kurumasın, kanatlarınız kırılmasın! Kadir Allah, namerde muhtaç etmesin! Yazan kaleminiz kırılmasın, çalışan klâvyeniz kedilmesin! Kelâmınız tesir etin! Ak sakallı babanızın, ak bürçekli ananızın yeri uçmak olsun! Ahirde arı imandan ayırmasın! Ocağınız sönmesin! Günahlarımızı adı görklü Muhammed Mustafa Sallâllahü Aleyhi ve Sellem yüzü suyu hürmetine bağışlasın!” (Kardelen 56. sayı, Nisan/Haziran 2007)

Devamı iıin tıklayın
Kırk gün bir ölüyü bekleyeceksin
Ali Erdal

(Bir ‘TÜRK MASALI’nın (masalımızın) ilhamıyle…)

Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Ben anamın beşiğini tıngır mıngır, babamın kesesini şıngır mıngır sallar iken köyün birinde bir nine ile küçük kız torunu varmış… Köyün kıyısında bir evde kendi hallerinde yaşarlarmış. Yatmadan önce nine küçük torununa masal anlatırmış. Bir seferinde tekerlemeyi söyledikten sonra tam masala geçileceği sırada kız sormuş:

–Nine, haydi babasının kesesini şıngır mıngır sallar; annesinin beşiğini tıngır mıngır daha doğmayan çocuk nasıl sallayabilsin?

Nine torununu okşamış ve demiş ki:

–Güzel kızım, ana öyle çok ve öyle candan sevilmeli ki…

–Benim seni sevdiğim gibi…

–Aynen öyle… Aynı derecede hürmet de edilmeli anaya… En zor zamanlarda en akla gelmeyecek hizmetlerine bile can baş üzere koşmalı, asla horsunmamalı. Meselâ mümkün olsa, geçmiş zamana gidip beşiğini sallayarak ona hizmet etmeli. O kadarsına… “Cennet anaların ayakları altındadır” demiş Peygamber Efendimiz.

–Nineciğim belki şöyle olabilir. Ana ihtiyarlar, yatalak olur, ona beşikte bakmak gerekebilir. O zaman beşiğini tıngır mıngır sallar evlâdı.

–Allah’ım, güzellikle aklı birleştiren ve onu benim torunum yapan Allah’ım; sana kurban olayım.

Günler böyle mutlu mesut geçip giderken bir gün, nine torun sabah namazlarını kılmışlardı ki… Pencerenin camına tık tık tık diye vurulmuş… Bakmışlar, pencerede bir kuş… Kız pencereye koşmuş. Kuşlar ürkek hayvanlardır. Ama bu kuş kaçmamış, üstelik pencereyi aç der gibi cıvıl cıvıl ötüyormuş. Kız pencereyi açmış, kuş gelmiş eline konmuş. Bilirsiniz, kuşların gözü yandadır. Kıza bakmak için başını yana çevirmiş. Kız anlamış. Başını yana çeviriyor ama, kalbime nazar ediyor diye düşünmüş. Kuş insan gibi dile gelmiş ve kızın içine işleyen bir sesle konuşmuş:

–Kırk gün bir ölüyü bekleyeceksin!

Soracaklar kuşa… Kimin ölüsü? Ölü beklenir mi, hem de kırk gün? Ne zaman? Nerede? Niye ben, niye benim torumun? Sorulara fırsat vermeden kuş, pır diye uçup gitmiş.

O gün akşama kadar düşünmüşler, ertesi sabahı iple çekmişler. Ama ertesi sabah da ne gelen olmuş ne giden. Gel zaman git zaman, unutmuşlar kuşu da söylediğini de.

Aylar yılları kovalamış Akıllı ve sevimli çocuk, akıllı ve güzel bir kız olmuş.

Bir gün sabah namazlarını kılmışlar, günlük işlerine başlayacaklar. Kuş akıllarının ucundan bile geçmiyor. Ama kuş yine gelmiş. Yine camı tık tık tık, diye üç kere vurmuş… Kız gitmiş pencereyi açmış. Kuş hızla içeri girmiş, odanın içinde bir tur attıktan sonra kızın önünde dile gelmiş:

–Kırk gün bir ölüyü bekleyeceksin!

Bu zamana kadar bekledikten ve kendini unutturduktan sonra gelmesi hayır mı, şer mi demeye kalmadan kuş, geldiği gibi pencereden uçup gitmiş ve göklere yükselmiş.

Sorular dillerinde kalmış, elleri böğürlerinde…

Nine ve torun baş başa verip düşünmüşler ve en iyisi biz bu köyden gidelim demişler. Millete nasıl izah ederiz ölü beklemeyi. Siz lânetlendiniz diyen de olur, size mükâfaat verilecek diyen de… Dudak büküp yalan söylediğimizi düşünen de olur. En iyisi kimseye haber vermeden komşu köye gitmek. Yola çıkmışlar. Hava güzel… Akşam olmadan varabilirler.

Az gitmişler, uz gitmişler; dere tepe düz gitmişler… Komşu köye yaklaştıkları bir sırada hafiften bir yağmur başlamaz mı! Bakmışlar gittikçe artacak gibi. Bir mağaraya sığınmışlar. Mağaranın bir köşesindeki kaynaktan kana kana su içmişler, abdest alıp namazlarını kılmışlar ve geceyi mağarada geçirmişler. Ertesi gün sabah namazlarını kıldıktan sonra yaklaştıkları köye gidecekler. Mağaradan çıkmak üzereyken kuş gelmiş karşıdaki ağacın dalına konmuş ve dile gelmiş:

–Kırk gün bir ölüyü bekleyeceksin!

Ve pır diye uçup, göklere yükselmiş. Demek ki, her yer aynı. Yapacak bir şey yok, köylerine dönseler, yol uzak. En iyisi yakındaki köye gitmek. Gitmişler. Caminin yanındaki misafir odasına konmuşlar. Odaya gelenleri, kim olursa olsun, Allah rızası için ağırlayanlardan Allah razı olsun. Köy odasına bakan aile sanki misafirlerin hizmetçisi… Gözlerinin içine bakıyorlar. Her ihtiyaçlarını istetmeden görüyorlar. Misafir bereketi ile gelir. “Misafiri sevmeyende hayır yoktur” buyuruyor Peygamber Efendimiz.

Ertesi gün kuş gelmemiş… Bu hayır mı, şer mi diye konuşurken, yollarda hastalanan nine Hakk’ın rahmetine kavuşmuş. Kuş gelmediğine, ninesi de vefat ettiğine göre kuşun dediği gerçekleşmiş mi oluyor? Yani ninesini mi beklemiş oldu? Cenaze namazı kılınmış ve ninesi toprağa verilmiş. Kuşun ilk geldiği vakitten bu yana kırk gün değil, yıllar geçti. Kızcağız iyice bunalmış, ne yapacağını, olanları nasıl yorumlayacağını bilemiyor. Başsağlığına gelenler dağıldıktan sonra şöyle köyün dışına doğru yürümüş. Bir çeşme görmüş, oradaki ağacın altına oturmuş. Uyuyakalmış…

Dakika mı geçti, saat mı? Ortalık günlük, güneşlik. Yoksa gün mü, ay mı geçti? Uyandığı zaman şaşmış kalmış; ortada ne çeşme var ne ağaç ne de oturduğu yerden görünen mezarlık ve köy… Ormanın içinde bir başına… Önünde ince bir yol... Madem yol var, insan bulunan bir yere varacaktır. Yürümüş… Yol gittikçe genişliyor ve düzeliyor. Dereler, tepeler aşmış, in cin yok. Nihayet bir düzlüğe varmış. Geniş yeşillik bir alan. Uzakta bir bina görünüyor. Orada da iyi insanlar vardır. Ümitle koşmuş. Yaklaştıkça köy değil, sadece bir saray olduğunu anlamış. Kocaman bir saray… Merdivenlerine iki köyün insanları dizilse, hepsini alır. Öyle haşmetli… Merdivenlerden çıkmış, büyük kapısında kocaman bir kilit. Yaklaşınca sanki kilitte dönen bir anahtar sesi duyar gibi olmuş. Ve kilit çözülmüş, kapı açılmış…

İçeri girmiş… Ben diyeyim bin oda, sen de bin tane bin… Sarayı gezmeye başlamış… İn cin top oynuyor… Hangi odaya yönelse, kapı kendiliğinden açılıveriyormuş. Günlerden ne, hangi ay? Bakmış güneşe kuşluk vakti... Girdiği bir odada musluklar görmüş, su da var. Abdest almış, oradan çıkmış, nerede namaz kılabilirim diye odalara bakacak. Girdiği ilk odada bir seccade yayılı olduğunu görmüş. Kıbleyi de öğrenmiş oldu. Kuşluk namazını kılmış ve dua etmiş. Allah’ım beni doğru yola ilet… Allah’ım beni koru… Allah’ım beni şaşırtma, yanlışa düşürme…

Odalar gezmekle bitecek gibi değil. Yorulmuş, bir yerde oturayım demiş. Önüne büyük kapılı bir oda çıkmış. Daha kapıya yaklaşırken, kapılar yine ardına kadar açılmış. Büyük bir salon, ortada büyük bir masa, üzerinde bir sanduka… Kapağı camdan, galiba içinde bir insan var. Evet içinde bir genç var. Ayın on dördü gibi güzel ve yakışıklı… Upuzun yatıyor. Nur yüzlü… Ölü mü uyuyor mu?

Bakmış sandukanın kenarında bir koltuk… Az önce var mıydı… Oturmuş düşünüyor… Demek kırk gün bekleyeceğim ölü bu…

Genç kız, artık günlerini ölünün başucunda geçiriyor. Gece de oradaki yatakta yatıyor. Yemekleri bir sofra üstünde önüne geliyor.

Kırkıncı gün… Kahvaltıdan sonra bir ses duyuyor:

–İmdaat!

Bir kız sesi. O zamana kadar hiç bakmadığı pencereye koşmuş. Engin deniz... Ses oradan geliyor. Aşağıda bir tekne üzerinde bir kız. Yardım istiyor:

–Fırtına gelmek üzere beni yukarıya çek!

Yardım istemiyor, emrediyor.

–Kapıya gel!

–Kapı açılmıyor.

Kız bulduğu çarşaf ve benzer şeyleri birbirine ekleyip aşağıya sarkıtmış. Az bir mesafe kalıyor. Uzun saçlarını kesmiş, ip halinde örmüş onları da eklemiş ve kızı yukarıya çekmiş.

Yukarıya çekilen kız, gelir gelmez feryat figan ağlıyor ve her şeyden şikâyet ediyor. Gemileri batmış, annesi babası dâhil bütün yolcular denizde kaybolmuş. Kendisini, birileri bu tekneye baygın almış. Buraya gelince kayaya çarpmışlar, onlar da denize düşmüş, bir kendisi kalmış.

Kız; misafiri için havlular, elbiseler bulmuş; onun kurulanmasına ve giyinmesine yardım etmiş. Büyük mutfakta yiyecek yok. Zaten yemek saatine az bir vakit kaldı. Vakti gelince yine sofra gelmiş. Ama bir kişilik. Kız aç değilim diyerek misafirine ikram etmiş. O da âfiyetle yemiş.

Kerahet vaktine kadar kazazede kız hep başından geçenlerden dert yanmış, bir kere bile kendisini kurtarana teşekkür etmemiş; senin başından neler geçti diye sormamış. Güneş batmak üzereyken kıza demiş ki:

–Kapı tarafından sesler geldi, galiba kapı çalındı. Sen duymadın mı?

–Ben duymadım.

–Sen bir baksan. Kapılar sadece sana açılıyor ya…

Kız çıkar çıkmaz hemen kapının sürgülerin çekmiş.

Meğer bu ülkenin padişahı ölünce, düşmanları büyü yapmış ve halk dondurulmuş gibi kala kalmış. Hayat durmuş. Şehzade de uyutulmuş. Bir kız onu 40 gün beklerse büyü ancak o zaman bozulacakmış. Bekleyen olmazsa o da ölecekmiş, halkı da yok olacakmış. Bunları padişah ölmek üzereyken oğluna söylemiş.

Kızın beklemeye başladığı kırkıncı gün… Kırk günlük vakit güneş batınca doluyormuş. Güneş batar batmaz saray önceki haline, hareketine, yaşayışına, işleyişine kavuşmuş. Sanki kırk gün hiç inkıta olmamış. Nerede kalmıştık?

Vakit doldu ya… Şehzade de gözlerini açmış. Artık ona padişah demeliyiz. Şehzade olarak uyudu, padişah olarak gözlerini açtı. Başucunda gördüğü tek kıza haliyle sormuş:

–Beni sen mi bekledin kırk gün?

–Evet, zor oldu ama bekledim; sizin için ve ülke için beklemeye değerdi.

O sırada kapı çalınmış. Kız, içeri heyecanla girecek ve dışardaki hareketliliği heyecanla anlatacak. Halbuki sonradan gelen kız, büyücünün kızı imiş ve her şeyi biliyormuş. Büyücü son gün kendi kızını adamlarıyla göndermiş. Fırtına falan hikâye. Padişahla evlenince onu da öldürecekler ve ülkeyi ele geçireceklermiş. Padişah sormuş:

–Kapı mı çalındı?

–Evet, kölemdir. Hiçbir işi sağlam yapıp gelmez.

Kapıya koşmuş ve açmış, onun bir şey söylemesine meydan vermeden:

–Verdiğim işi yaptın mı?

–Ne işi?

Büyücünün kızı padişaha dönmüş:

–Demedim mi sultanım, bu köle hiçbir işi tam yapamaz, yapmaz. Verdiğim vazifeyi bile unutmuş.

Kızı azarlamış:

–Bizi rahatsız etme! Ben çağırmadan da gelme!

Ve kapıyı yüzüne kapatmış.

Sarayda artık mutat hayat yaşanıyor.

 

Padişah, kendisini bekleyenle evlenecek ya, düğün hazırlıkları başlamış. Bunun için komşu ülkeye gidecek, kendilerinde olmayan bazı eşyaları satın alacak. Saray ahalisini çağırmış ne istediklerini sormuş. Büyücünün kızı hemen şunu isterim, bunu isterim diye uzun bir liste vermiş. Padişah, büyücünün kızının engel olmak istemesine aldırmamış, köleyi de çağırtmış ve ne istediğini sormuş:

–Kölenin isteği olabilir mi? Ne emredilirse onu yapar ne verilirse onu yer.

Emir üzerine:

–Peki madem emrediyorsunuz, sabır taşı istiyorum.

–O nedir?

–Gittiğiniz ülkeden satılıyorsa, bilen de vardır. Satılmıyorsa, öğrenmeye de gerek yoktur.

İki kızdan birinin; mevkiye, mala mülke minnet etmemesi, diğerinin mal hırsı padişahı düşündürmüş. Hiçbir vazifeyi doğru dürüst yapamayan beceriksiz köle, böyle cevap verebilir mi?

Padişah gittiği ülkede sabır taşının mercimek büyüklüğünde bir taş olduğunu, ona derdini yananların rahatladığını öğrenmiş. Bu kızın sabır taşına yanacak kadar ne derdi var, merak etmiş. Büyücünün kızı ben veririm dese de o taşı bizzat vermek için onu huzuruna çağırtmış. Taşı verdikten sonra da onu takip etmiş. Kız bir odaya girmiş, bir yaygı sermiş, üstüne sabır taşını koymuş. Şehzade de kapı aralığından onu izliyor ve dinliyor:

–Sabır taşı, sabır taşı… Ben küçük bir kızken bir kuş geldi “Kırk gün bir ölüyü bekleyeceksin” dedi. Sen olsan ne yapardın?

Sabır taşı nohut büyüklüğünde olmuş.

Sonra başından geçenleri bölüm bölüm anlatmış, her bölümde sen olsan ne yapardın diye sorunca sabır taşı da büyüdükçe büyümüş.

–Kırk gün ben beklediğim halde, beni hileyle dışarı gönderdi. Benim yerime kurtardığım ettiğim kız beklemiş gibi oldu. Demek biliyordu ki, tam vaktinde beni dışarı gönderdi. Üstelik bana köle muamelesi yaptı ve köle diye tanıttı. Sen olsan ne yaparsın?

Sabır taşı kavun kadar olmuş.

–Bütün bunlara yanmıyorum… Ben onu uyur gibi yatıyor görür görmez anladım ki, sadece bir ölüyü kırk gün beklememişim, bekletilmemişim ömür boyu sevdiğimi aramışım. Onu görene kadar bilmeden, onu gördükten sonra bilerek ben hep onu aramışım. Benim hüzünlü yüzümde, kırgın gözümde, sitemli sözümde hattâ kendi gönlünde bunu görmüyor ya işte ona yanıyorum. Kötü insan sevilemez, iyiyi kötüyü gönlü birbirinden ayırt edemiyor ya işte ona yanıyorum… Hani kalp kalbe karşıydı? Sevgi, bir ömür kazanılamayacak olanı, bir anda şimşek gibi kalbe indirirdi. Bunları anlamıyor ya, ona yanarım. Ona sormuyor, sen kırk gün bekleneceğini ve beklenince ne olacağını nereden biliyorsun diye sormuyor. Sen olsan ne yaparsın ey sabır taşı?

Sabır taşı, çat diye çatlamış… Kız demiş…

–Sen sabır taşı olduğun halde çatladın, ya ben ne yapayım.

Padişah ortaya çıkmış ve demiş ki:

–Senin yapacak bir şeyin yok. Ben ne yapacağımı biliyorum. Hislerimin doğru olduğunu gösterdin bana.

Sonra büyücünün kızını çağırtmış ve ona sormuş:

–Seni niçin çağırttığımı biliyor musun?

Kız hayır deyince:

–Seni annene kavuşturacağım.

İşareti üzerine büyücü elleri, gözleri ve ağzı bağlı olarak getirilmiş.

Meğer padişahın ilk işi büyücüyü aratmak olmuş. Büyücünün de kızının da cezasını vermiş. Kötüler ve kötülük cezasız kalmaz.

Padişahla kız evlenmiş. İyiler ermiş muradına, biz çıkalım kerevete….

Gökten üç elma düşmüş. Masal anlatanların, dinleyenlerin ve iyilerin başına…

(05.06.2024)

Devamı iıin tıklayın
Kırk
Ali Erdal

Bir varmış, bir yokmuş; evvel zaman içinde, kalbur saman içinde memleketin birinde fakir bir karı koca yaşarmış. Bunların Ali adında bir oğulları varmış. Ben adına Ali dedim, söylemesi kolay olduğu için… Siz isterseniz, nasıl olsa masal bu, sevdiğiniz bir yakınınızın adı ile anlatabilirsiniz.

Bu aile fakir olmasına fakirmiş ama çocuklarını, yememişler, içmemişler okutmuşlar; terbiyeli, akıllı, düşünceli, ahlâklı olarak yetiştirmişler. Ali, annesini babasını, köyünü ocağını bırakmamak için köyünden ayrılmamış. Babası ile dağdan odun getirirler, bu odunları satıp geçinirlermiş. Bir gün dağa giderler, odun getirirlermiş, ertesi gün Ali onları kırarmış.

Bir gün evlerinin önünde odunları kırarken yoldan geçen biri Ali’yi görmüş, düşünceli hali dikkatini çekmiş. Kendi kendine, “bu delikanlının eli işte ama aklı kim bilir nerelerde. Becerikli birine benziyor. Şununla bir konuşayım. Belki kırk birincimiz olur” demiş. Selâm verdikten sonra sormuş:

–Sen iş yapıyorsun ama aklın başka yerlerde, ne düşünüyorsun? Bir hinlik peşinde misin, bir derdin mi var, hayırlı işler mi düşünüyorsun?

Ali gelenin kim olduğunu bilmiyor. Meğer gelen kişi Kırk Haramîler çetesinden imiş. Ali herkesi kendi gibi biliyor, Selâmı almış, işine ara vermiş, ona dönerek cevap vermiş:

–Şu herkesin şikâyetçi olduğu, herkesi tedirgin eden, hattâ korkutan, gittikçe cemiyetin belâsı haline gelen Kırk Haramîler çetesini düşünüyorum.

Haramî irkilmiş ama renk vermemiş:

–Sen asayişten mi sorumlusun? Önündeki işine baksana! Sana ne? Sana kadar bunu düşünecek yok mu?

Demiş. Ali, kiminle konuştuğunu bilmiyor. Baltasını bir kenara koyup, adama dönmüş ve demiş ki:

–Herkes bana ne derse halimiz nice olur? Böyle giderse, bir gün önümüzdeki işimizi de yapamayabiliriz. Cemiyeti “bana ne” yıkar. Zaten üç beş hırsızı, böyle çete haline getiren de bu!

–Devlet elbet bir gün onların da haddini bildirir. Sen bunu kafana takma… Her şeye burnunu sokma!

–Evet devlet eninde sonunda onların da hakkından gelir. Benim düşündüğüm, beni üzen, insan hırsızlık yapar; bir yapar, iki yapar… Asıl kötü olan, hırsızlığın meslek haline getirilmesi, müesseseleştirilmesi… Sanki bir iş kolu imiş gibi yapılması… Sanki iyi bir iş yapıyorlarmış gibi, sen de duymuşsundur çetelerine “Kırk Haramîler” diyorlarmış.

Haramî düşünmüş, bu genç tehlikeli biri. Bizi zor durumda bırakabilir. Söylediklerini yayabilir. En iyisi şunu kandırıp reise götüreyim… Böylelerini erken tespit edip etkisiz hale getirmek lâzım. Adam ikiyüzlü; demiş ki:

–Ben de senin gibi düşünüyorum aslında. Ama onlardan korkuma söyleyemiyorum kimseye. Bizim gibi düşünen arkadaşlarımız var. Ben şimdi onların yanına gidiyordum, gel sen de bize katıl!

Ali çok sevinmiş. Anneme babama haber vereyim demiş ama haramî onu hemen dönersin diye kandırmış. Maksadı Ali’yi ortadan kaldırmak olduğu için kimsenin nereye gittiğini bilmesini istemiyor. Ali de peşine takılmış. Az gitmişler, uz gitmişler, Haramîler’in saklandıkları mağaraya yaklaşmışlar. Adam Ali’ye demiş ki:

–Sen şimdi burada bekle, ben gidip arkadaşlarıma senden bahsedeyim. Belki tanımadıkları için istemeyebilirler. Sonra gelir sana haber veririm. Aramıza katılırsın veya döner gidersin.

Adamın maksadı, “açıl susam açıl” dediğini, yani kapının şifresini duyurmamak. Ali bir köşeye oturmuş, bekliyor. Az sonra haramî gelmiş ve sahte bir sevinçle:

–Arkadaşlarım çok sevindiler, haydi gidelim.

Haramî, tahmin edeceğiniz gibi durumu reislerine anlatmış. Ali’yi, kendine mahsus yerinde oturan reisin karşısına çıkarmışlar, Reis karşısında hiçbir şeyin farkında olmadan dikilen saf gence sormuş:

–Sen zengin misin? Çalınacak paran, alınacak malın, gasbedilecek köşklerin mi var?

Ali fakir olduklarını söyleyince reis çıkışmış:

–Eee sana ne? Âlemin parasının, malının, köşkünün bedava bekçisi misin? Durumdan vazife mi çıkardın?

Ali, onların kimler olduğunun hâlâ farkında değil:

–Haksızlık karşısında susup dilsiz şeytan mı olaydım? Herkes ‘bana ne’ derse, kötülüğün önüne geçilebilir mi? Kötüleri azdıran, herkesin bana ne deyip kenara çekilmesi… Onlar, güçlü oldukları için değil, biz gücümüzü göstermediğimiz için kötülük yapabiliyorlar.

Reis şaşkınlıkla baka kalmış. Ali devam emiş:

–Herkes susup kenara çekilirse, cemiyete kim merhamet edecek? Hattâ hırsızlara da merhamet etmek gerekmez mi?

Reis şaşkın; merakla sormuş:

–Hırsıza merhamet mi, nasıl olacak bu? Hırsızları af mı edeceğiz?

–Onu hırsızlıktan kurtarmakla… Daha fazla hırsızlık yapmalarına, daha fazla haram iş yapmalarına mâni olmakla…

–Nasıl olacak bu iş? Kim yapacak bunu?

Ali hâlâ durumun farkında değil. Çıkışarak cevap vermiş:

–Biz!.. Hepimiz bunu konuşmak ve bir çözüm bulmak için buradayız ya? Siz bunun için toplanmışsınız, ben de size katıldım.

Reis ne cevap vereceğini bilememiş. O sırada haramîlerden biri dışardan gelmiş ve reise seslenmiş:

–Reis, atlar hazır; soyguna çıkmak için emrettiğin gibi biz de hazırız.

Ali o zaman durumu kavramış, ama artık iş işten geçmiş. Reis, dışarıya çıkmaya hazırlanan adamlarına emretmiş:

–Şu işgüzarı, kendini bir şey sanan gayretkeşi bağlayın ve bir köşeye oturtun. Dönünce haddini bildiririz. Sen kimsin, Kırk Haramîler’e kafa tutacak?

Ali’nin ellerini ayaklarını bağlamışlar ve çekip gitmişler. Ali başlamış kara kara düşünmeye. Aldatılmışlığından çok, bir şey yapamayacak oluşuna üzülüyormuş. İnsan nasıl Allah’tan korkmadan harama el uzatır, üstelik bunu bir araya gelip çete halinde nasıl yapar, diye üzülüyor. Haramın binası olmaz, bilmiyorlar mı? Cemiyete de kendilerine yazık ediyorlar.

Giderken reisin emriyle kandiller söndürüldüğü için mağara karanlık. Bu iplerden kurtulması da imkânsız. Bu düşünceler ve üzüntüler içinde zaman geçip gidiyor. Öyle üzülüyor ki, derinden bir ah çekiyor. O anda ötelerden gök gürler gibi sesler gelmez mi? Sesler yaklaşıyor ve mağaranın içini dolduruyor ve kesiliyor. Ortalığı bir duman ve loş bir ışık kaplamış. Ne oluyor demeye kalmadan, bir dev belirivermez mi? Hani şu bir dudağı yerde bir dudağı gökte dedikleri cinsten… Ali korkmuş. Dev gülümseyerek demiş ki:

–Korkmayın efendim, endişelenmeyin. Beni çağırdınız geldim, emrinizdeyim?

Ali şaşkın:

–Ben mi çağırmışım seni?

Bir yandan da bakmış dev hiç de korkulacak gibi değil, gülümseyerek konuşuyor:

–Emrinizdeyim efendim!

Ali şaşkınlıkla soruyor:

–Emrimde misin; sen kimsin?

–Hani siz, kul sıkışmayınca Hızır yetişmez, dersiniz ya efendim… Ben Hızır değilim… Ama… Samimiyetle, menfaat gözetmeden, Allah rızası için merhamet edenlerin, ah diyenlerin yardımına koşarım. Siz işte öyle ah çektiniz beni çağırdınız; ben de geldim efendim.

–Ah çekmekle çağırmış mı oldum?

–Evet efendim. Şimdi siz emredin, ben yerine getireyim.

–Fakat ben şaşkınım ve ne isteyeceğimi bilemiyorum; biraz düşünebilir miyim?

–Özür dilerim efendim, ben böyle çok kalamam.

–Tekrar çağırabilir miyim?

–Elbette… Aynı şekilde ah çekerseniz, her seferinde gelirim.

–Öyle ha deyince ah çekilir mi?

–Sizi çaresiz de bırakamam. Size şu yüzüğü vereyim. Bunu bir sefer kullanabilirsiniz. Parmağınıza takmayın. İşaret parmağınızla taşına dokunduğunuz anda yanınızda olurum ve bir seferlik isteğinizi yerine getirebilirim. Ondan sonra yüzük kaybolur.

Sözünü bitirir bitirmez dev görünmez olur. Ali bakmış elinde, gerçekten bu zamana kadar görmediği güzellikte bir yüzük var. Karanlık mağarada par par parlıyor. Ne istemeli diye başlamış düşünmeye… İplerimin çözülmesini istesem diye düşünüyor önce, ama sonra vaz geçiyor. Böyle bir nimet, bu kadar ucuz bir istekle harcanamaz diye düşünmüş.

Ne kadar zaman geçti, ortalık gece mi, gündüz mü belli değil.

O sırada dışarıdan bir kadın sesi geliyor. Meğer sabah olmuş, hattâ kuşluk vakti olmuş, reisin kızı mağaraya geliyormuş. Dışardan gelen ses, reisin kızının “Açıl susam açıl!” diyen sesi..

Mağaranın kapısı, bugünkü büyük binaların raylı kapıları gibi açılmış. Ali, yoksa bunların arasında kadınlar da mı var, diye düşünürken içeriye, elinde torbalarla güzel mi güzel bir kız girmez mi? Ali onu görünce, yok bu kız eşkıya olamaz, diye düşünmüş. Bugün, iyi devler, sihirli yüzükler günü anlaşılan, bu da peri kızı olmalı. Kız elindeki torbaları bir kenara koymuş, kapıdan giren aydınlık sayesinde bir kandil bulup yakmış. Mağara aydınlanınca Ali’yi görmüş. Elleri ve ayakları bağlı bir delikanlı… Onu babasının cezalandırdığı bir çete mensubu sanıyor. Yanına gitmiş ve sormuş:

–Seni niye götürmediler? Niçin cezalısın?

Ali şaşkınlıkla cevap veriyor:

–Götürmek isteseler de ben gitmezdim.

–Hem çeteye dâhil olmuşsun, hem gitmeyeceksin öyle mi?

–Ben çeteden değilim! Hırsızlık yapmam…

Meğer kız getirdiği torbalar yiyecekle doluymuş. Babası eve çaldıkları paralarla aldığı yiyecekleri gönderirmiş. Annesi ve kızı haram yememek için, onlar soyguna gidince mağaraya geri getirirlermiş. Babası eve geldiği zaman, yiyecekleri göremeyince, onların yediğini zannedermiş. Kendileri de konu komşuya bir şeyler örüp satarak geçinirlermiş. Kız bunları söyleyince, Ali de başından geçenleri anlatmış. Bunun üzerine Kız, iplerini çözmüş ve gitmesini söylemiş. Ali’nin tereddüt ettiğini görünce demiş ki:

–Ben de gideceğim zaten, haydi çıkalım!

Ali kızın ahlâkına ve güzelliğine hayran olmuş, ona güvenmiş; devi ve aralarında geçen konuşmaları da anlatmış. Kız merakla sormuş:

–Devden ne isteyeceğine karar verdin mi?

Ali’den evet cevabını alınca tekrar sormuş:

–Ne isteyeceksin?

–Sadece benim emirlerimi yerine getirecek bir tokmak… Ben kimi istersem onu dövecek…

Kız, dövülecek olan ne de olsa babası, endişeyle sormuş:

–Kırkını da sinek gibi ezdirecek misin?

–Hayır. Endişe etme, kimsenin ölmesini istemem.

Meğer kız, her zaman geldiğinde yiyecekleri bir köşeye şüphelenmeyecekleri şekilde koyar ve hemen gidermiş. Bu sefer Ali ile konuşunca hemen gidememiş. Ali işaret parmağı ile yüzüğün taşına dokunmuş… Dokunur dokunmaz, aynı dev belirivermiş… Kız şaşkınlıkla bakıyor. Dev demiş ki:

–Emredin efendim, kararınızı hemen bildirin; fazla kalamam…

Ali:

–Bir tokmak istiyorum!.. Sadece benim isteğime göre hareket edecek bir tokmak…

Demesiyle beraber Ali’nin önüne bir tokmak düşüvermiş ve aynı anda da dev kayboluvermiş.

O sırada dışarıdan at kişnemeleri duyulmuş. Ve reisin sesi gök gibi gürlemiş:

–Açıl susam açıl!

Ali kıza bir köşeye çekilmesini ve endişe etmemesini söylemiş. İçeri girenler, birkaç kandil daha yakarak içerisini iyice aydınlatmışlar. Reis, Ali’yi ayakta ve elleri çözülmüş halde görünce öfkeyle sormuş:

–İplerini kim çözdü?

–Bir peri geldi ve iplerimi çözdü…

Reis, yakınındaki birkaç adamına Ali’nin ellerinin tekrar bağlamalarını emretmiş. Ali de tokmağa seslenmiş:

–Şu zalimin emriyle hareket edenlere, vur tokmağım vur!

Tokmak verilen emir üzerine Ali’ye yaklaşanları bir güzel dövmüş. Reis yanındaki iriyarı iki adamına dönmüş;

–Yakalayın şu haddini bilmezi ve getirin karşıma!

Demiş ve geçmiş postuna oturmuş. Ali de tokmağına emretmiş:

–Şu zalimden emir alanların ölmeyecek yerlerine vur tokmağım vur!

Bakmışlar pabuç pahalı, kenara süklüm püklüm çekilmişler. Reis adamlarını hareket geçirmenin imkânsızlığını anlamış. Ali reisin karşısına dikilmiş:

–Şimdi soracaklarıma cevap ver!

Reis yine de kuyruğu dik tutmaya çalışıyor, adamlarının önünde küçük düşmemek için diklenmiş:

–Ben reisim, kimseden emir almam!

Ali, tokmağa seslenmiş:

–Şu adama, sorulara cevap vereceğim diyene kadar, ölmeyecek şekilde vur tokmağım vur!

O arada birkaç kişi Ali’ye arkadan saldırmak istemiş. Tokmak onları da çaresiz bırakmış. Tekrar reise vurmaya devam edince çaresiz kalmış ve reis süt dökmüş kedi gibi büzülmüş:

–Sor bakalım, ne soracaksan. Gerçi ne soracağını tahmin etmek zor değil.

–Ne soracakmışım?

–Utanmıyor musun, çalıp çırpmaya; vurup kırmaya gibi bir şeyler...

Artık Ali ile reis güzel güzel konuşuyorlar:

–Onlara da sıra gelecek. Önce başka sorular var.

–Sor bakalım, merak ettim doğrusu

–Neden girer girmez doğru benim yanıma geldin?

–Ne var bunda? Bu da soru mu? Ben de bir şey söyleyeceksin sandım.

–Ben söyleyeyim sebebini…

–Bak sen! Neler de bilirmiş… Söyle bakalım…

–Benden korkuyorsun, o korku seni doğru bana gönderiyor. Gidip dönene kadar hep beni düşünmüşsün ki, gelir gelmez hemen bana yöneldin.

–Niçin korkayım, esir olan sensin.

–Ben haklıyım, doğruda olan benim. Ve doğru fikirden üstün güç yoktur. Bunu hissediyorsun, korkun bundan. Yani sen, benim şahsımda doğrudan korkuyorsun. Yaptıklarının yanlış olduğunu kimse söyleyememiş bu zamana kadar sana. Şimdi karşına biri çıkmış yüzüne hakikatleri haykırılacak diye korkuyorsun. Şimdi söyle bakalım!.. Dede Korkut hikâyelerinde cesur beylerin maiyetinde kaç yiğit vardır?

–Kırk…

–Hatunlarının emrinde kaç kız?

–Kırk…

–“Kırklar” nedir bilir misin?

–Duymuşluğumuz vardır…

–Nasıl kimselerdir?

Reis, itibarının zedelendiğini görünce, sorulardan kurtulmak için;

–Aramızda biraz mürekkep yalamış biri var, böyle soruların cevabını o daha iyi bilir.

Demiş ve reisin işaret ettiği bir genç öne çıkmış. Ali sormuş, o genç cevap vermiş:

–“Kırklara karışmak” ne demektir?

–Evliyalar, ermişler arasına dâhil olacak seviyeye yükselmek.

–Sen bunu bile bile, bu haramîlere nasıl katıldın? Sen de bunları bir seviye gördün öyle mi? Bunlarla olmayı, kırklara karışmak mı sandın?

–Şartlar öyle icabetti… Ben katıldığımda, kırk olmamştık.

–Kırk gün, kırk gece düğün ne demektir?

–Mutlu bir düğün demektir. Kırk, sevinçle hep birlikte düğün yapmanın mecazıdır. İsterse kırk gün olmasın, öyle söylenir.

–Kâinatın Efendisi, Efendimiz, peygamber olduğu zaman kaç yaşında idi?

–Kırk

–Bakıyorum reisiniz dâhil o yaşa gelenler var?

Ali reise tekrar sormuş:

–Söyle bakalım kırkına ulaşmış, belki de aşmış kişi, Efendimiz kırk yaş hakkında ne buyurmuş?

Burada Ali salâvat getirmiş, oradakiler de saygıyla salâvat getirmiş.

Reis başını eğmiş, kimseden cevap gelmeyince Ali açıklamış:

–“Kim kırk yaşını geçer de hayrı şerrine galip gelmezse cehenneme hazırlasın!” Hem Alah’a Peygamber’e inanıyor, hem hırsızlık yapıyorsunuz!

Reis başı yerde düşünüyor. Ali reisin işaret ettiği gence sormuş:

–İmam-ı Şafi Hazretleri, “Kırk müslüman bir araya gelebilirse, başka şart aranmaksızın cuma namazı kılınır” der. Bu içtihattan haberin var mı?

–Duymuşluğum var.

Ali herkese hitap etmiş:

–Çetenize “haramî” diyorsunuz, demek ki haram iş yaptığınızı biliyor ve kabul ediyorsunuz…  Bu kötü fiil ifade eden kelimenin başına, hep iyi, güzel ve doğru mânâlar taşıyan “kırk” sıfatını getirmeye utanmıyor musunuz? Haram yemeyi, kutsal mı görüyorsunuz? Övünür gibi Kırk Haramîler diyorsunuz? Allah’tan korkmuyor musunuz? Haramîlikle övünüyor musunuz?

Reis yerinde kalkarak, itiraz eder:

–Hayır!

–Niye Kırk Haramîler diyorsunuz?

–Bu mânâya geleceğini düşünmemiştik; düşünememiştik…

–Nasıl oldu?

–Biz 39 kişi olana kadar gizli çalıp çırpıyorduk ve kendimize haramîler diyorduk.

O sırada babayiğit bir genç adam ileri atıldı:

–Reis müsaade et, ben açıklayayım. Çünkü hata benim…

Reis başı yerde peki işareti yapınca babayiğit Ali’ye hitap etti:

–Aralarına katıldığım zaman, baktım epeyce çoğuz, kaç kişi olduğumuzu sordum, benimle kırk kişi olmuşuz… “Kırk kişilik bir topluluk, kimseden korkmaz, meydana çıkalım” dedim. Reis kabul etti, ben de “Kırk Haramî olduk” dedim.

Ali babayiğite sormuş:

–İlk Müslümanlar kaç kişi olunca cemiyet meydanına çıktı?

–Kırk!

Ali’nin bir şey sormasına zaman kalmadan ağlamaya başlamış ve demiş ki:

–Hz. Ömer kaçıncı müslüman diye soracaksın; cevap vereyim, kırkıncı! Ah ben ne edepsizlik etmişim; bu yaptığım haramilikten beter… Bunu şimdi anlıyorum. Şimdi gidip teslim olacağım ve devlet benim cezamı kessin! Tövbe edeceğim…

Reis dâhil herkes ağlamış. Reis dövünerek pişmanlığını söylemiş:

–Haramîliğin suç olduğunu bilirdim, ama yine de işlerdim; kendime göre mazeretler uydururdum ve onlara sığınırdım. Ama hırsızlığımızı meşru bir meslek gibi görmenin ve göstermenin hiçbir mazereti olamaz. Bundan sonra bize tövbe etmek bu yolu terk etmek şart olmuştur. Çeteyi dağıtıyorum. Bizi sen cezalandır ve ondan sonra devlete teslim et!

Hepsi de pişman olduklarını dile getirince Ali demiş ki:

–Tokmak, düşüncesizlikleriniz sebebiyle sizleri cezalandıracak. Masalların sonunda kırk katır mı istersin kırk satır mı, diye sorulduğunu bilirsiniz. Ben de size soruyorum… Ya içinizden birine kırk defa vuracak; bu onun ölümü demektir. Ya hepinize birer defa vuracak, bu da her birinizi belki sakat bırakacak. Ne yapalım karar verin!

Reis haykırdı:

Bana kırk sopa!.. Madem reisim, her şeyden mesulüm. Cezamı çekerken ölürsem belki Allah beni affeder.

Hepsi buna itiraz etmiş, hepimiz sopayı hak ettik demişler. Babayiğit öne çıkıp demiş ki:

–Kırk sopayı asıl ben hak ediyorum. Çünkü bu ismin verilmesine ben sebep oldum. Ben olmasaydım, sıradan gizli çalıp çırpan bir çete olacaktık.

Reis şiddetle itiraz etmiş:

–İşin başında olan asıl suçludur. Bunun üzerine yorum olamaz.

Ali’nin de gözleri yaşarmış ve demiş ki:

–Hepinize kırk bir kere maşallah! O kadar samimiyetle pişman oldunuz ki, bakın tokmak kayboldu. Demek ona ihtiyaç kalmamış…

Reis de ağlamaya başlamış ve demiş ki:

–Biz kimseyi öldürmedik, sadece çaldık. Ama kimlerden neler çaldık, bilmiyoruz. Bütün bunları nasıl telâfi edeceğiz. Ben ona yanıyorum.

Bir delikanlı elinde defterle ortaya çıkmış ve demiş ki:

–Bu zamana kadar çaldıklarımızın hepsini bu deftere yazmıştım. Çaldıklarımızın bir kısmı burada mağarada… Onları hemen geri verelim, harcadıklarımızı da hep birlikte çalışarak ödeyelim…

Herkes evet ödeyelim, deyince reis demiş ki:

–Bir vakıf kuralım… Pişman Kırklar Vakfı diyelim adına… Önce çaldıklarımızı ödeyelim, ondan sonra da bizim gibi yanlış yollara tevessül edenleri bulup kurtaralım…

Hepsi birbirine sarılmış ve reisin dediği gibi yapmaya karar vermişler. Kız saklandığı yerden çıkmış, babasına sarılmış ve elini öpmüş. Niçin geldiğini anlatmış. Reis böyle bir kızı ve ailesi olduğu için ağlaya ağlaya şükretmiş.

Ali evine dönmüş. Olanları, yokluğunda gözyaşları için oğlanlarını arayan anasına ve babasına anlatmış. Anlattıktan sonra da demiş ki:

–Ben reisin kızına âşık oldum. Onun da beni sevdiğini hissediyorum. Gidin kızı isteyin, kızın da gönlü varsa ve verirlerse şükrederim, vermezlerse kaderime razı olur, sabrederim.

Gitmişler… Onlar da kızlarına sorup müspet cevap alınca düğün hazırlıkları başlamış. Bunlar olurken padişah, olanları duymuş ve demiş ki:

–Pişman Kırklar Vakfı’na ilk yardım benden!.. Düğünlerini de ben yapacağım!.. Kırk gün kırk gece hem de!.. Çalsın davullar!..

Halk padişaha da, kız ve oğlan tarafına da, haramilikten dürüstlüğe geçenlere de, Pişman Kırklar Vakfı’nı kuranlara da kırk bir kere maşallah demiş… Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine… Gökten üç elma düşmüş… Birisi anlatanın, birisi dinleyenlerin, birisi de kırkın kadrini bilenlerin başına!..

Devamı iıin tıklayın
Kıraat kitabı
Necip Fazıl Kısakürek

“Uludağ yüksektir” derken Uludağ’ı ilk defa keşfetmiş gibi eşekçe bir emniyet içinde abuk sabuk lâf ederler:

–Dünya çapında şairimiz yok, romancımız yok, mütefekkirimiz yok; bestekârımız, (aktör)ümüz, mimarımız yok!..

Evet yok; zira 7 yaşındaki çocuğa okutmak için kendi çapımızda bir kıraat kitabımız yok…

(Mark Orel)in çizmesinde bir çivi eksik olsaymış, Roma medeniyet bütünü tam olmazmış… Öyle!.. (Mark Orel)in çizmesinde tek çivi, bütün Roma medeniyet bütününü tutan, belki en uzak, fakat bir bakıma en yakın teferruat halkası… (Bütün), bütün olduğunu, işte o en uzak ve en hurda halka üzerinde hulâsa edecektir.

(Eskimo)lu çocukların bile, fok balıklarına ve sabahsız gecelere dair annesinden dinlediği ninni, onun kıraat kitabıdır. (Eskimo)luya kadar gerilerseniz, bu işi yalnız annelerin elinde bırakabilirsiniz. Fakat kendi kendinizi tepeden tırnağa bir tartaklayacak olursanız, aynı işi, annelerin elinde bile körlettiğimizi fark edemez misiniz?

(Kanser) hastasının altın dişe özenmesi gibi (klâsik)leri tercüme ettiren – ki bu tercümelerin iş ve fikir madeni tenekedir – Maarif ölçümüz, bir kıraat kitabının şamil mânâsı ve temel değeri üzerinde bizimle konuşabilmek ehliyetinde midir? Değildir; çünkü bize şöyle diyecektir:

–(Okul)lara git de gör, (okuma) kitabımız var mıymış, yok muymuş!..

İntihar, sinema, (futbol), fuhuş, kumar, sarhoşluk, iltimas, dalkavukluk, karaborsa, yalancılık, cinayet, hırsızlık, yedisinden yetmişine kadar, kendi kıraat kitabını her gün biraz daha fazla ezberlete dursun… Ortada, dağ gibi yükselen, ufuk gibi kucaklayan, gök gibi yutan kötülük, mekteplerde kıraat kitabı olmayışına karşılık, bu işi menfi tarafından başıboş hayatın deruhte etmesinden…

Fabrika yapmayın, işlemez; kanundan bahsetmeyin, önlemez; demokrasya bahsini açmayın, olamaz; Türk san’atkâr ve mütefekkirini beklemeyin, gelemez; zira kıraat kitabınız yoktur. Bütün bir milleti, ruhunu dayadığı bütün kaynaklarla 7 yaşındaki çocuğa göre cici cici renklendirecek, şekillendirecek, seslendirecek kıraat kitabı!... Hani?..

Devamı iıin tıklayın
Yapamıyorsan hayal et!
Ekrem Yılmaz

Ne yalanlarda var, ne hakikatte

Gözümü yumdukça gördüğüm nakış

Boşuna gezmişim, yok tabiatta,

İçimdeki kadar iniş ve çıkış

……

Öteler öteler, gayemin malı;

Mesafe ekinim, zaman madenim.

Gökte saman yolu benim olmalı

Dipsizlik gölünde, inciler benim.

 

Çile Şiir’inden, Necip FAZIL’ın dizeleri konumuzla ilgili önümüzü açacak.

Destanlarda anlatılanı yaşayamıyorsan onları hatırla, tekrar et, masalını yaz, arkası çorap söküğü gibi gelir. Birisi demiş ki, “hayalin gerçek oluncaya dek hayal et!..”  Bıkmadan…

Dede Korkut, Bin bir Gece Masalları, Ali Baba Kırk Haramiler, Alâeddin’in Sihirli Lambası, Uçan Halısı, Keloğlan, Köroğlu, Battal Gazi, Gökten Düştü Üç Elma, Pinokyo, Donkişot ve Yel Değirmenleri vs.  Ve Kampenella’nın Güneş Ülkesi, Roma’nın Gladyatörleri, Herkül… Evet, ninni, masal, destan, kıssa, menkıbeler dinleyerek, okuyarak büyüdük. Masal anlatan büyüklerimiz vardı. Sonra sinemada filmlerde, radyoda, TV’lerde izledik derken dijital çağa adım attık ve Meta’ya geçti hayat. Bakalım sonu neye varır. Ama ne olursa olsun ninnilerimiz, destanlarımız ve masallar eskimedi. Onlardan vaz geçilmiyor, geçilemiyor. Eğer insan kendini inkâr etmeyecekse, vazgeçmeyecek. Zaman onları eskitemiyor, sadece geliştiriyor. Fakat içimizde bir hasret bırakıyor geçmiş. Bütün güzellikler masallarda, hayallerimizde kaldı. Hani bir söz var ya: “Nerde o eski bayramlar” diye… İşte tam öyle, güzel zamanlar, “iyi insanlar, iyi atlar terk ettiler” bizi, dünyamızı… Güzel masal sahnelerinden dört köşe, tavla zarı gibi bir dünyaya düştük. Zorluklar, olumsuzluklar, hüzün, keder, kaygılar peşimizi bırakmıyor. Göbek adımız gibi oldu onlar âdetâ.

Konuya giriş sorum şu olsun: İnsanoğlu niçin çocuklarını önce ninniler, sonra masallarla büyütmek ister? Masal uydurmayı kim icat etti acaba? Masal veya destanlara neden ihtiyaç duyulmuştur? Neleri eksik ki insanın bunlar ile tamamlayacak? Şimdiye kadar birçok yazar, düşünür, filozof, masal anlatıcıları ve edebiyatçılar bu konuda çok şey söylemiş ve değişik cevaplar vermişlerdir. Bir de biz deneyelim şimdi, nedir ne değildir?

İnsanoğlu elbet ninniye, masala, destana ihtiyaç duymuştur. Ekmek gibi su gibi lâzım bir şey… Çünkü insan içinde yaşadığı toplumu, istisnası olsa da genellikle ideal bir cemiyet olarak görmemiştir. Hep istek ve hayalleri yaşamakta olduğu cemiyette olandan bir adım, hattâ çok adım öndedir. O istisnanın başında ASRI SAADET geliyor. Saadet Asrı… İşte orada insan her yönden; maddî mânevî aradığına kavuşmuştur. Huzur, güven, mutluluk, gelecek kaygısı olmayan, yarını dert etmeyen muazzez insanların cemiyeti… Ve bu olumlu Asır, her şeyin kaynağı, gelecek zamanlar için de bir ümittir.

Masalları kim icat etti bilmiyoruz. Ne zaman ortaya çıktılar kimse söyleyemez. Amma şurası kesin ki, mutlak bir ihtiyaçtan doğmuştur. Yaşadığı hayatta aradığını bulamayanlar icat etmiştir herhalde... Yaşarken aradığını bulamayan hiç olmazsa dinlerken o arananın hazzını idraken yaşayayım diye onların peşinden koşmuştur diyebiliriz. Onun için masallar yazılmış, destanlar anlatılmış. Yani yaşayamadığı hayatı, erişemediği mutluluğu kahramanına yaşatmış oluyor, idrakini süslüyor, onu mutlu sona kavuşturuyor. Öyleyse bundan sonra da yazan çizenler ve anlatanlar neye ulaşmak, kime kavuşmak istiyorlarsa onun destanını anlatmaya, masalını yazmaya, kahramanlarını icat etmeye devam edeceklerdir. Güncelde Filistin’in Hanzala’sı var meselâ…  Kampenalla niye yazdı ütopyasını? Aradığını, her ne ise o, içinde yaşamakta olduğu cemiyette bulamıyordu. Aradığı “yaşanmaya değer hayat” çok ötelerdeydi. Bulamayacağı kadar uzakta, fakat hayalini kurmuş işte adam. Adalete, emniyete, güvene, hakça paylaşıma, insan onuruna yakışır hayata, mutlak hürriyete, bereketli üretime, sevgi ve hoşgörüye susamış garibim. Aslında aradığı bu dünyada Asrı Saadetin iz düşümüydü. Bulamadı. Sosyalist ve komünistler halt etmiş, ilk komünist olarak onu bir numaraları yazarken. Var mı ki prototipleri, yaşanmış örneği de onun hayali ideal cemiyet olsun? Nerde yaşanmış adamın hayal âleminde anlattıkları?  Ancak Paskal gibi iskeleye gelip o da gemiye binememiştir, Necip Fazıl’ın ifadesiyle. O’ndan mahrum hayat hep nakıs, noksan ve yümünsüz. O Allah Resulü… Vahiy alan! Bilmeden Kampenella da O’nun hasretiyle tutuşmuş. O’nsuz iman manzumesi, ahlâk ve nizam tesis edilemez. İdeolocyası örülemez. Zira Kampenella iyiliği ne ile özendirecek, teşvik edecek ve kötülükten ne ile sakındıracak, uzaklaştıracaktı hayalindeki ülkesinde? Ebediyet şevkini nasıl kazandıracaktı insanına? Kısaca Cennet ve Cehennem; ümit ile tehdidinden mahrumdu. İyi, güzel ve doğru fikriyatının ana temelinden yoksun... Aşk neye, kime ve ne için? Velhasıl:

“Akıl olmazların zoru içinde

Üst üste sorular soru içinde”.

Bizim ise Güzel Örneğimiz güneş gibi meydanda… Bir kum tanesine El Hamra sarayı sığdırmış geçmişimiz var. “Ardına çil çil kubbeler serpen Ordu”lar dizmişiz. Akıncılarımız yaşanmaya değer hayatı taşımışlar ufuk ötelerine… İlâ-yı Kelimetullah için bir Kızıl Elması olmuş hep. Ve ayrıca destanlarını yazmışız Hazreti Ali’nin, Hamza’nın, Battal Gazinin, akıncıların, Deli Dumrulların…

Sonra masalı da biz yazarız. Bizim hayallerimize dünya dar gelir. Ta Arşa ulaşır, ötesi olmayan. İşte bu hazine ile ben hayallerimi masalımın içinde dokurum. Bugün madem idealimi yaşayamSWıyorum, yaşanmaya değer hayata kavuşamamışım o halde düşünü görürüm, masalını yazarım, destanını söylerim, kahramanıma yaşatırım özlediklerimi…

Heybem hayat dolu, deste ve yumak

Sen, bütün dalların birleştiği kök;

Biricik meselem, sonsuza varmak…

 

*

 

Şimdi sıra geldi yazımızın içinde numune masalımızı kaleme almaya:

BİR VARMIŞ İKİ YOKMUŞ

Kahramanımız sabahın seherinde kuş tüyü yatağından doğruldu.

“–Allah’ım Rab olarak Senden, din olarak İslâm’dan, Nebi ve Resûl olarak da Sevgilin M…… Aleyhisselâm’dan razıyım.” diyerek lavaboya yürüdü. Elini kolları ile beraber yüzünü, ayaklarını güzelce yıkadı, başını ve boynunu silerek temizliğini yaptı. Jimnastik yapmadı. Namaz kıldı. Namazı ötelere yolculuğu idi onun: Arşa, Sidretül Müntehaya, Cennetlere… Allah ile kelâm etti içinde… Yemin etse yalan söylemiş olmaz buyurdu Resûl “Kur’an okumak Allah ile konuşmaktır” diye… Ve iman tılsımlı kılıcıydı zaten, ama yine de kuşandı bütün teçhizatını. Gün ağarırken kapısında göründü billur sarayının. “Bu mekân Sana emanettir ey Mülkün Sahibi” dedi usulca kapıdan ayrılırken. Başını kaldırdı, güneş kızıl bir gülle gibi bir mızrak boyu yükselmişti ufukta. Birden elini kaç bin dünyanın içine sığdığı güneşe doğru uzattı. O da ne? Güneş ateşten bir top gibi avuçlarında kahramanımız Hamza’nın. Şöyle bir yoğurdu gülleyi, Üzeyir Aleyhisselâm’ın erimiş demiri yoğurduğu gibi… Kaç milyon atom bombası, bilmem ne kadar hidrojen bombası çıkardı ondan. Ama o bunları istemedi. Güneşteki patlamaların dünya küresine zarar vermemesi için elementlerin birbirleriyle reaksiyonlarını düzenledi. Şeklini derledi, toparladı ve sonra bir kandil asar gibi astı güneşi yerine.

Sonra yürüdü gitti: Tarlalarda rençberlere… Fabrikalara… Adalet sarayına… Meclisine… Şehrinin agorasına uğradı. Her şey yerli yerinde ve saat gibi işliyordu hayat. İnsan ilişkileri de şiir gibi… Asayiş berkemal, herkes üstüne düşeni yapıyor, boşta ve yatan bir tek insan yok. Herkes arı gibi çalışkan. Yükleri beraber paylaşıyorlar ve yürekleri birlikte atıyor. Şikâyet kutuları boş. Aşıklar mesut. Anneler tasasız evlâtlarından yana, babalarsa cömert ve vakur, işinde gücünde… Fabrika bacaları tütüyor. Ev bacaları dumansız, zira dumansız ateş ile ısınır olmuşlar: Doğalgaz ve güneş ısısını aşmış yeni buluşlarıyla… Çocuklar uçuyorlar sevinçten uçan halılar üzerinde, şimdi adı dron olmuş. En kolay öğretmenlerin işi orada, zira hanelerde öğretmenin birçok görevini çocukların ailesi üsolenmiş. Böyle hanelerde emeklemeye başlayan çocuğu cemiyet öyle hamur gibi işliyor ki eğitimde az bir dokunuş ile dehalar doğuyor mekteplerde…

Bu denetim ve ziyaretleri sürerken şehrin büyük mutfağına uğradı, ahçıbaşı ile günün menüsünü görüştükten sonra sahile gitti. Durgun deniz düşünen bir adam gibi vakurdu. Hamza güneşi alıp astığı elini deryaya daldırdı. Eli durgun denizin derinliklerine uzandı, bütün tebaasına yetecek kadar balığı bir ağ olmuş eline sığdırdı ve şehrin ana mutfağındaki ahçının tezgâhına koydu. Gerisi ahçı ve yamakların işiydi artık.

En nihayet bir günü dolu dolu yaşayan Yüceler Meclisi üyesi Hamza sürur içinde üç kubbeli, dış duvarları camdan perdeleri ipekten saray yavrusu kasrına dudaklarında:

–Rabbim Seni tesbih ederim, Sana hamdederim, beni affet!

Zikri ve duası ile döndü.

Gece hilâl ile arasında geçeni siz hayal edin artık; o mu aya ışık verir, ay mı ona?

Orada:

Yalnız iman ve fikir; ne sevgili ne kardeş,

Böylece onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine…

Olamaz mı? Olmazları olduranadır imanımız!

Üstad Necip Fazıl:

–Kitap yazın kitap! Genç adam düşün (!) demişti.

Biz de:

Düş kurun düş!.. Hayal edin, hayal kurmak gerçekleştirmenin yarısıdır, diyoruz.

Devamı iıin tıklayın
Kürtlerin PKK ile imtihanı
Ekrem Yılmaz

Musa IŞIN’ın kaleme aldığı “KÜRTLERİN PKK İLE İMTİHANI” isimli eseri mükemmel bir araştırmacı gazetecilik örneği olarak elimizde.

Musa IŞIN bir bürokrat. 1992 de Erzurum Başkale’de kaymakam olarak başladığı meslek hayatında valilik, mülkiye müfettişliği ve içişleri bakanlığı üstdüzey yöneticiliklerde bulunmuştur. Özellikle Ağrı Valisi iken çok olaylar yaşamış ve terörle mücadelede etkin görevler üslenmiştir. Halen kendisi Kütahya valisi olarak görev yapıyor.

Bir yöre insanı olan Musa IŞIN Kürt vatandaşlarımızın PKK elinden çektiklerini birebir yaşayarak şahit olmuş ve üstelik her türlü araştırma yöntemini kullanarak bölgenin bu sorununa önemli mesai harcayarak mücadelesinin yanında kitaplık çapta eserini de vermiştir.

Eser 255 sayfa… Her satırı bilgi, tecrübe ve araştırma sonucu verilerle dolu. Kitap altı bölümden oluşuyor. Bu altı bölümün sonunda bir sonuç ve öneriler bölümü ile bitiyor. Meseleyi sadece teşrih masasına yatırmakla bırakmamış, değerlendirmesini de yaparak, fert ve toplum olarak üzerimize düşenleri de saymıştır.

Kitap akıcı bir üsluba sahip. Okuyucuyu sıkmadan meseleleri birbirine ekliyor ve merakla okutuyor. Kitap kendisini şöyle takdim ediyor: “Bu kitabı okuduğunuzda PKK’nın Kürtleri temsil etmediğini, aksine Kürtlere büyük kötülükler yaptığını göreceksiniz. PKK terör örgütünün, bırakın Kürtleri temsil etmeyi, Kürtlerin hasmı olduğunu göreceksiniz. Çünkü Kürtlerin inançlarını, ailelerini, çocuklarını, can ve mallarını hedef almaktadır; geleceklerini çalmaktadır. Kürtler için PKK’dan daha hasım bir örgüt yoktur. Bu çalışmada PKK’nın Kürtlerin dokunulmaz gördüğü bütün kutsal değerlerine düşmanca davrandığını ve onları nasıl tahrip ettiğini göreceksiniz.” Ve PKK’nın bu kötülüklerini hem onların kendi ağızlarından, yayınlarından ve yaşananlardan örneklerle gözler önüne seriyor.

Kitap 6 bölümden oluşuyor dedik. Bunların muhtevasından kısaca bahsetmek gerekirse şöyle özetlenebilir:

Birinci bölümünde devletin siyasi görüşmeler yoluyla PKK’yı bitirme çalışmalarından bahsetmektedir. Burada çözüm süreci konu edilmekte ve örgütün oyunu bozması anlatılmaktadır.

İkinci bölümde PKK’nın ideolojisi ele alınmıştır. Bu ideolojinin çarpık bir yansıması olarak PKK’nın İslâm’a bakışını Öcalan’ın kendi sözlerinden, örgüte bağlı birimlerin eylem ve uygulamalarından gözler önüne sermektedir.

Üçüncü bölümde PKK/Öcalan’ın aile kurumu ve kadınlara dair düşüncelerini anlatıyor. Veriler örgütün elinden kaçan kadınların anlattıklarından oluşuyor.

Dördüncü bölümde PKK terör örgütünün Kürt çocuklarını alarak ailelerin hayallerini yıktığını ve geleceklerini nasıl kararttığı hikâyelerini okumaktayız.

Beşinci bölümde PKK’nın meydana çıktığı 1984 yılından beri Kürt köylerinde yaptığı hunharca katliamları, öldürülen masum çocuk ve kadınları konu edinmektedir.

Altıncı ve son bölümde devlet/hükümet tarafından uygulanmasında fayda mülahaza edilen öneriler sıralanmaktadır.

Bu özetten sonra dikkatimizi çeken, manidar bazı cümlelerini sıralamak isteriz:

* “Hepimiz Türkiye adlı bir gemideyiz ve uzun yıllardır bu gemiyi, çocuklarımızı kandırarak batırmaya çalışan emperyalist devletler var.”

* “Şiddet hiçbir zaman bir hak arayışı yöntemi olamaz. Bu hem yönetenler ve hem de yönetilenler için geçerlidir.”

* “Şu unutulmamalıdır ki, PKK bir halk hareketi değildir, öyle olsaydı işimiz zor olurdu. PKK her şeyden önce ideolojik olarak halka ters düşmüş, Müslüman halk da PKK’yı ‘dinsiz’ olarak görmüştür.”

* “Bütün gözlemlerimiz, tecrübelerimiz ve okumalarımız bize bir şey öğretti: Küresel Güç Odaklarının himayesi olmadan yeryüzünde hiçbir terör örgütü mevcudiyetini sürdüremez. Bu odakları da hepimiz tanıyoruz.”

* “Bugün ABD ‘dur’ dese PKK dâhil durmayacak hiçbir terör örgütü yoktur. Kısaca biz, yıllardır PKK ile savaşmıyoruz. Biz, perde arkasındaki Küresel Güç Odakları ile savaşıyoruz. Yoksa bu örgütün ne takati kalırdı ne de silâhı. Bu Güç odakları PKK vasıtası ile Türkiye ile örtülü bir savaş yürütmektedir. Özellikle 15 Temmuz FETÖ darbe girişimi, bu örtüyü tamamen kaldırmıştır.”

* “Acaba PKK Kürtlerin düşmanı olsaydı bundan daha fazla nasıl bir kötülük yapabilirdi. Artık herkes görmeli ki bu örgüt, Kürtleri temsil etmiyor, Küresel Güç Odaklarını temsil ediyor ve onlar adına ülkemize karşı vekâlet savaşı yürütüyor.”

* “Halk da tepkisini: Sağlarımızı evsiz, ölülerimizi mezarsız bıraktınız, isyanı ile çok veciz bir şekilde ifade etti.”

* “Bütün Avrupa sadece Hristiyanlık paydasında bir araya gelirken, sayısız ortak noktamız olan bizler aklımızı mı yitirdik ki parçalanalım. 80 milyon ya birlikte hür ve bağımsız yaşayacağız ya da birlikte zillete duçar olacağız. Biz Irak ve Suriye’ye benzemeyiz. Böylesi bir durumda sadece biz değil, yeryüzünde bizden başka ümidi ve sığınağı olmayan 2 milyara yakın Müslüman da korunaksız ve sahipsiz kalacaktır.”

Netice olarak Kütahya Valimiz sayın Musa IŞIN’ı bu gözü kara eserinden ve genel gayretlerinden dolayı tebrik eder, başarılı çalışmalarının devamını dileriz. Ve şu çağrısı ile noktalıyoruz:

“Bir taraftan kudret sahiplerine(!) inat tam anlamıyla yek vücut olacağız, bir taraftan da içimizden devşirilen ihanet şebekelerine karşı amansızca mücadele edeceğiz. Bunun adı DEAŞ olmuş, FETÖ olmuş, PKK olmuş hiç fark etmez.”

Devamı iıin tıklayın
Çare
Dergi Editörü

Bal, şifadır. Üzerinde tefekkür edilmesi gereken bir mübarek hayvanın karnından çıkan yarı sıvı yarı katı maddenin, insanların dertlerine derman olacağı bizatihi şifa olan Kur’ân’la bildirilmiş… Nefesi bütün varlığa derman ve şifa olan Allah Resulünce (sav) tüketilmesi tavsiye edilmiş.

Böyleyken belli bir yaşa kadar bebeklerin bal tüketmesine müsaade edilmez. Hattâ insanın hileli elinin değmediği bazı beldelerdeki balları yetişkinlerin bile kaşık kaşık yemelerine izin verilmez. Şifa kaynağı bal, o an için ihtiyacından fazlasını hâvî olduğundan bebeğin narin bedenine zarar verebilir.

Ne muazzam bir denge, bütün kâinat da bu denge üzerinde…

Bugün bütün insanlık özelde Türk cemiyeti maddî ve mânevî dertlere duçar olmuş vaziyette. Şifaya muhtaç. Özellikle de gençlerimiz ve çocuklarımız… Okulların tatil olduğu şu sıcak yaz günlerinde evlâtlarımızın sığındığı tek liman var; ekran… Televizyon, bilgisayar, cep telefonu, tablet vb ekranı… Kimse kendini kandırmasın, kötünün emrindeki ekranlardan hayır namına çıkanlar şer olarak dayatılanların yanında denizde su damlası. Gözümüzün önünde, parasını cebimizden ödediğimiz âletlerle bir nesil yok oluyor, yok ediliyor. Peki, bunun çaresi yok mu?

121. sayımızda bu soruya cevap aradık. Bir eğitim politikası olarak Türk masalları ve Türk destanları çocuklarımıza öğretilebilseydi bu aşamaya gelmeyeceğimizi, bugün bile başlansa kısa zamanda umut ettiğimizin üzerinde mesafe kaydedebileceğimizi sayıyı hazırlarken bir kere daha idrak ettik.

Eğitimin anne karnında başladığı artık bütün dünya tarafından kabul edilmiş ilmî bir gerçek. Çocuklarımızı, gençlerimizi bilgi deposu haline getiren, derdi eğitmek değil öğretmek, yarıştırmak olan bugünkü maarif sisteminin yaptığı ise emzikli bebeğe kaşık kaşık Anzer balı yedirmeye benziyor. Kütüphaneler dolusu bilgi hangi sağlam, yerli ve millî temel üzerine inşa edilecek? Bir asrı aşan mevcut devlet tecrübemizde henüz bu sorunun cevabı bulunmuş değil.

Elimizde, milletimizin Orta Asya’da zuhur ettiği ilk andan bugüne kadar çığa dönmüş kartopu misali birike birike, toplana toplana gelen, dilden dile, kulaktan kulağa, gönülden gönüle aktarılmış, milleti millet yapan ortak kültürün bütün değerlerini taşıyan muazzam bir hazine varken çareyi yaban ellerde aramak ne büyük gaflet…

Bir varmış bir yokmuş tekerlemesiyle başlayan, sonunda her zaman kötülerin kaybedip iyilerin kazandığı, Keloğlan’ın padişahın kızıyla evlenmek için devleri yenip, zümrüdü ankâ kuşunun peşinde Kaf Dağı’nı aştığı masalların, ekran karşısında robotlaşmış çocuğun hayal dünyasını, fikir ufkunu nerelere yükselteceğini düşünmek bile insanı heyecanlandırıyor.

Allah’tan ümit kesilmez…

Milletlerin tarihinde bazen bir cümle, bir atasözü, bir terennüm, bir sembol, bir işaret akıp giden hayatın mecraını değiştiriverir. Masallarımız ve destanlarımız, sübliminal mesajlarla zihni hâkimiyet altına alınmış, enerjisi tüketilmiş, ahlâkı, değerleri unutturulmuş bir nesle yeniden istikamet tayin edebilir; zira ağacın bütün özellikleri tohumunda saklı olduğu gibi büyük milletler de var olma kodlarını edebî metinlerine en çok da masallarına ve destanlarına gizli bir saikle işler.

Mesele, bu kodları ortaya çıkaracak niyet ve iradeye sahip olmakta…

Uzun zamandan beri hazırlamayı arzu ettiğimiz, güncel ve önemli zannettiğimiz meseleler sebebiyle dönem dönem ertelediğimiz ama işin içine girince tahminimizin çok üzerinde önem arz ettiğini idrak ettiğimiz sayımızı takdirlerinize sunuyoruz. Selâmlar…

Kıymetli okuyucularımız…

Özel bir sayı ve 72 sayfa olarak yayınladığımız bir önceki sayımız 100,00-TL üzerinden satılmıştı. Niyetimiz elinizdeki sayıdan itibaren azalacak sayfa sayısıyla birlikte daha düşük bir satış rakamı tespit etmekti. Malûmunuz olduğu üzere Kardelen’in de üyesi olduğu Dünya Dergiler Birliği’nin Kültür Bakanlığı ile yaptığı anlaşma neticesinde uzun bir zamandır il dışındaki abonelerimize dergileri PTT Kargo aracılığı ile ulaştırıyoruz. PTT Kargo tarafından 1 Temmuz tarihi itibariyle bir derginin kargo bedeli 48,50-TL olarak tespit edildi. Başta baskı maliyeti olmak üzere diğer giderler de hesaba katıldığında Kardelen’i 100 liranın altında satışa sunmanın imkânı kalmadığını belirtmek isteriz.

 

Devamı iıin tıklayın
Anlam peşinde
Site Editörü

İnsanoğlunun “anlam” peşinde koşturması, kendi tarihi kadar eski. Soru tek: “neden?” Bu soruyu düşünme potansiyeli olan insan, bu potansiyelle “eşref-i mahlukât” olma imkânına sahip. Bu yüzden “halife”. Allah, insanoğlunun “sistemi” anlaması ve “neden” sorusuna cevap bulabilmesi için âyetleri ve bu âyetleri açıklayarak bize rehberlik edecek peygamberleri göndermiş. Ümmeti olma bahtiyarlığına ne kadar şükretsek az olan Efendimiz’e inzal edilen Kur’ân-ı Kerîm, bu sistemi insanlara anlatan son kitap, Efendimiz de bu konuda insanoğluna rehberlik edecek “hatemü’n nebiyyin” yani son nebi.

Soruyu anlamak, çözmenin yarısıdır derler. Anlamak çok önemlidir. Anlamak “an” kelimesinden geliyor, ayırt etmek, idrak etmek demek. İdrak de Arapça’da bir şeyin en dip noktasına inmek demek, dereke bu kökten geliyor. İdrak etmeyi anlam kuyusunun dibindeki mânâya eksiksiz ulaşmak olarak tarif edebiliriz.

Evet, anlamak önemlidir, bunun yanında anlatmak, anlatabilmek de önemlidir. Herkesin anlama kabiliyeti aynı değildir. Herkes aynı anlam kuyusunun dibine kadar kazamaz, kazamayınca idrak gerçekleşmemiş olur. Bu yüzden “Sen ne söylersen söyle, söylediğin karşındakinin anladığı kadardır” denir.

İnsanların farklı idrak kapasitelerinden dolayı farklı anlatım usulleri kullanılır. Hikâyelerle, örnek vererek anlatmak, bir konuyu anlatmak için en sık kullanılan usullerden biridir. İnsanı yaratan ve haliyle fıtratını en iyi bilen Allah da kitabında birçok konuyu kıssalar üzerinden anlatmıştır. Mesela Yusuf (a.s) suresinde, Hz. Yusuf’un başından geçenleri anlatacağı âyetlerin başında, bu kıssa için “ahsenül kasas” yani kıssaların en güzeli der Cenab-ı Hak. Ashab-ı Kehf kıssası, Hz. Musa ve Hz. Hızır kıssası, Hz. Zülkarneyn kıssası ve Hz İbrahimle ilgili kıssalar Kur’ân’da anlatılan diğer kıssalardandır.

Tarih boyunca yolumuzu aydınlatan ârifler içinde de benzer usulü kullananlar olmuştur. Hz. Mevlâna bu âriflerin başında gelir. Mesnevi-i Şerif birçok hikâye barındırır, Hz Pîr anlaşılması zor olan hakikatleri, kulak verenlere hikâyeler üzerinden anlatmıştır. Aynı metodu yakın tarihimizde Bediüzzaman’da, Feridüddin Attar’ın Mantıkku’t Tayr’ında ve diğer bazı tasavvuf eserlerinde görürüz.

Günümüzde toplum, değerlerini anlamaktan uzak olsa da, destanlar ve masallar da aynı usulle toplumların ruh köklerini, hakikatlerini, mesajlarını, değerlerini nesilden nesile taşımak için kullanılmıştır. Tarihi çok eskilere dayanan medeniyetlerin destanları, masalları olduğunu görürüz. Hikâyeleri, şiirleri, ezgileri olduğunu görürüz. Hepsi kısa ve öz sözle, hikâyelerle nesilden nesile mesajını taşır. Bu mesajı taşıyan ozanlara, şairlere, anlatıcılara değer verilir. Böyle medeniyet olunur. Devrimizde bilginin yayılma yöntemleri farklı bir noktaya geldi, artık masal ve destan dinlemeye tahammülü olanların sayısı pek az, nesilden nesile taşınacak ezgi kaldı mı bilmem.

Yine de kötümser değiliz, şundan dolayı, toplumun önemli bir kesimi her ne kadar bu kökten uzaklaşsa da, başta Efendimiz’e ve O’nun yolunun tozu diye kendilerini ifade eden âriflere karşı muhabbetimiz var. Demek ki halen, dipte bir yerlerde alev almaya müsait bir kor var.

Muhabbet yukarıdan aşağı doğrudur, Allah vere de Onlar bizi sevmekten vazgeçmesinler.

Devamı iıin tıklayın
Kardelenden haberler
Kardelen Dergisi

Kardelen’in 42. Toplantısı Yapıldı

Kardelen’in yayın periyoduna uygun olarak yapılan toplantılarının 42.si, 20 Nisan 2024 tarihinde düzenlendi. Toplantı; bu toplantının başkanı Ekrem Yılmaz’ın takdim konuşması ile başladı. Daha sonra derginin son sayısı ile yeni çıkacak sayısı değerlendirildi. Günün olaylarının müzakeresinden sonra bir sonraki toplantının yeri ve tarihi belirlendi.

 

TOPLANTI BAŞKANI Ekrem YILMAZ’IN KONUŞMASI

Bismillahirrahmanirrahim. Sonsuz hamd Âlemlerin Rabbi yegâne yaratıcı Allah-ü Teâla’ya ait, bütün övgüler onun. Selât ve selâmın en güzeli Sevgili Habibine âli ashabına ve seçmiş olduğu kullarına olsun. Allah’ın selâmı, rahmeti bereketi hepimizin üzerine olsun.

120. doğum yılına denk gelen 120. sayımız yeni şeylerin söylendiği bir sayı oluyor Allah’ın izniyle. Gaye şahıs değil şahısta tecelli eden dâvâdır, herhalde bunun anlatıldığı bir sayı olacak, küfrü faka bastıran adamın şahsında…

Hayatı ve eserleriyle taşları yerinden oynatan o ki düzmece tarih algılarını tersine çevirdi hakikati haykırarak… Bir şeyleri tersine çevirdiği gibi cemiyete de yeni bir yön verdi. İslâm yenilenmez, anlayışı yenilemek gerekir diyerek. Sırtımız dağ gibi büyüklere dayalı. Onların samimiyet ve cehtleri mükâfatlandırılarak isimleri kıyamete dek anılacak, hatırlanacak… İmamı Âzam, Hoca Ahmet Yesevî, Mevlâna, Yunus ve benzerleri… Bu halis insanların gayesi Allah rızasından başka ne olabilirdi, Müslümanca yaşayıp Müslümanca ölmekten başka ne muratları vardı. Hanefî, Yesevî, Mevlevî yollar açılmasına vesile olup etkileri derinlerde, meyveleri gönüllerde olmuş… Acaba bunlar ben bir mezhep kurayım, bir tarikat icat edeyim diye yola çıkmış olabilirler mi? Böyle bir işe kolları sıvamayacaklarını her selim akıl görür, anlar. İşte böyle madenini işleyip gömene Allah-ü Teâla mükâfatını veriyor ve yolunu açıyor. Bir büyük diyor ki “biz şeyhlik etseydik zamanımızda şeyh geçinenler mürit bulamazdı. Zira biz sultanlara hakkı tavsiye ve terkiye yolunu seçtik.” Bu benzerlik içinde ömrü geçen Üstadı selâmlıyor, rahmetle anıyor ve kendisinden şu alıntı ile bitiriyorum: “Hem gerektirdiği şartlar ve hem esasen getirdiği şartlar ve hem de getirilmesi gereken şeylerin tanımlanmış olması bakımından apaçık içtihat kapısı yeni bir geçişe sımsıkı kapalıdır. Bu devirde ve gelecek çığırlarda yeni zaman ve mekân tecellilerine karşı ancak şeriat bütünlüğünden zerre feda etmeyen büyük mütefekkirler gelebilir ve bunlar asır yenileyicisi olmak gibi muazzam bir makama namzet olabilirler, fakat asla müçtehit olamazlar.” Allah’ın selâmı üzerinize olsun!

Devamı iıin tıklayın
Anadolu Türk masallarından derlemeler
M. Nihat Malkoç

Kendini içinden çıktığı milletine adayan Ötüken Neşriyat, Türk kültürünün içerde ve dışarıda hakkıyla ve lâyıkıyla tanıtılması için uzun yıllardan beri canhıraş çalışmalarıyla tanıdığımız yüzde yüz yerli ve bizden bir yayınevidir. Bu yayınevinin büyük fedakârlıklarla bastığı birbirinden güzel eserler zihinleri yeniden inşa etmiştir. Bu güzide yayınevi her geçen gün yayın yelpazesine birbirinden kıymetli kitaplar ekliyor. Bunlardan biri de Prof. Dr. Necati Demir tarafından hazırlanan "Anadolu Türk Masallarından Derlemeler" adını taşıyor. Sözünü ettiğim ve tanıtmaya çalıştığım kıymetli kitap birkaç ay evvel okuyucusuyla buluştu.

Devamı iıin tıklayın
Parlamenter sistem ve mağdurları
Halis Arlıoğlu

Parlamenter sistemin ilk darbesi, inanç ve millî irade düşmanlığını ideolojik bir saplantı olarak sürdüren, laisizmi ve ilkeleri sanal bir din olarak telakki eden, içi boş deyimlerle “irtica hortladı”, “şeriat ve tarikat olayları hız kazandı” diyerek peşine taktığı güruhu tahrik ederek ve kışkırtarak buna inandıran adamın şu sözleriyle başladı: Sizi ben bile kurtaramam.

Bu sözün muhalif mânâsı şu idi: Aslında olayları körükleyen, organize eden benim. Günü gelecek kullandığım bu kesimler sizin külünüzü göğe savuracak, ocaklarınızı söndürecek, canlarınızı alacak ve kurduğunuz demokratik sistemi, halka yaklaşım tarzınızı alt üst edecektir.

Bundan cesaret alan yine aynı ideoloji ile beyni yıkanan hasbelkader Türk ordusunun içinde bulunan bir müptezel de şöyle söylemişti: Biz onun idam kararını “Tanrı uludur”u bırakıp Arapça ezan okuttuğu gün vermiştik.

Bu fesat ocağının yayılıp genişlemesine sebep olanların başında müstemleke basını denilen ve o siyasi yapının sözcülüğünü üstlenen, propagandasını yapan gazete adındaki paçavralar yapmıştı. “Onlarca genci boğazın sularında boğdular, sayısız üniversite talebesini kıyma makinalarında kıyıp asfalt yaptılar” ifadesi ile bu adi ve alçakça yalan, iftira ve tezviratı boş beyinlere kustular. Onları devlet ve millet aleyhine kışkırttılar. Anılan bu gerçeklere inanmak istemeyen okuma özürlüler o günün medyasının başlıklarına, yalan ve iftira kusan yazılarına baksınlar.

Aslında aynı zihniyet aradan seksen doksan yıl geçmesine rağmen bu iftira ve tezviratta bulunmaktadır. Sonunda o sözler gerçekleşti ve 27 Mayıs darbesi yapıldı. Münevver Ayaşlı’nın ifadesine göre “ne idiği belirsiz, nesebi gayrisahih bir adam ve hasbelkader adalet camiasının içinde bulunan kişi de şöyle demişti: İşte bütün bunlar bu masum ve mağdur millete atılan parlamenter sistemin kazıklarıydı. Parlamenter sistemin en iğrenç en rezil en aşağı ve an adi şekli, demokratik sistemle seçilmiş olan ülkenin başbakan ve bakanlarının en vahşi ve hoyrat bir biçimde asılarak hayatlarına son verilmesi olmuştur. Allah’ın ve bütün canlıların laneti o tür zalimlerin üzerine olsun.

O günün sloganları “Hazine kurudu, altınlar eridi, yapılan barajlardan çıkan enerji toprağa mı verilecek?” şeklindeydi. İşte bu zihniyet yüzünden ülkemiz 30-40 yıl kadar Bulgaristan’dan enerji almaya mahkûm edilmiştir. Amerika’ya kaçırılan uçak dolusu para ve dövizler Kars’ın, Ardahan’ın Ruslara satıldığı iftiraları işin cabasıydı. Aslında o cephede gelişen hiçbir şey yoktur. Yine aynı terane aynı yâveler, iftiralar sürüp gitmektedir. Bu kadar teknolojiye ve onun getirdiği kolaylığa ve bunlardan sonuna kadar istifade etmelerine rağmen inkâr ve isyanda devam etmektedirler. Çünkü bunların kökenleri ve kodamanları tarafından inançlı Anadolu halkı, bağışlayın ama bir sürü ve hayvan olarak görülmektedirler. İnanmak istemeyen seviyesizler Ankara valisi ve Belediye başkanı olan N. Tandoğan’ın şu ifadesine baksınlar. O siyasi yapının kışkırtıp kullandığı ve ortalığa saldığı materyalist, Marksist ideolojinin çığırtkanlarına karşı milliyetçi bir grup onları protesto etmek için Ankara’da miting yaptıkları sırada adı geçen adama bir üniversite talebesi olan merhum Osman Yüksel’in yakasından tutarak “ulan öküz Anadolulu! Senin milliyetçilikle, devlet idaresi ile Marksizm ve komünizm ile ne alakan var. Siz gidin Anadolu’da çobanlık yapın. Koyun sığır ve hergele güdün, çiftçilik yapın ve halkın karnını doyurun” demiştir. Kendine öküz diyen zihniyete tepki göstermeyen, buğz etmeyen, bu hakaretleri sineye çekenler her türlü musibete müstahaktır.

İşte durum budur. Burada en büyük sorumluluk bu zihniyetin bağlı bulundukları ideoloji adına halka yaptıkları belgeli ve yaşanmış olayları gündeme getirip onları hayâsız yüzlerine vurmamalarıdır. Sade “Senirkent olayı ve Aslanköy faciası” yeterlidir. Başbağlar katliamı ve yapılan diğer zulümleri saymıyoruz. Bu kahrolası zihniyetin iş gücü yalan, dolan, talan iftira ve tezvirattır. Nitekim o zihniyetin pespayelerinden bir seviyesiz bütün TV haberlerinde yayınlanan şu ifadeleri kullanmıştır: Öyle büyük bir yalan söyleyeceksiniz ki o yalan çok büyük olacak, gerçekten çok büyük olacak ve bunu her yerde her zaman tekrarlayıp milleti bu yalan ve iftiraya inandıracaksınız.

Ülkemizin maruz kaldığı acı gerçeklerden biri de budur. İşin aslı, dini inançları ve kurumları çağ dışı hattâ orta çağ zihniyeti olarak gören ve her yerde çemkiren bir zihniyet Allah’a ve dine de inanmıyor demektir. O zaman meşhur “El haya-ü minel iman: Hâyâ imandandır” hadis-i şerif’i de fikrimizi destekler. Hâyâsı utanması olan kişi yalan söylemez. Buna göre hayâsızlık ve imansızlık onlar için bir prensip oluyor. Allah milletimizi ve bizi hayâsız ve imansızların şerrinden korusun. Aslında bu konuyu en açık en saf ve en doğru şekilde anlatan merhum Mehmet Akif’in şu sözüdür: ‘“İmandır o cevher ki ilâhî ne büyüktür. İmansız olan paslı yürek sinede yüktür.”

Her ne kadar bu iktidar döneminde büyük ölçüde o zihniyetin parlamenter sistem adına yaptığı zulümler, işlediği cinayetler azalmış olsa da bazı kalıntıları bu hükümete rağmen devam etmektedir. Her yerde ve her alanda rastlandığı gibi 27 Mart 2024 tarihinde haberlerde geçtiğine göre Kuşadasında bir pespaye “Burası laik, kemalist bir ülkedir. Tesettürlülere burada yer yoktur, onlar layık ülkelere (Afrika Arap ülkelerine) gitsin” şeklinde çemkirmiştir. Katsayı, kamusal alan ve ikna odaları zulmünün sona ermesine rağmen bu gibi çatlak sesler hâlâ sürmektedir. Bu iktidarın en büyük suçu uyuşturucu baronlarını, çeteleşmeyi, soygunu ve dilenciliği meslek edinen bu çapulcuları hiçbir caydırıcı özelliği olmayan yasalarla cezaevlerinde besleyip bırakmalarıdır. Bir takım haydut ve haytaların en az otuz-kırk sabıkası olduğu halde kuduz bir it sürüsü gibi sokaklarda gezmeleri, milletin canına ve malına zarar vermelerine fırsat tanımaları suçların en büyüğüdür. Bunlar silâhsız olan anarşi ve terör grupları vatan ve millet hainleridir. Müeyyidelerin caydırıcı olması için bu haşeratın donuna kadar el konup onları eşek adası vb. yerlerde ağır işlerde çalıştırarak hem devlete katkı hem de milleti bu şerirlerin zulmünden kurtarmaktır. Buna dair her gün onlarca gasp, hırsızlık, dolandırıcılık, uyuşturucu haberlerini duymaktan gına geldi.

Yıllanmış ve köhneleşmiş bu zulmün düzenini devam ettirmek için altılı ganyancılar bunu hayata geçirmek için birleştiler. Ama zamanla bu sistem ellerinde patladı ve birbirlerinin gırtlağına sarıldılar. Altılı ganyancılar sırf Tayyip düşmanlığı için bu zulüm düzeni olan Parlamenter sistemi hortlatmak için birleştiler. Başka bir marifetleri yoktu. Adı geçen sistemin zulmünü görmeyen kalmamıştı. Onun için millet;

“Uğrarız darbesine her gelenin

Bu da bir darbesidir hergelenin”

Darb-ı meselini söyler oldu.

Ayrıca burası millete meydan okunacak yer değildir, “atın bu kadını dışarı” diyerek seçilmiş bir milletvekilinin aforoz edilmesi de işin başka bir boyutudur. Aslında o menhus (uğursuz) zihniyet halktan ümidini kestiği için at sineği gibi darbeci ve cuntacıları kuyruk altında temerküz edip (toplanıp) onlar kanalıyla, alıştıkları gibi iktidar olmayı ümit etmektedirler. Bunun en bariz örneği “ordu göreve” pankartıdır.

Sonuç olarak burada, denenmiş ve yaşanmış bir gerçeği tekrar etmek istedim. Allah’a kitaba ve mukaddesata savaş açan siyasi bir yapıya ve ideolojiye destek verenler bunun bedelini çok ağır olarak öderler. Bu, ya kıtlık ve kuraklıkla ya da arazî ve semavi bir şekilde mutlaka cezasını görürler. “Çünkü zulme rıza zulümdür ve küfre rıza küfürdür.”

Devamı iıin tıklayın
Hapis
Emine Öztürk

Evde iş biter mi? Biri bitse biri başlar. Bulaşıklarını çarçabuk yıkayıp evcilik oynayan torunlarına seslendi ‘‘Selver, Hediye, İzet, haydi bakam düşün önüme, sizi orman üzümü yemeye götürcem’’ ‘‘Anane incir de olmuş mudur?’’ ‘‘Yok yavrum daha olmadı, öldü olcak,bi kaç güne sararmaya başla. Harman yerindeki orman üzümleri barmak gibi olmuş,sıcak çökmeden gidip yiyem’’ ‘‘Ben gelmeycem, İboyla Hakan beni bekleycekti, caminin avlusunda top oynaycaz’’ ‘‘Bana bak üstünü başını batırıp da ananı gızdırma gene, pontulunu yıkatdırı görüsün’’ ‘‘Tamam be’’ ‘‘Ananlar tarladan dönmeden de eve gel, sopayı yirsin bak, aratdırma gendini’’ ‘‘Anane bırak şunu da gitsin, bi rahat vermez bize’’

Münevver yeşil sabun kokulu örtmesinden dışarı çıkmış ak saçlarını içeri soktu, kirliğini sırtına geçirdi. Sallanan korkuluğa tutunarak yavaşça, gıcırdayan merdivenden indi. Çift kanadından biri açılan ahşap kapının ipini içeri çekti, taşlarla döşeli avluya çıkıp örttü kapıyı. Münevver elinde bastonu, bir tarafında Hediye, diğer tarafında Selver, terliklerini sürüye sürüye yürümeye başladılar. Evlerinin yanında, bayırın aşağısında bulunan Sakarya ırmağından gelen esinti yüzlerini okşayıp köyün içine doğru yayılıyordu. İlerideki iğde ağaçlarının yanından kendilerine doğru gelen bir karaltı belirdi. “Münever Aba napıyon’’ ‘‘Allah eyliğini vesin sen miydin Ayşe bilemedim seni, napam torunları gezdiryom işte’’ Münevver nasırlı ellerini küçük kızların örgülü saçlarında sevgiyle gezdirdi. ‘‘Aman Aba iyi bak torunlara, sen duymadın heralde’’ ‘‘Nolmuş gı’’ ‘‘Nolcak Dereköyden Kayıkçıların gücük torun Sakarıya gaçmış, ölüsünü gaç gün sona taaa gum ocaklanın orda bulmuşla’’ ‘‘Deme ya anacığı nası yanmışdır sabinin, Allah gorusun’’ Çocukları kendine doğru çekip vücuduna bastırdı. “Âmin, âmin gidem bakam ben’’ Münevver içine düşen ateşle birlikte harman yerine getirdi kızları. Tarlanın kenarlarını boydan boya sarmış böğürtlenlerin, bastonuyla dikenli dallarını eğdirerek doyasıya, elleri ağızları boyalanarak yediler.

Kızlarla birlikte Münevver kapıdan çıkmadan İzzet çoktan köyün ortasında, koca çınarların, mor akasyaların gölgelediği caminin avlusuna varmıştı. Öğlen ezanı okunmaya başladığında, ela gözlü, kumral saçlı İzzet, kuzenleriyle top koşturmaktan yorulmuş, suratı pancar gibi olmuştu. “Hakan, İbo hadi gelin len Sakarıya gidem, şöyle bi yüze serinleriz’’ ‘‘Hasan dedeye görünmeden üst başa gidem, amcama söylerse canımıza okur’’ ‘‘Hasan dede iyce yaşlandı, yemeyine düşen sineği bile görmüyo be, bizi nası görcek’’

Köydeki çocukların tek eğlencesi değil, en büyük eğlencesi Sakarya ırmağında yüzmekti. Sakarya’nın üst taraflarında, Meryem Dağıyla Kiremitçilerin Çiftlik arasından akan kısmında yüzer, alt taraftaki daha sığ olan, rengârenk, irili ufaklı taşlarla dolu kısmında, suyun dışına sıçrayarak yüzen yayın balıklarından tutarlardı. Irmağın içerisinde bulunan girdapların, akıntının yerini genelde herkes bilir, oralardan uzak dururlardı.

İzzet, Hakan ve İbrahim önce biraz taş kaydırmaca oynadılar. Sıkılınca da kıyafetlerini söğüt ağacının dalına çıkarıp Sakarya’ya atladılar. Buz gibi olmasa da suyun serinliği ferahlatmış iyice canlandırmıştı yaramazları. Kıyıda taşların aralarına birikmiş su öbeklerindeki balık yavrularını avuçlarına alıp başka öbeklere taşıdılar. Suyun altından, üstünden yüzerken vaktin nasıl geçtiğini anlamadılar. Kafalarına yedikleri şaplakla gözleri açıldı. “Ulan eşşoğlu eşekler ben size Sakarıya girmiceniz, ben sizi yüzdürcem demedim mi? Çıkın çabuk’’ ‘‘Rıfat amca tamam ya girmicez bi daha’’ ‘‘Düşün önüme, ben sizi hapsedem de bakam bi daha girebilcenizmi’’ Kuzen olan çocukların küçük amcası Rıfat sadece yeğenlerini değil, köydeki kimin çocuğunu Sakarya’da görürse çıkarır, evine getirir, babasına teslim ederdi. Kuzenlerini de toplayarak bayramda kurban ettikleri, damdaki tek inek olan sarıkızın yerine ayaklarından zincirle bağladı. Evden bir testi su, birer dilim de salçalı ekmek tutuşturdu ellerine ‘‘Ağlamak sızlamak yok, aklınız başınıza gelsin bakam’’ Damın kapısını sürgüledi, tarladaki işinin başına döndü. ‘‘Amcam kolay kolay bırakmaz bizi, anam babam da bişey demez’’ ‘‘Oğlum gör bak, bu gece buradayız, karanlıkta sarılır uyuruz artık’’ ‘‘Ben sarılmam kimseye, şu kütüğe sarıl sen’’. Çocuklar mis gibi salçalı ekmeği yiyince ağırlık basıverdi. O an evdeki döşeklerinden bile rahat gelen saman balyalarının üzerinde uyuyakaldılar.

Rıfat karanlık çöküp de köye döndüğünde, evlerinin Sakarya’ya bakan tarafında hiç de normal olmayan bir kalabalık, kalabalığın ortasında da jandarma arabasını gördü. Yaklaştıkça ilk gözüne çarpan birkaç kadınla beraber Münevver yengesi yere oturmuş içten içe, perişan bir halde “Sahip çıkamadım, koruyamadım yavrumu’’ diye ağlıyordu. Rıfat kocaman elini başına çarptı. “Eyvah kimseye demedim ya çocukları dama kapattığımı, çöz bakam işi şimdi’’

Devamı iıin tıklayın
Doğu ve Batı’nın hikâye anlatıcıları: Dede Korkut ve Shakespeare
Mehmet Ali Metin

Masal ve Destan denilince akla Dede Korkut'un geliyor olması kadar doğal başka bir şey olabilir mi? Peki ya başka bir dönemde ve coğrafyada yaşamış olmasına rağmen kendi kültüründe benzer etkiyi meydana getirmeyi başarmış Shakespeare...

Şüphesiz ki aralarında yaklaşık on asır ve binlerce kilometre fark olan bu iki üstadı birbirinden ayıracak onlarca fark bulabiliriz. Ancak birbirlerine benzeyen bir sürü yanları da var. Örneğin her ikisi de sözlü anlatım yolunu seçmiş sayılırlar. Dede Korkut hikâyeleri ozanlar sayesinde nesilden nesile, diyardan diyara aktarılırken, Shakespeare tiyatro oyunları kaleme almış ve insanların okumasından ziyade izlemesini/dinlemesini tercih etmiştir. Her ikisi de eserleri ile kendi kültürel miraslarını ileriye taşımış ve ulusal kimliğin oluşmasına katkı sağlamışlardır. Dede Korkut ve Shakespeare dilin sınırlarını zorlamış, şiirsel ve destansı anlatım ortaya koymuştur. İşledikleri konular bakımından da birbirine benzerler; aile, savaş, toplum gibi konular eserlerinde bolca yer alır.

Her iki figürü karşılaştırırken üzerinde durulması gereken ilk ve en önemli nokta ikisinin toplumu algılayış farkları olmalıdır. Shakespeare, Batı'nın kendi elleriyle öldürdüğü ve yine kendi elleriyle dirilterek adına "Rönesans" diyeceği dönemin getirdiği hümanizm anlayışının etkisiyle toplumu oldukça bireysel ve ben merkezci bir şekilde ele alır. Dede Korkut ise içinde bulunduğu konar göçer Türk Boylarının ancak toplumsal bir bilinçle hareket etmesi sonucu ilerleyeceğini bilir ve toplumu ahlâkî bir seviyede görür/anlatır. Shakespeare'in karakterleri kişisel bunalımlar, hırslar ve çatışmalarla hikâyelere yön verirken, Dede Korkut kahramanları kişisel gayret ve hünerlerini içinde bulundukları toplum için kullanır, topluluğun yararını ön plâna koyar. Shakespeare karakterleri aşk için devletler yıkmaya hazırken, Dede Korkut karakterleri devletin(boyun) geleceği için evlâdından/eşinden vazgeçmeye hazırdır.

Dede Korkut kahramanlık hikâyelerini anlatırken karakterlerine insanüstü bir güç veya kabiliyet sunar ancak bir noktada karakterin insancıl bir hata yapmasına da izin verir. Sonrasında ana tema olan birlik ve toplumsal bilinç devreye girer, zorda kalan karakteri kendi zekâsı ve gayretinin yanında ailesi, arkadaşları ve müttefikleri kurtarır. Bu sebeple hemen hemen her hikâyenin sonu bütün Türk Beyleri'nin kutlama yaptığı bir sofrada, şenlik edası ile biter. Ancak Shakespeare karakterleri olabildiğine tekildir. Çoğunlukla bireysel kederleri içinde çırpınan, bireysel duygulara tutunmaya çalışan karakterlerden oluşur. Yazmış olduğu dramlarda karakterler çoğu zaman trajik bir sona ulaşır. Yazarın yaşadığı dönem ve Romantizm akımı sebebiyle bu durum kaçınılmaz olarak kabul edilebilir.

Dede Korkut ve Shakespeare'in birbirinden ayrıldığı diğer bir büyük fark ise hikâyelerinde yer alan kadın karakterlerinin işleniş biçimidir. Dede Korkut hikâyelerinde kadın figürü çoğunlukla el üstünde tutulur. Kadın vefakâr, destekleyici bir eştir. Kadın kutsaldır, annedir. Ataerkil bir toplum içinde ikinci plâna atılan biri değil, yeri geldiğinde yanındaki diğer kadınlarla savaşa giden, düşmana saldıran, üzerine düşman yığılan erini/evlâdını kurtarandır. Shakespeare oyunlarındaki kadın karakterler ise yine genel anlatıma uygun olarak bireysel duyguları ön plânda, yaşadıkları döneme uygun olarak babaları veya eşleri tarafından manipüle edilen, ikinci plâna itilen karakterlerdir. Ya da kendi hırsları veya çıkarları için diğer karakterleri manipüle eder, onlara oyun oynamaktan geri kalmazlar.

Örneğin Dede Korkut hikâyelerinde yer alan Selcen Hatun kendisi için üç canavarla savaşan ve sonunda babasını ikna eden Kan Turalı ile evlenmek için yola çıkar. Peşlerinden gelen düşmanları ilk o fark eder ve Kan Turalı'yı uyarır, onunla birlikte düşmana karşı savaşır. Hattâ bir noktada Kan Turalı'yı düşmanın elinden Selcen Hatun kurtarır. Hikâyenin sonuna doğru anlaşmazlığa düştüklerinde her ikisi de birbirini sınar, sonuçta kazanan aşk olur ve birbirlerine daha sıkı bağlarla bağlanırlar. Bu ve buna benzer tüm Dede Korkut hikâyelerinde "kadın" figürü tıpkı Selcen Hatun gibi zeki, kendi ayakları üzerinde durabilen, özgürce karar alan, sorumluluk sahibi bireylerdir. Shakespeare'in Hamlet oyununda yer alan Ophelia karakterine baktığımızda ise babası ve ağabeyinin kontrolü ve baskısı altında ezilen, taht kavgasına zorla âlet olan, prens Hamlet'e duyduğu aşk yüzünden çıkmazlara giren ve sonunda büyük bir psikolojik çöküş yaşayan bir kadın görürüz. Bu trajik karakter kendi döneminde kadınların toplumsal baskılara karşı savunmasızlığını yansıtır. İktidar ve intikam meraklısı erkeklerin arasında kalan Ophelia ne hayatını ne de aşkını yaşayabilir. Finalde neredeyse tüm karakterler ve koca bir krallık ölür. Shakespeare hümanizmi insan bencilliğiyle birlikte büyük bir trajedi sahneler.

Dede Korkut ve Shakespeare arasındaki dünyayı algılama farkı bize çok şey anlatıyor. Dede Korkut gerek yaşadığı dönem, gerekse içinde olduğu toplum nedeniyle dünyayı geçilmesi gereken bir sınav olarak görür. Ahlâkî ve mânevî değerlerin üstünlüğünü her fırsatta dile getirir. Türk mitolojisine ve inanışlarına uygun şekilde hareket eden karakterlerle erdemli olmanın, dürüst olmanın önemini anlatır. Shakespeare, hümanizmin ve insan merkezli anlayışın içinde, her şeyin insan için, insanî duygular için olduğunu söyler. Dünya onun için dibi sıyırılana kadar tadına varılacak bir yemek, hükmedilecek krallıklar, alınacak intikamlar ve yapılacak anlaşmalardan ibaret gibidir. Öyle ki Shakespeare'in herkesçe ezbere bilinen Hamlet oyunundaki “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu." tiradı birkaç satır sonra "Ölmek, uyumak sadece!" diye devam eder. Buna rağmen Dede Korkut hemen hemen her hikâyesinin sonunda olduğu gibi Kan Turalı ve Selcen Hatun hikâyesinin sonunda da "Hani dediğim bey erenler, Dünya benim diyenler, Ecel aldı, yer gizledi, Fâni dünya kime kaldı, Gelimli gidimli dünya, Âhir son ucu ölümlü dünya." diyerek asıl olanın görünenin ardındaki hayat olduğunu hatırlatır.

Başka coğrafyalarda, başka zamanlarda yaşamış bu iki hikâye anlatıcısı bazı açılardan birbirine çok benzese bile Doğu-Batı kadar birbirinden farklı düşüncedeler. Shakespeare Batı'nın her şeyi sonuna kadar tüketme ihtiyacıyla karakterlerini kişisel duygular çerçevesinde kurgularken, Dede Korkut toplumsal bilincin ve inancın çerçevesinde adalet, dürüstlük ve mâneviyatın yüceliğini bize hatırlatmak için anlatır hikâyelerini.

Her ikisini de aklımın erdiği kadar okuyup/anlatmaya çalıştım, sanırım bu yazıyı yine Dedem Korkut'un hikâyelerini bitirdiği haliyle bitirmek yakışır;

Kara Dağlar'ın yıkılmasın.

Gölgelice koca ağacın kesilmesin.

Ak sakallı babanın yeri cennet olsun.

Ak pürçekli ananın yeri cennet olsun.

Ahir vakitte arı imandan ayırmasın.

Amin amin diyenler didar görsün.

Yığıştırsın deriştirsin.

Günahınızı, adı güzel kendi güzel

Muhammed Mustafa yüzünün suyuna

Bağışlasın hanım hey...

Devamı iıin tıklayın
Bizim olmayan gemide kaptan olmak
Yaşar Akyay

İnsanın hak ve hakikate ulaşabilmesi için cevabını bulması gereken sorular ve bilmesi gereken konular vardır. Bunların en önemlilerinden bir tanesi de: “İnsanın, vücudunun yaratılması, yaşatılması, yönetilmesi ve yenilenmesi konusunda yetkisi ve etkisi nedir? İnsan vücudunun gerçek mânâda sahibi ve maliki midir? Yoksa vücut, yaratma, yaşatma ve yenilenmesi yaratıcıya ait olup, sadece yönetme yetkisi insana bırakılan bir emanet midir?” sorusudur.

Bizim inancımıza göre insan kendi vücudunun, evlâdının ve uhdesinde olan malın gerçek mânâda sahibi ve maliki değildir; bunlar ona imtihan için ve emanet olarak verilmiştir. Bu konuda Yunus EMRE; “Mal sahibi, mülk sahibi. Hani bunun ilk sahibi. Mal da yalan, mülk de yalan. Var biraz da sen oyalan.” diyerek bu hakikate parmak basmıştır.

İnsan, kendisini kendi vücuduna malik ve vücudunun işleyişine hâkim sanma gafletine düşmemelidir; çünkü kendi vücudumuzu ve vücudumuzdaki organlarımızı biz yapmadık. Vücudumuzdaki organların çalışma talimatını biz hazırlamadık. Onların yenilenmesini ve gelişmesini biz sağlayamıyoruz. Bunlar bizim irademizin dışında ve gücümüzün üzerindedir. Bizim bilgimiz dışında organlarımız programlanmış ve bizim haberimiz olmadan hücreler yenileniyor, biz uyurken bile organlarımız çalışmaya devam ediyor.

Bu hakikati anlayabilmek için hayatımızdan birkaç örneği inceleyelim. Teneffüs ettiğimiz hava vücudumuza girerek canlılığımızı devam ettirir; vücut ısımızın normal seviyede kalmasını sağlar; kirlenen kanın ciğerlerde temizlenmesini temin eder ve ağzımızdan kelimelere dönüşerek çıkar gider.

Bir portakal veya mandalinada, rengiyle gözümüzün, kokusuyla burnumuzun, tadıyla dilimizin, lezzetiyle vücudumuzun hazzı ve yararı vardır. Öyleyse bizim bedenimiz ve azalarımızla bunların lezzet ve gıda alacağı meyveleri yaratan güç aynıdır. Bunların yaratılması ile ilgili olarak bizim ne plân ve projemiz, ne de karar ve gücümüz vardır. Demek ki bizim vücudumuzu kim inşa etti ise o meyveleri de O yaratıp ikram etmiştir.

Vücudumuzu, yaklaşık olarak dünyayı altı defa dolaşacak kadar damar ve sinirlerle donatan Rabbimiz: Kan damarlarımızın içinde bulunup, ayaklarımızdaki tırnaklarımızdan başımızdaki saçlarımıza kadar vücudumuzun her tarafına gıda dağıtan ve kana kırmızı rengini veren alyuvarların yanında, akyuvarlara da bir asker gibi mikroplara karşı mücadele görevi vermiştir. Demek ki dışardan vücudumuza giren mikropları kim yarattı ise onları tanıyıp onlara karşı mücadele eden akyuvarları da O yaratmıştır.

Yani vücudumuzu yaratan da, yaşatan da, idare eden de başkasıdır. Bilgimiz, yetkimiz ve gücümüz dışında olan şeylerle beyhude yorulup ıstırap çekmeye gerek yoktur. O’nun yaptıklarının ve yarattıklarının hikmetini anlamadan veya beğenmeyerek itham etme (suçlama) yoluna gitmemeliyiz. Bizim görevimiz: Her şeye gücü yeten (Kadîr), çok merhametli (Rahîm) olan O Malikin varlığına ve birliğine inanıp, kudretine dayanıp, sorumluluğumuz dâhilinde olan konularda O’nun rızasını kazandıracak bir hayat tarzı seçmeye gayret etmektir.

Bir arkadaşının bahçesine ziyarete giden bir adam, yerdeki kabak fidanının meyvesi olan kabağı ve ilerideki ceviz ağacının meyvesi olan cevizi görünce şaşırır ve “Küçücük fidanda kocaman kabak, kocaman ceviz ağacında küçücük ceviz” diyerek şaşkınlığını ifade eder. Gölgelenmek için ceviz ağacının altına oturunca, başına yukarıdan bir ceviz düşer ve başını acıtır. Acı ile kıvranırken, eğer ceviz ağacının meyvesi kabak kadar olsaydı o zaman benim halim nice olurdu? Bundan sonra yaratanın işine karışmam, bunda da bir hikmet varmış, diyerek hem merakını gidermiş olur, hem de yaratıcının tasarrufuna rıza göstermek gerektiğini anlamış olur.

Ayrıca sadece bizim vücudumuz değil, kâinattaki bütün varlıklar da O’nun mülküdür ve O’nun tasarrufu altındadır. Köydeki tarlayı, şehirdeki bahçeyi, deniz kenarındaki yazlığı da gerçek mânâda bizim zannetmeyelim. Bizden önce niceleri oraları ekip-biçip kullanıp, mesken yapmasına rağmen giderken götüremedi. Bizden sonra yine niceleri oralarda mekân tutacak, ekip-biçecek ve kullanacak, fakat beraberinde götüremeyecek. O zaman gerçek mânâda bizim olmayan şeylere gönül bağlamaya ve ayrılıp giderken hicran acısı çekmeye değmez.

Unutmayalım ki, biz vücudumuzun da çocuklarımızın da, mal ve mülkün de gerçek sahibi olmayıp, biz onların sadece birer emanetçisiyiz. Bizim görevimiz: Bu bilinçle hareket edip, emanette emin olmak; gerek mal-mülk olsun gerekse bedenimiz ve azalarımız olsun, gerek çoluk çocuğumuz olsun, emaneti doğru kullanarak sorumluluğumuzu yerine getirmektir.

Sahabeden Ebu Talha’nın (r.a) uzun süreden beri hasta olan ve iyileşmeyen bir çocuğu vardı. Bir gün eve geç saatte geldiğinde hanımına çocuğunun durumunun nasıl olduğunu sordu. O da şu anda sakin yatıyor cevabını verdi. Ebu Talha çocuğa bakmak isteyince hanımı: Şu anda sakin yatıyor rahatsız etme diyerek çocuğun yanına girmesini engelledi. Sabah olunca da eşine, Ebu Talha: Komşudan bir araç-gereç alsan, işini gördükten sonra da sahibi geri istese ne yaparsın diye sordu. Ebu Talha: Tabii ki işimizi görmek için emanet olarak aldığımız malzemeyi işimiz bittikten sonra itiraz etmeden iade ederim, diye cevap verdi. Hanımı da: Allah (c.c) da sana çocuğunu emanet olarak vermişti, şimdi de geri aldı, diyerek çocuğun vefatını haber verdi. Olayı haber alan Peygamber Efendimiz tebessüm ederek: Allah (c.c) size emanet olarak verdiği çocuğu geri aldı, ancak sizin yine bir erkek çocuğunuz olacak diyerek, aileyi hem teselli etti, hem de onları yeni bir çocukla müjdeledi. Bu olay da İslâm tarihinde yaşanan emanet inancı ile ilgili en dikkat çekici örneklerden biridir.

Allah (c.c) mülkünde istediği gibi tasarruf eder. O bizleri bazen sağlıklı bazen hasta, bazen güçlü bazen zayıf, bazen zengin bazen fakir, bazen güzel bazen çirkin yapabilir. Bunlar Allah’ın kullarını imtihan etmesinin birer tezahürüdür. Olayların iç yüzüne vakıf olamadığımız zaman da, isyan ve itiraz etmek yerine teslimiyet göstererek, İbrahim HAKKI gibi “Mevlâm görelim neyler, neylerse güzel eyler” diyebilmeliyiz. Zira itiraz ve isyan da sonucu değiştirmeyecektir.

Kendi vücudumuz, yaşamımızı sürdürmek için gerekli olan gıdalar, bize ihsan edilen mal-mülk ve evlâtlar vs. açısından Yaratan, yaşatan, ihtiyaçlarımızı temin eden, gıdaların oluşması için toprağı, havayı, rüzgârı, yağmuru, ısı ve ışık kaynağı olan güneşi hizmet ettiren, vücudumuzdaki hücrelerin yenilenmesini sağlayan biz değilsek o zaman bizim hayattaki rolümüz nedir?

Bizim rolümüz, ücret karşılığında çalıştığımız otobüste şoför, gemide kaptan, trende makinist, uçakta pilotluk yapmak gibi olup, kullandığımız vasıtaya uygun yakıtı koyarak, kendine mahsus kurallar çerçevesinde hareket edip, sağa sola çarparak hasar vermeden aracı kullanmak ve ücretimizi almaktır. Eğer yanlış yakıt koymak ve trafik kurallarına uymamak nedeniyle araca zarar verir, yaralanmalara ve ölümlere neden olursak, bizim için bunun mutlaka malî ve adli sonuçları olacaktır.

Aynen bunun gibi, sadece komuta etme yetkimiz olan bedenimizle ilgili olarak; sağlığa zararlı ve haram kılınmış olan yiyecek ve içeceklerle ve yanlış güzergâh tercihiyle kendimize zarar verirsek, karşılığı cennet olan bir ücret almak yerine, uhrevi cezaevi olan cehennemle muhatap oluruz. Rabbim aklımızı doğru kullanıp, hak ve hakikate ulaşmayı ve ebedî mutluluğu hak etmeyi nasip ve ihsan eylesin.

Devamı iıin tıklayın

ASKIDA ABONELİK: Siz de "askıda abonelik kampanyası"na destek olmak ister misiniz?

Gelecek sayının konusu (122):
Tarih boyunca izlediği politikalar, güncel meselelerde takındığı tavır çerçevesinde, doğu medeniyetinin aslî unsurlarından İran'a bakış...

Son Eklenen Yorumlardan
 sağlık dileklerimizle, hürmetle...... naci eroğlu

 Elinize emeğinize sağlık sevgili Halis hocam.Yazılarınızı takıp ediyorum hislerimize tercüman oluyor... Ahmet

 Elinize emeğinize sağlık sevgili Halis hocam.Yazılarınızı takıp ediyorum hislerimize tercüman oluyor... Ahmet

 bosch professional gop 185-liBeylikler dönemini hatırlayalım, birbirlerine karşı üstünlük mücadelesi... Feyzi

 "Yürü kardeşim,Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin."Sen ve senin gibi şuurlu insanların sayıları bereke... Nilüfer Mihailoğlu


Batı; kaybettiği noktanın idrâkinde ve kazanacağı noktanın gafili olduğunu -yalnız kendine- ihtar ederek bugünkü buhranını yaşıyor. Biz; tüm taklitçiliğimize rağmen hem birincisinin, hem ikincisinin gafletindeyiz.
Eğer batı gibi kaybettiğimiz noktanın idrakinde olabilseydik, elimizden kaçırdığımız bunca zamandan ötürü eyvahlar eder; kazanacağımız noktanın gafletinden de sıyrılabilirdik…
Kardelen: Sayı 3, Aralık 1993
Anlam peşinde
Bizim olmayan gemide kaptan olmak
Parlamenter sistem ve mağdurları
Kırk gün bir ölüyü bekleyeceksin
Niye döktün gözyaşımı


Ali Erdal - Anonim eserlerin kıy...
Ali Erdal - Sıradan bir filme bu...
Ali Erdal - Kırk gün bir ölüyü b...
Ali Erdal - Kırk
Necip Fazıl Kısakürek - Kıraat kitabı
Ekrem Yılmaz - Derinlik
Ekrem Yılmaz - Yapamıyorsan hayal e...
Ekrem Yılmaz - Kürtlerin PKK ile im...
Dergi Editörü - Çare
Site Editörü - Anlam peşinde
Necdet Uçak - Niye döktün gözyaşım...
Necdet Uçak - Olacak
Kardelen Dergisi - Kardelenden haberler
M. Nihat Malkoç - Malazgirtin aslanlar...
M. Nihat Malkoç - Anadolu Türk masalla...
Ayhan Aslan - Yamyam
Mehmet Balcı - Şimdi
Mehmet Balcı - Dönemem
Ahmet Çelebi - Gazzeli çocuğa
Halis Arlıoğlu - Parlamenter sistem v...
Halis Arlıoğlu - İçimde bir yara var
Murat Yaramaz - Artık yeter
Murat Yaramaz - Masal
Mevlüt Yavuz - Sanma ha!
Cemal Karsavan - Seni düşünürüm
Heybet Akdoğan - Gülsema
Emine Öztürk - Hapis
Zekeriya Yılmaz - Bıraktın
Mehmet Ali Metin - Doğu ve Batı’nın hik...
Yaşar Akyay - Bizim olmayan gemide...
 
 
23 Mart 2005 tarihinden beri
 Ziyaretçi Sayısı Toplam : 14443074
 Bugün : 1935
 Tekil Ziyaretçi Sayısı Toplam : 627336
 Bugün : 57
 Tekil Ziyaretçi Sayısı (dün) Toplam : 72
 121. Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 0
 Önceki Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 0
Son Güncelleme: 13 Eylül 2024

Künye | Abonelik | İletişim