Kardelen'i DergiKapinda.com sitesinden satın alabilirsiniz.        Ali Erdal'ın yeni kitabı TÜRK KİMLİĞİ çıktı        Kardelen Twitter'da...        Kardelen 32 Yaşında!..       
İranın neye ihtiyacı var?
Ali Erdal

Fert için zararlı olan, toplum için haydi haydi... Kendini olduğundan üstün ve güçlü gösterme gayreti ve başkalarını küçümseme ahmaklığı ferdi gülünç hale getirdiği gibi; kibri toplum adına sistemleştiren ve topluma “tanrılık” izafe eden ırkçılık da toplumu öyle gülünç duruma düşürür. Halbuki “İnsanın nesebinde iftihar edebileceği şeyler, toprakla sudan başka ne olabilir?” (Hz. Ali)

İran destanlarında, bizim “Acem palavrası” deyimimizi haklı çıkaracak mübalâğalar görülmeyecek gibi değildir... Fars, tarih boyunca kendini hep mübalâğa etti zaten... Kahramanları, Zaloğlu Rüstem... Yumruğuyla kayaları tuz buz ediyor; demirleri büküyor. Kopardığı için zincirlenemiyor. Bizde atasözüne bile girdi: “El yumruğu yemeyen, kendi yumruğunu Zaloğlu Rüsteminki sanır”. Destanlarında şöyle övülüyor: Afrasiyap’ı bile yendi. Afrasiyap, bizim destanımızdaki Alp Er Tunga...

Fars, İslâm’ı; teslimiyetle değil “sen sensin, ben de benim” edasıyla –kibriyle de desek olur– itikada varan yorumlarla, âdetâ pazarlık eder gibi kabul etti ve bir ayrılık ortaya çıktı: Şiilik... Onu da devlet gücü ile müesseseleştirdi... Günün tabiri ile kurumsallaştırdı. Ekolleşme değil… İslâm’a mugayir olarak, ruhbanla bürokrat arası bir din adamı sınıfı ihdas etti. Aileyi dinamitleyen ve kadını satılık meta gibi gören “mut’a nikâhı” ve daha neler neler… Bunları bölgede İmam-ı Âzam gibi bir zat yetişmesine rağmen yaptı. İmam-ı Âzam için bir İslâm büyüğü şöyle diyor: “İsa Peygamber’in (O’na selâm olsun) ümmetinde bir İmam-ı Âzam olsaydı, İncil’e insanların dâhil ettiklerini bir bir ayıklardı”. Bilakis İran, bir bir inancı zedeleyecek uygulamalara rağbet etti. Kendilerinden emsalsiz bir örnek, bir sahabe, Selman-ı Farisî (O’na selâm olsun) olduğu halde.

İran’ın dünkü politikası gibi bugünkü politikası da destanlarına uygun... Halkını bilhassa Fars diye ifade ettim. İnanç sistemi ve devlet anlayışı, Fars kültüne istinat eder. Nüfus bakımından Fars; başta Türk ve Kürt olmak üzere diğer toplulukların her birinin karşısında azlıktır. Hâkim oligarşi, militan din yorumu ve zengin Farsça; Fars dışındaki unsurları, çokluklarına rağmen, bastırmış ve etkisizleştirmiştir. Yıllar süren çabasının sonunda, kazancı (!), kendi ülkesinde bile azınlık olmak... “Büyük ve küçük şeytanın” karşısında Zaloğlu Rüstem olamadı ama İran dışında, “büyük ve küçük şeytanla mücadele” söylemi ile kurduğu militan örgütlerle, müslümanların tepesinde Demokles’in kılıcı oldu. Şiiliği yayma gayretleri, fitneye sebep olmaktan başka sonuç vermedi. Harita üzerinde azımsanmayacak bir alanda etkili görünse de hiçbir ülkede Şiiliği irfan haline getiremedi. Kendi ülkesinde bile… Muteriz yorumlarla başlayan, yayıldıkça yeni muteriz yorumlar doğurdu. Karar almada kekeme, kuyruğu dik tutmaya çalışan ağır ve hantal bir bürokrasi… Kendi ülkesinde bile ayakta kalması; rejimi ayakta tutma gayretinden başka bir şeye gücü yetmeyen, kurduğu militan örgütlere bile etkisi gittikçe azalan devletin baskısı ile…

İran, meşru, gayr-i meşru militan çabalara rağmen yalnız... İslâm dünyasında tutunamıyor, danışıklı dövüş yaptıklarına yaranamıyor, halkına güven veremiyor… Çünkü Kardelen dergisi editörü Kadir Bayrak’ın dediği gibi “Anayoldan ayrılıp yan yollara saptı, potansiyelini çıkmaz sokaklarda heba etti.”

İran’ın, bugün bütün mazisini hesaba çekecek, hakla bâtılı lif lif ayıracak bir tefekküre, dolayısıyla mütefekkire ihtiyacı var.

Devamı iıin tıklayın
Fars irfanı var mıdır?
Kadir Bayrak

Hendek gazvesi esnasında verilen müjdelerden biri de İran’ın fethiydi…

Medine’nin etrafının, bir savaş stratejisi olarak, insan ve bineklerinin geçemeyeceği derinlik ve genişlikte kazılması fikri Farslı bir sahabeye aitti; İslâmın çocuğu Selman’a (ra)… Nitekim fetih müjdesi de onun şahsında bütün ümmete verilecekti.

İran, o gün orada bulunan, şehirlerini korumak uğruna hendekler kazan, Medine’ye sıkışmış kutlu topluluk için bir ufuk çizgisiydi…

Çok değil, müjdenin verilmesinden 20 yıl gibi kısa bir zaman sonra İran, Hz. Ömer’in hilafeti döneminde fethedildi.

Fetihten önce İslâm orduları kumandanı Sa’d bin Ebî Vakkas’ın (ra) gönderdiği elçi ile Sasanî elçişi arasında geçen konuşma, İslâma girdikten sonra bile değişmeyen aykırı Fars karakteri hakkında fikir vermeye yeter. Kendilerini İslâma davet eden elçiyi ve sözlerini küçümseyen, ikibin yıllık medeniyetlerini yıkmaya gelen ordunun kılık kıyafetine bakıp hor, hâkir gören ve içinden çıktığı medeniyetin kibirden yana zaafını açığa döken Sasanî elçisi, savaş başladıktan birkaç saat sonra “baldırı çıplak” diye aşağıladığı ordunun zaferini gördüğünde ne hissetti acaba…

Kibir, şahısları ve toplumları kör eder. İran ve mücerret olarak Fars, tarih boyunca bu körlükten kurtulamadı.

“Bir milletin kimliği, apaçık olaylar ve yetişmiş meşhur kişileri kadar, hattâ bazan onlardan çok, halkta tezahür eder.” (Ali Erdal, Türk Kimliği, sayfa 46)

Biz sosyolojik anlamda Fars milletini değerlendirebilecek akademik bir seviyeye veya İran’ın medeniyet sahasında boy gösterdiği ilk andan günümüze kadar geçirdiği süreçleri anlatacak tarih bilgisine sahip değiliz. Zaten bu yazının da böyle bir iddiası yok. Böyle olmakla birlikte okuduğumuz, dinlediğimiz, gördüğümüzden süzülen ve böylece meydana gelen kültür, içinden çıktığımız milletin bakış açısı, ortak millî şuur ve yarım asra yakın hayat tecrübemiz, aynı coğrafyayı paylaştığımız, izlediği politikalar devletimizi ve milletimizi derinden etkileyen İran üzerine bir şeyler söyleme hakkını bize veriyor.

İran için işin başında söylenebilecek belki en doğru söz, en doğru tespit onun tarih boyunca hiçbir zaman “tez” olamamasıdır. O hep hâkim görüşün “antitez”i olmayı -bilinçli olarak- tercih etmiştir. Her anlamda “teslimiyet” olan İslâm’a girişi bile pazarlıkladır. Anayoldan ayrılıp yan yollara sapmak, potansiyelini çıkmaz sokaklarda heba etmek de ikinci bariz vasfı.

İslâm’a girdikten sonra onun aslına, itikatına, iman esaslarına aykırı olmadan, uygulamada milletinin şahsiyetine uygun hareket anlaşılır hattâ takdir edilir. Devletin idare şekli, mimarî, hat, kıraat, terminoloji ve benzerinde milletlere göre farklılıklar olması doğaldır, zenginliktir, medeniyetin gereğidir. Hazır Müslüman olmuş, böyle bir lütfa ermiş Fars’ın ise yeni girdiği dine bir “antitez” uydurmak istercesine “Şiilik” “Şia” gibi bâtılı icat etmesi anlaşılır gibi değildir.

Bâtıl “Şiilik” anlayışı kendi sınırları içinde kalsa, onlar adına yine üzülür, yanlışlarını anlatmaya, doğruyu göstermeye gayret eder, yine de iflah olmuyorsa kaderine terk ederdik. İran, tarih boyunca, bâtıl fikrini, İslâm topluluklarını ayrıştırmada, birbirine düşman etmede kullanmayı tercih etti, bu anlayışı bir devlet politikası olarak benimsedi. Hal böyle olunca, medeniyetin zirvesinde olduğumuz dönemlerde karşısında bizi, Türk milletini buldu.

Kendini olduğundan büyük, güçlü görme ve gösterme… Kibir… Doğruyu bile pazarlıkla kabul etme, tavır alma… Tez olamama… Potansiyelini haktan yana değil çıkmaz sokaklarda heba etme… Onun bu karakterini ve zaaflarını gören, doğru tahlil eden Yahudi, bizim de güçten düştüğümüz şu zamanda ona yeni bir kılık biçti… Sözüm ona İslâm devrimi sonrasında kurdurulan devleti… Kâğıttan gemi, kartondan dev… Yahudiye lâzım olan etkisiz düşman… Kendi cumhurbaşkanını korumaktan aciz, sahte kabadayı…

Merak ettiğim, bugünkü devletlerinin “kâğıttan bir kaplan” olduğunu anlayan bir Fars irfanı var mı? Eğer varsa, benim bildiğim ve tanıdığım en büyük İranlı, en büyük Fars olan İslâm’ın çocuğu Selman-ı Farîsî’yi onlar ne kadar tanıyor, biliyorlar. Hizayı ondan, ehli beytimdendir buyrulan Selman’dan almamanın akıbetinin farkındalar mı?

Devamı iıin tıklayın
Devletleşen şiilik
Necip Fazıl Kısakürek

Kol kol, isim isim üzerlerinde durmaksızın ve bağlı oldukları şahısları göstermeksizin, itikat şekilleri halinde kısaca çerçevelediğimiz Şiilik, bazı ellerde birtakım huruç hareketleri kaydettikten sonra, çoğunda olduğu gibi sahiplerinin ismini taşıyan bir şube olarak Hicri Üçüncü Asırda, Irak taraflarında ve “Kıramıta” ismi altında bir devletçik kurdu. Şiiliğin en mecnun kolu İsmailiye’den bir dal olan Kıramıta topluluğu bir asır kadar kendi havzasında hükümranlığını sürdürdü, Sünnet ve Cemaat ehline yapmadığı zulüm bırakmadı; Mekke’yi bastı, binlerce hacıyı kılıçtan geçirdi ve “Hacer-i Esvet”i söküp Irak’a götürdü. Hicri 378 yılında ortadan kaldırıldı.

Ayrıca Mısır’da Fatımiler...

Şii kollarından asıl devletleşebilen ciddi örnek, (Hicri 473) Hasan Sabbah isimli bir mecnunun bayrağını açtığı doğrudan doğruya İsmailiye, bir ismiyle de Bâtıniye şubesidir. “Cevizin içiyle kabuğu gibi Kur’ân’ın bir batını (içi), bir de zahiri (dışı) vardır. İş batındadır ve zahirdeki emirler ve yasaklar vardır. Batına bağlananlar murada zahmetsiz ve eziyetsiz erer. Haram diye bir şey yoktur ve her şey helâldir. Şeriat sahibi Peygamberler yedidir; bunlar Âdem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa, (M...) ile altıya ermiştir; yedincisi ise Mehdi’dir ve gelecektir. Allah vardır, alimdir, kudretlidir!” Ve tespitinin bile kaleme giran geleceği daha neler!.. Meselâ: “Kadın, âdetten sonra namazını kaza etmez de orucunu kaza eder, nasıl olur? İdrar meniden daha pisken guslü gerektirmez de öbürü gerektirir, niçin? Bazı namazlar ne yüzden 4 rekât da bazıları 3 veya 2?..”

Ruh emrine basit bir ölçü âleti olan aklın hangi sapıklığa kadar memur edilebileceğini göstermekte eşsiz bir (manyak) olan Hasan Sabbah, İran’ın meşhur nasipsiz şairlerinden Ömer Hayyam ve Selçuklu vezirlerinden Nizamülmülk ile mektep arkadaşlığı etmiş ve Alparslan’ın himayesine ermişken, Selçuklular’la bozuşmuş, oradan Mısır’a kaçmış, Şii Fatımîlerden himaye görmüş ve Fars illerinde, nice büyük din adamına beşik olmakla maruf ve bu defa küfrün en şiddetlisine maruz- öz memleketi Rey şehrinde başına birtakım tımarhanelikleri toplayarak bazı zaptedilmez kaleleri basmış, düşürmüş, üzerine gelen Selçuklular’a karşı durabilmiş ve devleti yedinci asrın ortasına kadar 181 yıl ayakta kalabilmiş bir adam...

“Kartal yuvası” mânâsına, dik kayalıklar üstünde “Alamut” kalesi... Bu kalede bağlılarının, bir işaretiyle kendilerini kale burçlarından aşağı attığı, kuduz fıkir ve gözü karalıkta ve cahil yığınları büyülemekte eşsiz bu adam, Şiiliğin Rahmanîlikten Şeytanîliğe aktarma edilen, Bizans, Fars ve Yahudi kırması “İlhad-küfür” aksiyoncularının başında gelir.

İmam Cafer-i Sadık Hazretlerinin büyük oğlu İsmail’i son imam tanıdıkları için “İsmailiye” ismini alan, sadece 7 imam kabul ettiklerinden “Sebiyye – Yedicilik” diye adlandırılan ve zahir ölçülerini reddetmelerinden ötürü “Batınıyye” diye de yaftalanan bu fırka, Useyrîler, Dürzîler üzerinde dahi tesir sahibidir.

Gerisi, Hicri Onuncusu Asır başlarında, Şah İsmail Safevî’nin resmen Şiiliği ilân etmesiyle bu mezhebe yataklık eden ve başta Yavuz Sultan Selim, Osmanlı Padişahlarını bir hayli uğraştıran ve Anadolu topraklarına Aleviliği sokan Farslar... Fars tipi, İslâm’ı yüceltmekte ve batırmakta iki ters istikamet sahibi mücerret bir istidat ifadesidir. (Necip Fazıl, Doğru Yolun Sapık Kolları, s 75)

Devamı iıin tıklayın
Bizden gibi görünen
Ekrem Yılmaz

Senden görünüp, seni arkadan vuran, sinsi, gizli düşmana karşı savaşmaktan; cepheden vuran, göğüs göğüse vuruşan düşmanla mücadele daha kolay. Atalar, ‘hırsız içerden olunca kapı kilit tutmaz’ demişler. Harbi düşman var, dostmuş gibi görünüp düşman olan ve düşmana çalışan hainler var. Hem cemiyet plânında ve hem devletler arası ilişkilerde tarihte ve günümüzde örneğini görmek mümkün. Hep olmuş, bitmemiş, herhalde kıyamete kadar da bitmeyecek.

Bunları bize söyleten çok sebebimiz var. Yakın tarihimiz darbelerle dolu maalesef ve hele en sonuncusu sözümona hoca denmiş ama en sinsi ihanet şebekesinin reisliğini yapmış ve en acımasız darbe girişimiyle insanına kurşun sıktırmış, bomba attırmış bir yapı oluşturmuş birine ait: FETÖ… Resmen terör örgütü… Bu içteki bizden görünene örnekti. Bir de dışta bizden gibi görünen var: İRAN… İslâm alemindenmiş gibi görünüyor, amma öyle mi? Mizacı, içte uygulamaları, diğer dünya ve Müslüman ülkelerle ilişkileri nasıl ve neyi işaretlendiriyor ve neyi ispat ediyor? Bütün bunlara bakıldığında hakkında ne söylenebilir?

Baştan hüküm cümlemizi verelim: İran (Fars) bizdenmiş gibi görünen ve bizden olmayan bir unsurdur. Şunu çok duymuşuzdur: İran tarihi boyunca hep müslümanlarla savaşmıştır. Müslümanların düşmanlarına kılıç doğrultmamıştır. Bu nasıl bir iş ve nasıl bir mizaçtır. Müslüman olduğunu iddia edeceksin ve yine hep o müslümanlarla uğraşacak ve çıban başı olacaksın. Yavuz Sultan Selim han bile İran yüzünden yüzünü Batıya dönememiş ve yine o kudretli zamanlarımızın heder olmasına sebep olmuştur.

İtikadî açıdan ve mezhep yönünden de İslâm âleminin kahir ekseriyetinden ayrı düşen İran’a bu açıdan yaklaşmayacağız. Ancak siyasî ve milletler arası ilişkilerdeki konumu ve aldığı tavır açısından teşrih masasına yatırmak istiyoruz.

İran yakın tarihte, son yıllarda dosta tedirginlik ve düşmana güven veren siyaset izliyor. Oysa düşmana korku ve dosta güven vermek işin doğrusu, olması gereken. Peki bunu nasıl başarıyor?

ABD’ye, İsrail’e düşmanım diyor, tehditler savuruyor; Amerika büyük şeytan, İsrail yok olacak derken icraatları ile onların ekmeklerine yağ sürüyor. Âdetâ onlar için çalışıyormuş görüntüsü veriyor. Komutanları suikasta uğruyor, intikamını en şiddetli şekilde alacağını iddia ediyor. Sözde… Karşılık olarak Amerikan üssünü vurmaya kalkıyor ve bunu karşı tarafa bildiriyor. Füzeleri ateşliyor, bir tek Amerikalı asker ölmüyor. Devrim muhafızları komutanını İsrail suikastla topraklarında öldürüyor, intikamdan bahsediyor, netice fos… Sadece esip gürleme var, başka icraat yok. Cumhur başkanını bir helikopter kazasında kaybediyor. Arkasında birçok soru işaretiyle olayın üstü kapatılıyor.

İran istihbaratının başında bulunmuş isim diyor ki: “Mossad öyle yerleşmiş ki içimize, hiçbirimiz güvende değiliz.” Bu nasıl bir itiraftır, nasıl bu kadar acziyete düşülür ve bu ifade edilebilir? Buna ortam sağlamak içerden bir organize olmadan mümkün müdür? Birçok uzman çok şey söylüyor. İran İsrail’in soykırım cürmüne ve savaşın bölgeye yayılmasına âdetâ yardımcı oluyor, çanak tutuyor. İsrail’e füze atıyor, kimse ölmüyor. Sanki bir tiyatro ile karşı karşıyayız. Esip gürlerken karşıdaki asıl düşmana alan açıyor, fırsat veriyor, işini kolaylaştırıyor.

Gelelim en dramatik suikast girişimi hadisesine: Hamas lideri İsmail Heniye Tahran’da Devrim Muhafızlarına ait bir konutta nokta atışıyla vurularak şehit edildi. Bu konutun da cumhurreisinin sarayına çok yakın olduğu ifade ediliyor. Bu nedir? Bir ihmal mi? Bir ihanet mi?  Buna ihmal demek mümkün değil. Âdetâ kurban vermek için bir mizansen tertip edilmiş. Ordusu, istihbaratı, her tür alınması gerekli güvenlik önlemi hakkında yapabilecekleri bir savunma mı var? Yok. Ama bir şey söylüyorlar, hep söyledikleri gibi: Kanı yerde kalmayacak, intikamını en şiddetli şekilde alacağız. Evet evet hep gördük ve alacağınız çok intikam vardı, söz de vermiştiniz, hepsini aldınız da bunu alacaksınız. Ağlanacak hallerde güldürmek mi istiyorlar dünyayı? Bu ne komedi... İran, İslâm âleminin dünyaya karşı güvenirliğini zedeleyici bir çıban başı olduğunu çok açık ispat ediyor. İran’a güvenip de bundan sonra kim Tahran’da misafir olur? Eğer misafir olmayı kabul edecekse neyi göze almalı?

Şehit İsmail Heniye Katar’da bulundu, bir şey olmadı, Türkiye’ye geldi bir şey olmadı da İran’da bu nasıl oldu? Kimler işbirlikçi? Hizbullah lideri Nasrallah da törene katılmak için İran’a gelecekmiş, uyarılmış, güvenli değil denmiş ve gelmekten vazgeçmiş. Hakeza Yemen’den gelecek olan lider de vazgeçirilmiş, güvenli değil diye… Bu bilgiler İran ve bağımsız haber kaynaklarında duyuruldu. Bunu da duyunca her şey açıklanmış olmuyor mu, Heniye nasıl kurban verilmiş?

‘Huylu huyundan vazgeçmez’ demiş atalarımız. İran’a güven olmaz, o güvenilmez dost: İran bizden görünen, içimizdeki yabancı, onun ipiyle kuyuya inilmez. ABD ve İsrail düşmanlığı dilinden düşmüyor ama bütün işledikleri ile onların ekmeğine yağ sürüyor. Hem fert plânında ve hem devlet düzeyinde İslâm Âlemi uyanık olacak ve İran mı, aman dikkat ölçüsü ile ona yaklaşmayı şiar edinecektir. Öyle zararlar veriyor ki, en hafifi Gazze’deki soykırımı gözden uzaklaştırıp, gündemden düşürmektir. Gazze toplumunun umudu Hamas lideri topraklarında şehit ediliyor. Bu leke tarihten gelen birikimle beraber İran’a yeter.

İran güvenilmez dost(!)tur. Müslümanların, bilhassa Gazze’nin İran gibi bir dostu varken düşmana ihtiyacı yoktur!

Devamı iıin tıklayın
Kaleme yemin
Dergi Editörü

Bazen bu satırların okunmadığını düşünüp hayıflanıyorum. Önceden kaleme alınan yüzyirmibir sohbetin pek çoğunda farklı cümlelerle de olsa bu kanaatimi izhar ettim. Hele bir de okunduğu halde bir etki meydana getirmiyorsa vay halimize… Demek ki yan yana getirdiğimiz kelimelerin arasına sadece noktalama işaretleri girmiş; samimiyet, inanç, ihlâs eksik kalmış. Oysa gönülden, kalpten söylenenin, kaleme alınanın muhakkak muhatabında bir etkisi, karşılığı olur, olması gerekir. Öyle olmasaydı ismini bir sureye veren “kalem”e niye yemin edilsin ki… Allah kalplerimizle kalemlerimiz arasındaki bağı güçlendirsin, razı olacağı eserler kaleme aldırsın ve bu satırları tesirli kılsın…

Tarihin kırılma anları vardır. Ateşin bulunması, tekerleğin, yazının icadı, bir beldenin fethi, toplumsal hareketler… Bu nev’iden hadiseler akıp giden hayatın mecraını değiştirir. Öyle zannediyorum ki bugün biz de tarihin kırılma anlarından birine şahitlik ediyoruz.

Küçücük bir coğrafyaya sıkışmış, sınırlı imkânlarla hayatta kalma mücadelesi veren binlerce masum insan Yahudi eliyle katledildi, katlediliyor. Gözlerimiz önünde cereyan eden katliamı bütün dünya gibi izlemekle yetinsek de zulmün ilânihaye devam etmeyeceğini, nereye varacağını ve neticesinin ne olacağını üzerine yemin edilen kalemin yazdıklarından okuyor, anlıyor ve iman ediyoruz. Eceli gelen köpek, cami duvarını pisletiyor.

Mazlumların ahı’nın gökleri tuttuğu bu demde bütün insanlık; şahıs plânında tek tek bütün fertler ve fertlerden müteşekkil bütün milletler, devletler ağır bir imtihandan geçiyor. Birkaç nesil sonra fertler ve devletler, bugünkü hadiseler karşısında aldıkları tavra göre Gazze’den önce ve Gazze’den sonra ayrımıyla değerlendirilecekler. Ve bugün Gazze’yi görmezden gelenler kısa bir zaman sonra tarihin çöplüğüne atılıp unutulup gidecekler.

Kardelen, elinizdeki sayıda Gazze merkezinden bakarak dünya siyaset sahnesinin başat karakterlerinden İran’ı ele aldı. 70’Lİ YILLARIN SONUNDA REJİMİNİ DEĞİŞTİREN, O TARİHTEN SONRA VARLIĞINI İSRAİL DÜŞMANLIĞI ÜZERİNE İNŞA EDEN AMA NE HİKMETSE İSRAİL DIŞINDA HALKI MÜSLÜMAN BÜTÜN DEVLETLERLE SAVAŞAN İRAN’I… Coğrafyamızın sahte kabadayısı, kâğıttan kaplanı… İslâm’a, ikibin yıllık Sasanî devlet tecrübesine sahipken girdiler. Müslüman olduktan sonra kurdukları devletler de uzun soluklu oldu. Bilinen bunca asırlık devlet tecrübesi ve Arapçadan sonra en zengin dillerden Farsçasıyla inşa ettiği edebiyatıyla, yetiştirdiği büyük fikir adamlarıyla kıyaslandığında tersinden minareyi andıran bugünkü hallerini ele almaya, anlamaya gayret ettik.

Niyetimiz vahdeti bozmak, kimseyi hor hakir görmek değil ama yarım yüzyıldır köpürttüğü gücünü, sahip olduğunu iddia ettiği silâh teknolojisini ve İsrail’e karşı söylemlerini hatırlatmak da borcumuz. O güç, kırkbinden fazla masumun öldürüldüğü bugün kullanılmayacaksa ne zaman ve kime karşı kullanılacak!.. Gazze’den sonra yazılacak tarihte, yetiştirdiği büyükler hürmetine hayırla anılmasını ümit ettiğimiz İran’ı ele aldığımız sayımızı takdirlerinize sunuyoruz.

Başta kalem erbabı, fikrin kıymetini bilenlere selâm olsun.

Devamı iıin tıklayın
Tevhid yoksa huzur da yok
Site Editörü

Orta Doğu haritasını açtığınızda karşınıza çıkacak ülkeler Türkiye, Mısır, Suriye, İran, Irak, Suudi Arabistan, Katar, Bahreyn, Umman, Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün, Lübnan ve İsrail olacaktır. Bu ülkelerden İsrail dışındakiler nüfusunun kahir ekseriyeti müslüman olan ülkeler. İsrail’in nüfus büyüklüğü olarak bu ülkelere oranı sadece yüzde iki. Yüzölçümü olarak oranı ise binde üç.

Gelin görün ki, bir yıl önce başlayan savaş tüm şiddeti ile halen devam ediyor ve İsrail bu sürede, dile kolay, binlerce Filistinli’yi şehit etti, binlercesi de yerlerinden oldular, Hizbullah’ın ve Hamas’ın liderleri öldürüldü. Bugünlerde İsrail Lübnan’a hattâ Suriye’ye bombalar atıyor, İran’a saldırması an meselesi olarak görülüyor.

Evet, İsrail’in nüfusu etrafındaki müslüman ülkelerin yüzde ikisi kadar. Düşünün, etrafındaki doksan sekiz kişiye rağmen iki kişinin o doksan sekiz kişinin tanıdığı olan birine efelenmesine benzer bir durum yaşıyoruz ve o kalabalıktan bir hareket neredeyse yok.

Bu durumun sebeplerinden biri başta Amerika olmak üzere o iki kişiye arka çıkanların olması ama önemli bir sebep daha var; doksan sekiz kişinin birlik olup hem o iki kişiye hem arkasındakilere gereken cevabı vermemeleri. Neden müslüman ülkeler Filistin’e arka çıkamıyorlar, neden birlik sağlanamıyor?

Dünya medeniyet tarihinin de önemli paydaşları olan Mısır, İran ve Türkiye bu ülkeler arasında en köklü geçmişe ve hatırı sayılır sosyal ve askerî güce sahip ülkeler. Nüfus bakımından da diğer ülkere kıyasla hayli büyükler. Bu ülkelere petrolden dolayı ekonomik zenginliği ile büyüyen Suudi Arabistan’ı da ekleyelim. Bu dört ülke İsrail’in saldırılarına karşı birlik olabilseydi, sert bir aksiyon alabilseydi bugün geldiğimiz durumda mı olurduk? Amerika’nın dahi kabul etmek zorunda kalacağı bir noktaya gelmez miydik? Ancak bu dört ülke ve diğer ülkeler çok farklı tellerden çalıyorlar. Bir tarafta Şiiler video kliplerle sosyal medya üzerinden savaşıyorlar, diğer tarafta Vahabiler bize ne Filistin’den demeye kadar işi götürüyorlar, bir tarafta Gazze ile sınırı olan Mısır olaylar bana nasıl zarar vermez diye çabalıyor. Bizim ülkemiz ise sözle de olsa gündem olacak çıkışlar yapıyor ama daha fazlası elinden gelmiyor.

Müslümanlar olarak tevhid olamamızın bizi getirdiği nokta ne yazık ki bu. Yukarıda sayılan ülkelerin bir çoğu, özellikle de bugün savaşın olduğu topraklar, çok değil bir, bir buçuk asır evvel tek bir devletin hükmü altındaydı. Bugün objektif yorumcular bu hakimiyet bittiğinden beri o topraklarda huzurun tekrar sağlanamadığında hem fikir. Bugün ne müslümanlar sembolik bile olsa tek bir başta toplayacak halifeye sahipler ne de bu toprakların hepsine adaletle hükmedecek bir devlet var. Bu kısa zaman içinde müslümanlar devletlerinden, halifelerinden, huzurlarından en önemlisi vahdetten oldular.

Tevhid olamamızın en önemli sebebi mezhep ayrılıkları. Bir yanımızda şia, bir yanımızda selefi akımlar var. Bir tarafta maket füzelerle şov yapanlar, diğer yanda henüz müslümanlar dışındakilere saldırısı görülmemiş kendini İslâm’ın bayraktarı sananlar… Bir de arada ne yapacağını bilmez, sesi çıkmaz, savunucusu kalmayan, öldürülen ve işkence gören ehli sünnet müslümanları. Suriye’de, Yemen’de İran’ın desteklediği grupların ehli sünnet müslümanlarına yaptıkları halen hatırlarda. Bugün Gazze için efelenen İran’ın attığı onlarca füzeden henüz ölen bir İsrailli duymadık. Ne kadar trajik ki Hizbullah liderinin öldürülmesi sonrasında İran’ın yaptığı hava saldırısında İsrail kayıp açıklamadı ama füze parçalarından dolayı bir Filistinli’nin öldüğü biliniyor. Dünyadaki müslüman nüfusun büyük çoğunluğu ehli sünnet, az bir oranda şii nüfus var. Ancak orta doğuda bu denge daha farklı ve şia lehinde değişmesi için büyük gayretler var. Hamas bile ehli sünnet bir örgüt olarak kurulmuşken son yıllarda adı İran desteği ile anılmaya başladı.

Bu durumdan çıkartacağımız dersler var. Elbette müslümanların tevhid ehli olması lâzım ama mezhep ayrılıklarını kullanarak bu birliğin bozulması için bilinçli hareket eden İran gibi ülkelere karşı çok dikkatli olmamız, bu ülkelere karşı güçlü olmamız gerek. Güçlü olmadan söz sahibi olmak imkânsız. Suriye, Yemen gibi İran’ın dümen suyuna gitmek zorunda kalan ülkelerin yaşadıkları karşımızda. Tüm bunlara bakınca Türkiye’nin tek başına büyük güç olması dışında bir alternatif çok zor gözüküyor. Allah ülkemize, milletimize yardım etsin.

Devamı iıin tıklayın
Kardelenden Haberler
Kardelen Dergisi

 

Muzaffer DOĞAN’ın yeni kitabı

Dergimiz yazarlarından eski Bahçelievler Belediye Başkanı Muzaffer DOĞAN’ın yeni kitabı “Hasret-i Ömer” Okur Kitaplığı Yayınları’ndan çıktı.

Kitabın arka kapağında şu ifadeler yer aldı; “Hasreti Ömer vesilesiyle demek istiyoruz ki; Ömer’i Ömer yapan İslâm’dır. Günümüzün Müslümanına düşen; İslâm’a tam teslim olmak, iyi anlamak, mükemmel yaşamak, sözüyle ve özüyle örnek olmak, yeni Ömer’ler yetiştirmek; adâlet, sadelik, alın teri, kardeşlik, hak ve hukuk bayrağını hep zirvede tutmaktır. Dileğimiz, içinde yaşadığımız çağda insanlığın, muhtaç olduğu adâlete, barışa, sevgiye, kardeşliğe; kısaca İslâm’ın özüne dönmesidir.”

 KOKARGÜL'den yeni kitap

Dergimiz yazarlarından Remzi KOKARGÜL’ün yeni kitabı “İstasyon Yazıları” Kutlu Yayınevi’nden çıktı.

Kitabın arka kapağında şu ifadeler yer aldı; “Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir...” Tolstoy’a ait olduğu söylenen bu sözü tekerrür edercesine; Herkesin kendi buğulu dünyasında, içinde gülümseyen hikâyeleri vardır. Bu yüzden insanın yaşadığı, oturduğu mekânın, onun kişiliği üzerinde önemli etkiler bıraktığı bir gerçektir.

Çocukluk günlerini benim gibi; içinden tren geçen kasabalarda yaşayanlar, gecenin sessizliğini delip geçen, tren düdüklerinin evlerdeki yankısını unutamazlar. Kim bilir? Tren hangi bozkırın sonsuzluğunda, sarı bir deniz gibi uzanan; tarlaların kıyısında, ulu dağların eteklerinde, oya gibi kıvrılarak, dumanını tüttüre tüttüre gidecektir. Saatler ilerledikçe; gece karanlığında, pencereden yıldızları ve ayı seyreder yanı sıra; raylardan gelen o sarsıntılı sesi dinler, tefekkür âlemine dalardım.

Sizde bir gün gelir yaşadığınız şehirde, ufuklarda mor bulutlar, beton yığınlarının arasından, yeryüzüne doğru bakmaya başladığında; bir Tren yolculuğuyla, uçsuz bucaksız bozkırları, diz boyu yemyeşil meraları, dingin göl manzaralarını ardınızda bırakarak; yerin ve göğün küstüğü bir istasyona yolunuz düşerse;

 

İstasyon yakınındaki, akasya ve kestane ağaçları arasındaki çay bahçesine gidin “Bir çay gönder, tavşankanı olsun!” diye seslenin, sıcacık bir bardak çayla, akşamın son kuşlarını gözlerinizle uğurlamaya çalışın ve bu yazıyı hatırlayın.”

Mücahit KOCA'dan yeni eserler

Velûd yazar Mücahit Koca, 2024 yılı içinde kendisinin kurduğu Sur Yayınlarından yedi adet kitap yayınladı. 21 şiir kitabının yanında roman, hikâye, oyun, inceleme ve denemelerden meydana gelen 19 adetlik külliyatın da sahibi olan Koca’nın bu yıl yayınladığı eserleri şöyle:

●Necip Fazıl Kısakürek (inceleme),

●Sezai Karakoç (inceleme),

●Nuri Pakdil (inceleme)

●Uludağ Cehennemin Üstünde (piyes)

●Manifesto (şiir), Sözcükler (şiir),

●Suç ve İsyan (şiir)

Bursa Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümünü 1975 yılında bitiren yazarın dergimizin sahibi Ali Erdal ile dostluğu da o tarihlerde başlamıştır. Okul yıllarında Necip Fazıl ve Büyük Doğu ile tanışan şair ve yazar, Necip Fazıl’ın vefatının ardından Sezai Karakoç’un Diriliş Hareketi içinde aktif rol aldı. Geçmiş zamanla günümüzü buluşturan hayal ve imgelerle örülü şiirlerinde umut, sevgi, doğa, ölüm, keder ve özlem temaları ile zarif benzetmeleri ustalıkla kullandı.

43. toplantıda Ali ERDAL’ın konuşması

Gönüldaşlar, ne zor şartlar altında bu toplantıya katıldığınızı sizin kadar olmasa da kısmen ben de aynı şartlara sahip olduğum için farkındayım.

Filistin dünyada bir deneme tahtası olarak yahudi tarafından şamar oğlanı olarak kullanılıyor. Her türlü işkence yapılıyor ve dünyada halklardan büyük tepki görüyor. Bu tepkiler içerisinde çok orijinal, çok güzel, fevkalâde, takdire şayan tepkiler, icatlar, yeni buluşlar görüyoruz. Fakat bizde böyle güzel büyük icat yok; sade suya tirit gösteriler, büyük bayrak açmak, içi boş sloganlar.

Peki, dünyada oluyor da bizde niye böyle icatlar ortaya çıkmıyor? Hâlbuki asıl bizden çıkması gerekir. Tarihe bakacak olursak, edebiyata bakacak olursak asıl bizden çıkması gerekir. Çünkü bizde -bugün için bugünün şartlarında- sanatkâr yok… Kelimenin hakiki mânâsıyla yok, bilerek söylüyorum, sanatkâr yok. İstisnalar kaideyi bozmaz. Rey sahibi insan, hele

mevkilerde ileri gelenlerde sanatkârlarda rey sahibi insan yok. Fikrin değerini bilen yok. En çok da bunu anlıyoruz. Fikrinin değerini bilenlere diye bir dergi çıkarıyoruz yani diyoruz ki yakasına yapışıp kardeşim fikrin değerini biliyorsan bu dergiye sahip çık. Aval aval bakıyor. Yok derken, insanımızı suçlamak için söylemiyorum. Görünüşte o suçlu gibi görünüyor ama aslında en son suçlanacak olan, insanımız. Neden?

Ortalıkta sanatçı diye dolaşanlara bakın çoğu hattâ hemen hemen hepsine yakını bize uzak. Hattâ kelimenin hakiki mânâsıyla Türk değil. Zevk, fikir ve irfan bakımından hiç bizden değil. Haliyle onlar Filistin dâvâsına uzak. Bizdense sanatkâr çıkmasına, fikir adamı çıkmasına her türlü engel kondu ve çıkarılamadı. Zaten savaşlardan çıktık, erkek nüfusu azaldı, kadınlar işlere bakmak mecburiyetinde kaldı.

Filistin dâvâsında niye büyük icat, fevkalâde icat yapamıyoruz; sanatçı yok, fikir adamı yok, fikrin değerini bilen yok dedik. Bu bir… İkincisi bu cemiyet, yılanın eski deriyi atıp yeni deri çıkarması gibi deri değiştirdi. Hayır, öyle demeyelim deri değiştirtildi. Bize ait ne kadar unsur varsa atıldı, dışarıdan onların yerine başka şeyler alındı. Haliyle bu değişiklik sonucunda ortalıkta ne sanatkâr, ne fikir adamı kalmadı değil, olmadı.

Aslında bu değişiklik bizim en çok kafa patlatmaya, bizi kederden kedere, düşünceden düşünceye sevk etmesi gereken bir husus ama ben hayret ediyorum böyle bir değişiklik olduğunun bile farkında değiliz. Ki bu değişikliğin bize ne getirdiğini ve bizden ne götürdüğünü bilelim. Şimdi onun değerlendirmesini yapacak değiliz; ama ayrıca bununla ilgili toplantılar yapılsa, düşünsek iyi olur. İşte halini bilmeyen bu cemiyetten mi Filistin için orijinal icat çıkacak.

Evet, meselemiz cemiyetimizdeki değişiklik değil dedik ama anlaşılması için hiç olmazsa bir iki tane örnek de vermek lâzım. Tarihe bakıştan alfabemize kadar, ölçülerden zevk ve idrak anlayışına kadar her sahada değişiklik… Medrese, müderris, muallim, talebe… Bunları attık. Bunları atarken niye attığımızın farkında değiliz. Bizi hangi zihniyet bunları atmaya sevk etti? Bunları atarken bunların atılmasını emredenler ne yaptıklarını bilmiyorlar mıydı yoksa biliyorlar mıydı? O da bizim şu andaki meselemiz değil. Peki, bu attıklarımız yerine ne aldık; kilisenin başpapazı demek olan rektör, papaz yardımcısı demek olan dekan… Mânâsında mündemiç denir ya ismiyle müsemma öğretmen ve öğrenci. Kelimelerde talim ve terbiye yok. Sadece öğretir, sadece öğrenir. Muallim, talebe yerine bunları aldık. Yılların birikimi, kavramları, müesseseleri, deyimleri ve en mühimi de eserleri değiştirdik…

Bugün atalarının yazdığı orijinal eserleri okuyamayan, dünyada tek millet biziz ve biz bu değişikliğin farkında değiliz. Bu cemiyetten mi Filistin için icat çıkacak? Peki, Filistin için icat çıkmayıversin. Filistin meselesi bizim için bir turnusol kâğıdı. Bizim halimizi, nasıl bir değişiklik geçirdiğimizi, nasıl bir acz içine girdiğimizi   bakımından da ayrıca mühim.

Bir manzara çizeyim müsaadenizle. Bu cemiyet yani onları attık da yeni bir sistem yeni bir mekanizma kurduk bütün dünyadan her şeyi aldık da peki ortaya ne çıktı. Onu görelim…

Bu cemiyette eğitimin ezberci olduğundan şikâyet etmeyecek bir tek fert var mıdır? Eğitim bitmiştir…

Yabancı mütehassıs resmen istenmiştir, resmen getirtilmiştir. Hem de asla yabancı mütehassıs olmaması gereken sahada, müzikte bile… Kendi müzik anlayışını ortaya koyabilmek, yeni eserler ortaya koyabilmek için yabancı mütehassıs getirtmek hangi akıldır anlaşılabilir gibi değil… Uzmanlık bitmiştir.

Yabancı dille öğretim hepimiz içindeyiz. Benim dilimle eğitim yapılamaz, ben eğitim yapılacak bir vasatta değilim demenin bangır bangır canhıraş feryadıdır. İlim bitmiştir.

Avrupa malı övgüsü, Avrupalı görmüş adam övgüsü hep bunlar kendimizi küçük görme ukdesi… Ve bugün sonucunu gördük, millî takıma, millî yahu millî takım; yabancı Hoca… Kimse de bunu yadırgamıyor.

Aman canım Allah aşkına. Biz de nelerden bahsediyoruz. Envaı çeşit yiyecek var, marka giyecekler var, sınırsız malayani ile meşgul olmak varken fikir de olmayıversin… İyi güzel de düşünmekten mahrumiyetle sadece Filistin meselesinde bir icat yapamamak sonucu doğmuyor ki… Bu bir turnusol kâğıdı, Filistin meselesi… Ayrıkotu gelmiş demiş ki yanındaki ota: Bana demiş bir tohumluk yer ver. Peki demiş bir tohumluk yer vermiş ama bir müddet sonra ayrık otu dallarını yere yaymış her gittiği yerde kök salarak bütün bahçeyi işgal etmiş. Eğer bir Filistin meselesinde icat yapamamak olsaydı öpüp başımıza koysaydık ama ayrıkotu gibi her sahadaki felaketimizin asıl sebebi bu. Meselâ bir bakan çıkıyor, falan tarihte filân bakan demeye lüzum yok. Her gün herkes bunu görüyor. Diyor ki, PKK bir saldırı gerçekleştirdi. Sanki ihanet çetesi adına basın toplantısı yapan ihanet çetesinin sözcüsü. Gerçekleştirmenin iyi şeyler için söylendiğinin farkında değil… Böyle bir ortamda ne ekonomide ne piyasada ne şurada burada hiçbir başarı gösterilemez…

Böyle bir ortamda, böyle fikirsizlik ortamında, böyle kutuplardan soğuk fikirsizlik kışında fikirsizlik karlarını delme azminde Kardelen… Envaı çeşit yiyecek, marka giyecek, futbol aşkı, sınırsız malayani var ya fikir de olmayıversin demeyen Kahramanlar… Nefsini yenip fikir meydanında kalemiyle, kelâmıyla Köroğlu’nun dediği gibi döne döne dövüşen Kahramanlar… Haddim değil ama sizleri takdir ediyorum. Sürüye katılmak gafletini yenmek bu devirde en büyük kahramanlık. Akıntıya karşı duran Kahramanlar, haddim değil ama sizleri takdir ediyorum. Yoğun işlerine rağmen kıymetli zamanlarını fikirsizlik kışını delmek için güçlerini sadece emeklerini değil paralarını da harcayan kahramanlar… Kahramanlara hakları olan mükâfatı verebilecek imkânda olmayı ne kadar isterdim bilemezsiniz. Ama siz mükâfatı kimin vereceğini biliyorsunuz.

 

Devamı iıin tıklayın
Öz musikimizin piri: Mustafa Itrî Efendi
M. Nihat Malkoç

Türk musikisi bütün engellemelere rağmen çok büyük bir merhale kat etmiştir. Bir kısım insanlar kendilerince musikiyi muzır bir uğraş olarak görmüşlerdir. Kendi mantıklarını ölçü alarak fetva vermeye kalkmışlardır. Oysa Kur’ân’ın hiçbir yerinde musikiye dair lehte ve aleyhte ayet mevcut değildir. Fakat her alanda olduğu gibi, bu sahada da kendi fikirlerini dinin emriymiş gibi göstermeye kalkanlar olmuştur. Buna rağmen musiki, hayatımızın her alanına sirayet etmiştir. Hattâ mistik bir musiki de doğmuştur. Tasavvuf müziği de diyebileceğimiz bu alanda büyük bestekârlar yetişmiştir. Aslında insanı Allah’a yaklaştıran her şey güzeldir. Bunun yanında kulu Allah’tan uzaklaştıran şeyler de çirkindir. Ölçü bu olmalıdır. Bu, ister şiir olsun, isterse müzik… Mühim olan muhtevadır.

Aslında Türk musikisi çok köklü bir maziye sahiptir. Fakat her alanda olduğu gibi değerlerimize bir türlü sahip çıkamamışız. Bu, değeri bilinmeyen değerlerin başında Mustafa Itrî Efendi gelmektedir. Klasik Türk Musikisinin bu en meşhur bestekârı hakkında bilgilerimiz maalesef çok azdır.1640 senesinde doğduğu rivayet ediliyor. Asıl adı Mustafa’dır. Itrî, onun mahlasıdır. Buhûrîzâde sülâlesinden gelmektedir. İstanbul’da doğmuş ve yaşamıştır. Yenikapı Mevlevîhanesi’ne devam etmiştir. Çok büyük bir değerdir Türk musikisi için… Bununla ilgili olarak Yahya Kemal Beyatlı, Itrî için şu dizeleri sıralıyor:

“Mûsikîsinde bir taraftan dîn,

Bir taraftan bütün hayat akmış;

Her taraftan, Boğaz, o şehrâyîn,

Mâvi Tunca'yla gür Fırât akmış.

Nice seslerle, gök ve yerlerimiz,

Hüznümüz, şevkimiz, zaferlerimiz,

Bize benzer o kâinât akmış.”

Buhûrîzâde Mustafa Itrî Efendi binlerce beste yapmış hayatı boyunca… Gel gör ki bunlardan ancak elli tanesi günümüze kadar gelebilmiştir. Binlerce bestesi tarihin karanlığına gömülmüştür. Bu, Türk kültür tarihi için büyük bir kayıptır.

Başlıca eserleri şunlardır: Segâh Kurban Bayramı Tekbiri; Segâh Salât-ı Ümmiye; Dilkeşhâveran Gece Salâtı; Mâye Cuma Salâtı; Segâh Mevlevi Ayini; Rast Darb-ı Türkî Naat ve Sofyan Tevşih; Nühüft Durak; Nühüft İlahî; Nühüft Tevşih; Nevâ Kâr; 2 Pençgâh Beste; Hisar Devr-i Kebir Beste ve Aksak Semai; Mâhûr Ağır Aksak Semai; Rehavî Berefşan Beste; Buselik Hafif Beste ve Yürük Semai; Segâh Ağır Semai; Segâh Yürük Semai; Bayatî Çember Beste; Bestenigâr Darb-ı Fetih Beste; Dügâh Hafif Beste; Isfahan Zencir Beste ve Ağır Aksak Semai; Nikriz Muhammes Beste; Râhatu'l Ervah Zencir Beste; Irak Aksak Semai; Rast Aksak Semai; Nühüft Aksak Semai; Acemaşiran Yürük Semai; Rehavî Peşrev; Nühüft Peşrev ve Saz Semaisi…

Günümüz gençliğinin, bu büyük musiki üstatlarından haberdar olmaması ne acıdır. Batı’nın pop müziğini hayat tarzı olarak benimseyen gençlerimiz, klasik Türk Musikisine sırt çevirmişlerdir. Oysa Yahya Kemal’in dediği gibi:

“Çok insan anlamaz eski musikimizden

Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden.”

Itrî, zamanında saray çevresi tarafından da sevilen ve takdir edilen bir insandı. Beş padişah görmüştür. Besteleri devrinin padişahları tarafından beğenildiği için saray çevresince himaye edilmiştir. Sultan IV. Mehmed zamanında dikkatleri üzerine çekmiştir. Itrî uzun yıllar Enderun'da müzik öğretmenliği ve hanendelik yapmıştır. Divan şairlerinden Şeyhî'nin yazdığına göre, ölümünden sonra "Mevlevihane Yeni kapısı haricine" gömüldüğü rivayet edilmiştir.

Devamı iıin tıklayın
İşte Budur Humeynî Dediğiniz
İktibas

Ömer Faruk KORKMAZ

musellem.net 29 Nisan 2015 10.4k; https://www.musellem.net/iste-budur-humeyni-dediginiz/

(…) Evet, Humeynî’yi birkaç cümleyle özetleyecek olursak; Eslafı gibi bütün hissiyatıyla imameti savunan, ehl-i sünneti en azılı düşmanı olarak gören ve kadim Şiilikte ne varsa hemen tamamını kabulcülükten imtina etmeyen koyu bir Şiidir kendisi. Sözüm ona –tevazu ve tenezzül kastıyla- “Dalalet ve cehalet yolunda heba olup geçmiş ömrüme üzülüyorum”[1]diyerek aslında işin hakikatini bizatihi kendisinin de ifade ettiği bir zavallıdır o.

Bizler bu yazıda bizatihi Humeynî’nin kendi matbu eserlerinde yer verdiği ifadelerini alıntılayarak yapacağımız bir maske düşürme operasyonuyla onun gerçek yüzünü görmeye muktedir olamayan kardeşlerimize yardımda bulunma gayesinde olacağız. Sözü fazla uzatmadan sadede gelelim…

Allah’ın rahmeti sadece Şiilere

“el-Erba’ûne Hadisen” isimli eserinde 33. Hadisi şerh bağlamında Furkan süresindeki “Allah onların kötülüklerini hasenata çevirecektir” [2] şeklindeki âyet-i kerimeyi izah eden Humeynî, öncelikle rivayet olarak şu nakli kaydeder: “Günahkâr mümin Kıyamet günü getirilir ve hesap vereceği yerde durdurulur. Onun hesabını alacak kimse sadece Allah olur ve insanlardan kimseyi onun hesabından haberdar kılmaz. Allah Teâlâ bu kula günahlarını bir bir hatırlatır. Kul kendisine hatırlatılan bu günahları ikrar edince Allah Azze ve Celle yazıcı meleklere: “Bu günahları iyiliklere çevirin ve insanlara gösterin” der. O zaman insanlar “Bu kulun bir tek günahı bile yokmuş” derler. Sonra Allah bu kulun Cennet’e götürülmesini emreder. Âyetin mânâsı budur”.

Buraya kadar her şey normal. Ancak, alıntıladığım bu ibarelerin hemen akabindeki Humeynî’ nin ifadesi şudur: “Bu sadece bizim Şiamızın (taraftarlarımızın) günahkârları hakkındadır.” [3]

Yukarıdaki iddiasına mesnet olarak Tûsî’nin “Emali” sini (I/70) gösteren Humeynî, bu ifadelerinden tam dokuz satır sonra açtığı paragrafta rahmet âyetinin Şia’ya mahsus olduğunu yineler mahiyette bu sefer de şunları söyler: “Malumdur ki bu iş (Allah’ın rahmet etme işi Ö.F.K.) ehl-i beytin Şia’sına mahsus olup diğer insanlar bundan mahrumdurlar. Çünkü iman ancak Masum ve tertemiz olan Ali ile onun vasilerinin velâyetinin vasıtasıyla hâsıl olur. Belki velâyete iman olmaksızın Allah ve Resulüne iman kabul edilmez. Nitekim ilerdeki fasılda bunu açıklayacağımız gibi.” [4]

İran ordusu Sahabe ordusundan üstündür!

Eserlerinde göze çarpan mezhebi taassubunun zamanındaki İran ordusunun Hz. Peygamber dönemindeki sahabe ordusundan ve Küfe dönemindeki Hz. Ali’nin ordusundan da üstün olduğunu söylemeye kadar götürdüğü Humeyni, “el-Vasiyyetu’s-Siyasiyye” isimli eserinde konuyla ilgili şunları söylemektedir: “Büyük bir cüretle asrımızdaki milyonlarca nüfusu olan İran ordusunun, Resulüllah’ın asrındaki Hicaz ehlinden ve Emiru’l-Müminin Ali ile oğlu Hüseyin dönemindeki Irak’ta bulunan Kufe ehlinden daha üstün olduğunu zannetmekteyim. Çünkü Resulullah’ın dönemindeki Hicaz’da bulunan Müslümanlar’adn bazıları Hz. Peygamber’e itaat etmemişler ve farklı gerekçeler öne sürerek muhtelif yerlere savaşa gitmekten geri durmuşlardır. Ta ki Allah Teâlâ onlara azap vadeden ve onları azarlayab Tevbe süresinin bir kısım âyetlerini indirmiştir. Irak ehli de Şehitlerin Efendisi Hz. Ali’nin oğlu Hüseyin’e yaptıklarını yapmışlardır. Onu öldürme günahını bizatihi onlar işlemediler ancak savaştan kaçtılar ve ta ki tarihteki bu cürüm meydana gelinceye dek oturdular.” [5]

Görüldüğü gibi Humeynî yaptığı devrimi ön planda tutabilmek adına ordusunun Hz. Peygamber’in ordusundan dahi üstün olduğunu ifade edebilmekte ve bu iddiasına gerekçe olarak da Sahabe hakkında gelen ve zahirleri itibarıyla “tevbih/azarlama” ifade eden âyetleri öne sürebilmektedir. Sahabeyle ilgili bu sakat tutumu bir Şii olarak Humeynî’ye çok görmedik, bunu da ifade etmiş olalım. Ne de olsa üç veya yedi kişi dışında “Sahabe’nin tamamının mürted olduğunu savunan [6] bir mezhebin mensubu değil mi?

Gayrımız kardeşimiz değil

Humeynî’deki –tabir yerindeyse- masonik bağlılık kendisini o denli bir raddeye götürmüştür ki “el-Meksibu’l-Muharreme”sinde “Onların imamlarından, mezhebinden ve kendilerinden beri olmak vacip olduktan sonra bizimle onların arasında bir kardeşlik söz konusu olmadığı için kardeşlik mefhumu Şii olmayanları kapsamaz.” [7] “(…) Onlara (Şii olmayanlara) hürmet gösterilmeyeceği konusunda hiçbir şüphe yoktur. Belki bu mezhebimizin olmazsa olmazlarındandır. Bilakis farklı baplarda zikredilen çeşitli hadiselere bakan bir kişi onların ayıplarını ortaya çıkarmak ve onların gıybetini yapmanın caiz olduğunda hiç şüphe etmeyecektir.” [8]

Humeyni’nin burada kullandığı ifadeler üzerine konuşulmasından dahi müstağni bıraktıracak cinsten. Şia’ya mensup olmayan kimseleri kafirlere yapılacak muamelenin daha da alt derekesine indirgeyen Humeynî’den hala medet beklemek ve ona sevgi beslemek, kıyamete kadar mukabelesi olmayacak bir platonik aşkla beyhude bir talep uğruna ömür tüketmekten gayrı neyle ifade edilebilir?

Sahabe hakkındaki yakışıksız hezeyanlar

Yukarıda da arz etmeye çalıştığımız gibi, Humeynî’nin ilham kaynağı olan Şii kaynaklarının sahabe konusundaki tutumu bizatihi onun satırlarında da kendini göstermektedir. “Kitabu’t-Tahare” sinde Halife’ye dünyevi bir garazdan dolayı karşı çıkma konusunu ele alan el-Humeynî, aynen şunları söylemektedir: “Halifeye başkaldıran Hariciler ve halifeyi kendileri tayin edenler gibi diğer taifeler azap açısından kâfirlerden daha şiddetli bir azaba müstahak iseler de necis/pis olduklarına dair herhangi bir delil mevcut değildir. Şayet bir sultan, Aişe, Zübeyr, Talha ve Muaviye gibi dinî bir gerekçe olmaksızın mülkünde onunla rekabet etmek vb. başka bir maksatla Mü’minlerin emirine karşı çıkarsa veya babasının, oğlunun katili olduğu için yahut Arab’a, Benî Haşim’e, Kureyş’e adavetinden dolayı ona beslediği düşmanlık sebebiyle kendisi halife tayin ederse bunların hiç birisi zahiren görünür bir necaseti gerektirmez. Her ne kadar bunlar köpeklerden ve domuzlardan daha pis olsalar da. [9]

humeyni1Bu ibareleri dikkatli bir biçimde, başıyla sonundaki intibak dengesini güzel kurarak okuyabilen birisi görecektir ki Humeynî, isimlerini saydığı yüce sahabilere “Köpek ve domuzdan pis olma” vasfını nispet etmektedir. Zira Halifeye dinî olmayan başka gerekçelerle karşı çıkma eyleminin faillerini bu dört sahâbîyi zikrederek örneklendiren Humeynî, her hangi bir icma, haber ve delil olmamasından dolayı bunların zâhirî bir necislikle muttasıf olmayacaklarını söylerken, bu sahibine layık sarhoş kusmuğu mesabesindeki zındıklık ifadelerini kullanabilmektedir.

Hz. Ebubekir ve Ömer’e büyük iftira

Humeynî büyük bir ihtiras ve hımbıllıkla savunduğu İmamet meselesinde de hissiyatının kurbanı olur ve Hulefâ-i Raşidîn’den Hz. Ebu Bekir ve Ömer hakkında kantarın topuzunun kaçtığını gösteren ifadeler kullanır. “Keşfu’l-Esrâr”ında İmamet mevzuunu ele alan Humeynî, İmamiye’nin bu konuda ne denli haklı olduğunu ispatlamaya çalışır ve buna dair bir takım deliller zikreder. Sonrasında sözü, kendince zikrettiği iki halifenin bu konudaki kasıtlarına getirir ve bu iki halifenin maksatlarının ne pahasına olursa olsun hilafeti elde etmek olduğunu ifade eder. Humeynî, bu meyanda şöyle bir itirazın getirilebileceğini söyler: “Belki de birisi çıkıp şöyle diyecektir: Kur’an şayet açık bir şekilde imametten bahsetseydi Şeyhayn (Ebubekir ve Ömer, Ö.F.K.) buna karşı bir tavır sergilemezlerdi. Hattâ onlar karşı tavır sergileseler dahi insanlar onların bu tutumlarını kabulle karşılamazlardı.”[10]

Muarızı tarafından gelebilecek böyle bir itirazı “Biz burada şimdi bu ikisinin Kur’an’ın açıkça zikrettiği şeylere muhalefet ettiklerine dair bir takım deliller zikremeye kendimizi mecbur hissediyoruz” [11] diyerek cevaplandıran el-Humeyni başlar adı verilen kitabın 131. Sahifesinden 138. Sahifesine kadar devam edegelen ve hiçbirisi hakikatı yansıtmayan tezvirat yumağı bir yığın deliller zikretmeye. Ez cümle der sonunda ama yine hızını alamaz ve şöyle söyler: “Geride geçenlerin tamamından ortaya çıkan odur ki; demek ki Ebubekir ve Ömer’in Kur’an’a muhalefet etmeleri Müslümanlar katında cidden önemsenecek bir şey değildir. Müslümanlar ya bunların taraftarları olup bunları destekleyecekler ya da Resulullah (s.a.v)’e ve kızına karşı böyle tasarruflarda bulunan bu kişilerin karşısında olup huzurlarında bir şey söylemeye cesaret edemeyeceklerdi.”[12]

Bu ifadelerin iki satır aşağısında “hulasa” diyerek konuyu toparlayan Humeyni bu sefer de şöyle der: “Özetleyecek olursak, şayet bu işler Kuran’da açık bir şekilde zikredilmiş olsaydı bunlar (Ebubekir ve Ömer) yine gittikleri yoldan vazgeçmeyecekler, bulundukları vazifelerini bırakmayacaklardı.” [13]

Hz. Peygamber vazifesini tam yapsaydı…

“Keşfu’l-Esrâr” ında Gadir Hum konusunu ele alan Humeyni, o vakte kadar Hz. Peygamber (s.a.v)’in bütün hükümleri tebliğ ettiğini ve

bunun da orada nazil olan “Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et” şeklindeki âyetin sadece imameti tayini gösterdiğini ifade ediyor. Bununla kalıyor mu peki? Kalmıyor tabi. Devamında bir Müslümanın cüretini aşacak şu sözleri söyleyebiliyor:

“İşte böylece, hadislerin nakli ve delillerden de anlaşılmıştır ki; İmamete davet konusunda Nebi (s.a.v) insanlardan korkmaktaydı. Tarihi hadise ve vakıalara dönüp bakan bir kimse Nebi (sav)’in bu korkusunda haklı olduğunu görecektir.” [14] Bu satırların hemen akabinde Allah Teâlâ’nın bu konuyla ilgili emrine karşı Hz. Peygamber (sav)’in gayret sarf ettiğini ancak mevcut durumun Cenab-ı Hak (cc)’ın bu emrini yerine getirmesine müsaade etmediğini belirten Humeynî bu tavrıyla Peygamber’in korkusundan ötürü tebliğini tam yapamadığını ifade etmekten başka neyi kastediyor olabilirdi ki?

Bu sorumuzun cevabını Humeynî’nin aynı eserinin başka bir yerinde bulabiliyoruz. Şöyle diyor Humeynî: “Şu açık bir şey ki; Şayet Nebi (s.a.v) imamet emrini Allah’ın kendisine emrettiği şeklin aynısıyla yerine getirseydi, bu konuda tüm gayretlerini sarf etseydi, İslam beldelerinde bulunan bütün bu görüş ayrılıkları, buğuzlaşlamar ve savaşlar olmayacak ve oralarda dinin usulüne ve füruuna yönelik ihtilaflar da olmayacaktı.”[15]

Görüldüğü gibi Humeynî aşikâr bir şekilde Hz. Peygamber (s.a.v) ‘e imameti tebliğ gibi Allah Teâlâ’nın yüklemediği bir vazife nispet ediyor. Ardından bu vazifesini tam bir şekilde icra etmediğini ifade ediyor. Bilahare konuyu günümüzle ilişkilendirerek bu günkü ihtilafların, görüş ayrılıklarının ve savaşların sebebini de Allah Resülü (s.a.v) ‘nün Cenab-ı Hak tarafından tebliğ etmesi istendiği imametin tayini vazifesini kifai mânâda yerine getirmemesine bağlıyor. (...)

Kur’an’ın tahrif edildiği inancı

Humeynî’nin farklı eserleri incelendiğinde Kur’an-ı Kerim’den bahsettiği yerlerde “onun tahrif edilen bir kitap olduğu ve bu konudaki mesuliyeti de sahabenin taşıdığı” inancı görülmektedir. Kur’an’ın tahrif edildiği, asıl mushafın 17.000 (On yedi bin) âyeti ihtiva ettiği, Kuran’da Bakara süresinden daha mufassal bir “Velâye” süresinin bulunduğu gibi inançların Şia’ya ait olduğunu biliyoruz. “Tabersî’ye ait “Faslu’l-Hitâb fî isbâti tahrifi kitâbi Rabbi’l-Erbâb” isimli eser bu akidenin mevcudiyetini fazlasıyla ispatlar mahiyettedir.[17]

Kur’an- Kerim üzerine yazdıklarıyla imamet akidesi arasındaki ilintiyi kurmak adına yapmadığı zorlama tevil kalmayan Humeynî, yine “Keşfu’l-Esrar”ında şöyle der: “Şayet imametin Kuran’da sabit kılınması tamam olmuş olsaydı İslam ve Kur’an kavramlarıyla dünyevi garaz ve riyasetten başka bir şey kastetmeyen bunlar (sahabe), Kurandan bir bölümü, şüpheli maksatlarını yerine getirmek için vesile edineceklerdi. Bu sayfaları Kuran’dan silecekler, Kur’an’ı ebediyen âlemlerin gözünden düşüreceklerdi. Müslümanlara ve Kur’an’a ebediyen sürecek büyük bir ar getirecekler ve Müslümanların Yahudi ve Hristiyanları kınadıkları ayıbı Kur’an’ için de ispat edeceklerdi.”[18]

Bu satırlarıyla okuyanlarının zihinlerinde Kuran hakkında “acaba” istifhamlarının oluşması için gayret sarf ettiğini açık bir şekilde hissettiğimiz Humeynî, bu hislerimizi yalancı çıkarmaz ve “Tahriru’l-Vesile” sinde eteklerindekileri biraz daha döker. Konu “Mescidin boş bırakılmasının mekruh olduğudur.” Bu baptaki Humeynî’nin sözleri de şunlar: “Boş bırakılan mescidin Allah Teâlâ’ya şikâyette bulunacak üç şeyden biri olduğu rivayetlerle nakledilmiştir. Bu, Allah Teâlâ’ya şikâyette bulunacağı ifade edilen üç şey hakkındaki rivayetin bizzat kendisidir. Onlardan biri de Mushaf’tır ki o “Beni tahrif ettiler” diyecek.” [19]

Rivayet olarak yer verdiği bu ifadelerinde Mushaf’la tahrif ifadelerini yan yana kullanmakta hiçbir beis görmeyen Humeynî bu yakıştırmayı “el-Kur’an bâbu Ma’rifetillah” isimli eserin de de ilahi kitaplar üzerinde yapılan tahriften bahsettiği kısımda bu kitaplar arasında “Kur’an-ı Şerif” i de zikrederek farklı bir şekilde yineler. [20]

“Vasiyye” sinde de şunları söyler Humeynî: “Resul-i Ekrem Sallallahu Aleyhi ve âlihî ve Sellem’in iki emaneti (Kuran ve ehl-i beyt Ö.F.K) azgınların zulmünün bütün İslam ümmetine belki bütün beşeriyete yapılmış bir zulüm olduğunu söylemek gerekir. (…) Bu ilahi emanet Kuran ve Resul-i Ekrem’in bıraktığının (ehl-i beytin Ö.F.K) başına gelen üzücü felaketlere kan ağlansa yeridir.” [21] Görüldüğü gibi burada da Humeynî, Kur’an’ın başına gelen felaketlerden bahsediyor? Humeynî’ ye göre “Mushaf’ın bizatihi kendisinin başına gelen şey ne olabilir acaba?” diye sorduğumuzda yukarıdaki alıntılarda cevabımızı bulabileceğimizi sanıyorum.

Hz. Ali ve Fatıma (r.anhuma) hakkında aşırılık

Humeynî her bir Şii gibi Hz. Ali ve Fatıma konusunda aşırıya kaçan ve onların insanlar katındaki menzilesini çok daha fazla yüksek tutmak için hiçbir delili ve mesnedi olmayan ifadeler kullanmaktadır. Şunlar, Hz. Ali hakkında söylediklerinden sadece bir tanesi: “Şayet Ali Aleyhisselam Nebi Sallallahu Aleyhi ve alihi’den önce ortaya çıkacak olsaydı kesinlikle gönderilen bir Peygamber olacak ve Nebi Sallallahu Aleyhi ve Alihi Şeriatı nasıl izhar ettiyse o da izhar edecekti. Bu da bu ikisinin ruhaniyette, maddî ve manevî makamlarda bir olmasından kaynaklanmaktadır.” [22] Bu ifadelerde de Humeynî, Hz. Ali (r.a) ile Hz. Peygamber (s.a.v) arasındaki ruhaniyet, maddî ve manevî makamlardaki birlikten söz edebiliyor. İşte bu tavır, herkesi menzilesine yerleştirme itidalini bırakıp, “çok daha yüceltmem lâzım” anlayışıyla hareket etmenin ve bu vesileyle ifrata kaçmanın adıdır.

Hz. Fatıma ile ilgili de; normal bir kadın olmadığını ruhani ve melekûti bir kadın olduğunu, hakikatinde ilâhi ceberûtî olup insan ve kadın suretinde varlığa büründüğünü, bütün peygamberlerin hasletleriyle süslendiğini ve erkek olması durumunda Peygamber olacağını ve Resulüllah (s.a.v)’in makamında olacağını belirtmektedir.[23]

Mushaf-ı Fatıma inancı

Şiilikte Mushaf-ı Fatıma diye bir inanç vardır. Bu inancın temeli Küleynî’nin “el-Kâfî”sindeki şu olaya dayanmaktadır: “Allah Nebi (s.a.v)’in ruhunu kabzedince Hz. Fatıma (Radıyallahu Anha) Cenab-ı Hak’tan başka kimsenin bilemeyeceği derecede üzüldü. Allah (Azze ve Celle)’ da ona kendisini teselli edip onunla konuşacak bir melek gönderdi. Bu durumu Hz. Ali’ye şikâyet eden Hz. Fatıma’ya Hz. Ali “Bunu bir daha hissettiğinde ve bu sesi duyduğunda bana haber ver”dedi. Bu hadise bir daha tekerrür edip ona haber verdiğinde Hz. Ali eşi Fatıma’dan o anda duyduğu her şeyi yazdı. Ve böylece Fatıma’nın mushafını oluşturdu.”[24]

Bu sapkın itikada inanan Şiiler, Hz. Peygamber (s.a.v)’den sonra Hz. Fatıma’ya da vahiy geldiğine ve bunun da müstakil bir mushafı teşkil humeyni-putlasmaettiğine inanmakta ve bu vesileyle bir kısım Şii’ler bu günkü elimizde mevcut olan Kur’an’ın eksik olduğuna inanmaktadırlar. Humeynî’de “Keşfu’l-Esrâr”ında Hz. Fatıma’ya geldiği iddia edilen bu meleğin gerçekten geldiğini ve bunun Kur’an’ın vaz etttiği akideye de zıt olmadığını söylemektedir.[25] (...)

Göz boyama için yaptırdıkları ihtilalle de yıllardır zaferi bekleyen Müslümanlara yine düşman eli ve müsaadesiyle kavuşulan bir başarının mukavvadan kahramanıdır Humeynî. Bu yazı onun sadece ne denli tehlikeli akideleri bünyesinde barındıran bir şahsiyet olduğunu nebzeten de olsa ortaya koymayı hedef alan bir yazıdır. Bu yazı Üstad Necip Fazıl’ın şu mısraının hedef olarak tayin ettiği amaca hizmet için kaleme alınmıştır:

Bize kalan aziz borç, asırlık zamanlardan;

Tarihi temizlemek sahte kahramanlardan

Dipnotlar:

[1] Silsiletu’l-Fikr ve’n-Nehci’l-Humeynî, “el-Kur’an, fî Kelami’l-İmam el-Humeynî, s. 84, Merkezu’l-İmami’l-Humeynî es-Sekafi, b. ve trh: Yok

[2] Kur’an, Furkan, 70

[3] Âyetullah Humeynî, “el-Erbaûne Hadîsen”, s.511, Daru’t-Teâruf

[4] Humeynî, “a.g.e.”, a.y.

[5] Humeynî, “el-Vasiyyetu’s-Siyasiyyetu’l-İlâhiyye”, s.27

[6] Küleynî, “el-Kâfi mine’l-Usul”, Kitabu’l-İman ve’l-Küfr, Babun fî kılleti adedi’l-Mü’minîn, II/244

[7] Humeyni, “el-Mekasibu’l-Muharreme”, I/ 250, Müessesetu İsmailiyan

[8] Humeyni, “a.g.e.”, I/251

[9] Humeynî, “Kitabu’t-Tahare”, III/457, Müessesetu Âsâri’l-İmami’l-Humeyni

[10] Humeynî, “Keşfu’l-Esrâr”, s. 131, Dâru Ammar, Amman, 1987, B.I

[11] Humeynî, “Keşfu’l-Esrâr”, a.y.

[12] Humeynî, “Keşfu’l-Esrâr”, s. 138

[13] Humeynî, “Keşfu’l-Esrâr” s. 137

[14] Humeynî, “Keşfu’l-Esrâr” s. 150

[15] Humeynî, “Keşfu’l-Esrâr” s. 155

[16] Âyetullah Humeyni, “Muhtârât min Ehadîsi ve Hitâbâti’l-İmami’l-Humeynî” II/42

[17] Ayrıca, İhsan İlâhî Zahîr’in “eş-Şî’a ve ve’l-Kur’an” isimli eseri de bu konuda kâfi ve vâfî delilleri haizdir. Mektebetu Beyti’l-islam, Riyat, 2008, B.I

[18] Humeynî, “Keşfu’l-Esrâr”, s. 131

[19] Humeynî, “Tahriru’l-Vesile”, I/152

[20] Humeynî, “el-Kur’an bâbu Ma’rifetillâh” s. 50, Daru’l-Hucceti’l-Beydâ, Daru Mektebeti’r-Resûli’l-Ekrem

[21] Humeyni, “Vasiyye”, 68

[22] Humeynî, “el-Erbaûne Hadîsen”, Daru’t-Teâruf s. 153

[23] Muhammed Fadıl el-Mes’ûdî, “el-Esrâru’l-Fâtımiyye”, s. 354-5

[24] Küleynî, “el-Kâfi”, Kitabu’l-Hücce”, Babu zikri’s-sahîfe”, I/239,40-41

[25] Humeynî, “Keşfu’l-Esrâr”, s. 145-47

--- ● ---

Devamı iıin tıklayın
Fars palavrası
Muhsin Hamdi Alkış

Son günlerde Irak’ta ABD elçiliğinin göstericilerce muhasara edilmesi, saldırıya uğraması akabinde tahliye edilmesi, ardından ABD’nin SİHA saldırısıyla Kasım Süleymanî isimli İran devrim muhafızları komutanını öldürmesi İran’ın intikam yemini edip, ülke çapında gösteriye dönüştürülen cenaze merasimlerinde onlarca kişinin ölmesi, üçüncü dünya savaşı çıkarmakla tehdit edip 3 günün sonunda Irak’taki ABD üslerine füze saldırısında bulunması ama hiçbir ABD askerine zarar vermeyen bu saldırılardan sonra ABD’nin misilleme yapmayacağını beyan edip, yeni yaptırımlarla yetinip krizi dondurması hadiselerine şahit olduk. Bu hadiseleri nasıl okumak gerekir?

Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi denirmiş. İsrail için İran diye bir devlet varolmasaydı icad etmek gerekirdi.

Neden?

Korkut-yönet politikası için yani anti tezi görüntüsünü vermek, yani sahte bir muhalif gösterip güvenlik endişelerini canlı tutmak, ABD vergi ödeyicisi vatandaşın parasını İsrail için hortumlayabilmek, silah sanayini diri tutmak, petrol fiyatlarına nizam vermek için en iyi yolu da ondan.

Kontrollü kaostan, sürekli gerginlikten besleniyor İsrail. Aşıda zayıflatılmış mikrop gibi. İran muhalifmiş gibi yapacak ama asla gerçek bir rakip olmayacak.

Onlarca füze atacak ama fars kurnazlığıyla ölen ABD askeri olmasın diye önden haber edecek. (Bkz: Bbc haberi https://www.bbc.com/turkce/amp/haberler-dunya-51046869?__twitter_impression=true) Bu füzeler sözde düşmanına tek bir zarar vermeyecek, bir kısmı hedefe bile varmayacak; Ancak Ukrayna uçağını yanlışlıkla düşürecek 176 kişi ölecek. Cenaze merasimlerinde izdihamdan 50’den fazla kişi ölecek, 270 kişi yaralanacak.. İran bir cenazeyi bile 3 gün şehir şehir dolaştırıp istismar edecek ve organize edemeyecek ama sözde ABD’ye, İsrail’e kafa tutacak öyle mi?

Sonuçta düşmanına zarar vereyim derken sivrisinek ısırığı kadar bile zarar veremediği gibi beceriksizliklerinden kendi halkından yüzlerce insan ölmesine mâni olamayan bir devletten bahsediyoruz.

Bu mu övüp durulan anti emperyalist İran? Bakınız o İran Halep’te Hama’da Musul’da ve pek çok Sünnî coğrafyada ne katliamlar yaptı? Tarihte de kılıcı hiç küffara kalkmadı. Hep Müslümanlarla savaştı.

Aynen Selefî tekfirci işid gibi.. Hani şu bir anda zuhur edip Irak ve Suriye’yi dizayn ettikten sonra ortadan kaldırıverdikleri İŞİD.. Gerçekte İslâm ve Müslümanların düşmanı İşid.

Türkiye’de kendilerine İslâmcı diyen (müslümanlık neye yetmiyorsa!) bir güruhun evvelden beri İran ve Humeynî sempatisi var malûmlarınız. Kasım Süleymani’nin öldürülmesinden sonraki hadiselerde bu tekrar gün yüzüne çıktı.

●Mezhepli olalım mezhepçi olmayalım. Mezhepçilik yapmayalım. Ümmet olalım tamam âmennâ da..

●Bebekleri bile katleden mezhepçileri  şebbihaları   ifşa   etmeyelim  mi?  Tedbirli  olmayalım mı? Bu Süleymanî aracılığıyla İRAN’ın PKK ile irtibatını görmeyelim mi?

●Azerbaycan Ermenistan savaşında İran’ın Ermenilere destek vermesini unutalım mı?

●İran’ın 35 40 milyon güney Azerbaycan Türkünün haklarını tanımadığını zulmettiğini görmeyelim mi?

Ezcümle..

İran ve şia düşmanımız, savaştığımız olmasın.. Elbette...

Ama dostumuz da değildir ve olmayacak! Bilelim. Uyanık olalım.

Devamı iıin tıklayın
Eşek ve deve
Kubilay Ertekin

Tasvir-i ahlâk kitabının yazarı olan merhum Ahmet Rıfat’ın enteresan bir hikâyesini anlatarak bu yazıma başlamak istiyorum.

Eski dönemlerde bugünkü gibi tırlar, kamyonlar, uçak ve trenler yaygın olmadığı için ulaşım ve ticaret hayvanlarla yapılırdı. Örnek olarak zengin bir tacirin bir sürü devesi, katırı, eşeği ve öküzleri olduğu için yükler bunlarla taşınırdı. Buna kervancı derlerdi. Bir adamın bu hayvanlarına fazla yük yükleyip kötü davrandığı için sırtları yağır (yara) olmuş olan bir eşekle devesi varmış. Kervanın konakladığı bir yerde bu deveyle eşek bir fırsatını bulup kervandan kaçmışlar. Bir müddet gittikten sonra sulak ve çayırlık bir alana rastlamışlar. Orada keyiflerince taze otları yiyip akan sudan içerek kısa zamanda yaraları iyileşmiş. Zinde ve semiz bir hale gelmişler. Bu arada eşek “Deve kardeş, benim çok güzel sesim var, bir şarkı söyleyeyim de dinle.” demiş. Deve de “Bunu yapma kervanın dönüş zamanı yaklaştı, aynı yoldan dönecekler, kervancı sesini duyar ve bizi yakalar, vazgeç bu sevdadan” demiş ise de eşek başlamış anırmaya. Gerçekten de kervan dönüşte aynı yerde konaklamış ve adam kaçakları aramak için etrafta gezerken eşeğin sesini duymuş. Her ikisini de yakalayıp “sizi hain ve nankörler” diyerek kervana getirmiş. Öbürlerinin yüklerini de bunlara yükleyince deve demiş ki; “Senin eşekliğin yüzünden bak şu başımıza gelenlere, çeneni tutsaydın şimdi çayırlıkta rahatça beraber yaşıyor olacaktık.”

Günümüz insanlarının bir eli yağda bir eli balda olduğu halde 27-30 yıl (1950’lere kadar) bu millete çektirdiklerini unutanların şimdi birtakım şarlatan ve şerirlerin bol keseden vaatlerini ve onlara pembe ufuklar çizmelerini göstermesi bu güruhun saf değiştirmeleri bana bu hikâyeyi hatırlatmıştır. Buna dair aynı meselede merhum M. Akif’in “Semerci ve Eşekler “başlıklı bir hikâyesi daha vardır. İleride bunu da anlatacağız.

Millî Şef döneminde millet aç ve sefildi. Hastane, yol, elektrik, gaz, tren, otobüs gibi ulaşım araçları yoktu. Sıtma, tifo, tifüsten, bitten ölen insanların haddi hesabı yoktu. Ayrıca yol parası, mal parası, âşar vergisi gibi değişik isimler altında para toplanıyor, altı lira yol parasını veremeyenler ekmeği yanında bir ay boyunca yollarda çalıştırılıyordu. Beş altı çocuğu olan bu vergiden muaftı. Rahmetli Halil eniştem bu altı lirayı bulmak için üç köy dolaştığını, bulamadığı için de Çamlık-Selçuk arasındaki tren yolunda bir ay çalıştığını söylerdi. Şimdi “Yandık, öldük, bittik.” diyen hazırcı ve lüpçüler millî iktidarlar sayesinde semirdikleri için bu acıları bilmez ve işin hazin tarafı tarih de okumazlar.

O dönemin sefaletini çekenler, şimdi hayatta olmadıklarından bunu bilenler azalmış, okuryazar geçinenler de geçmişin zulüm kokan dönemlerindeki belgeleri bu zalimlerin yüzüne vurmuyorlar. Onun için her ne kadar ulaşımın kolay olduğu bilgisayar çağında yaşasak da, tarih bilinci, millî şuur açısından halkımız cehaletin girdabında yaşıyor. Benim muhatap aldığım ve asıl bu konulara isyan etmesi gereken muhafazakâr olan olmayan İslâmî kesimdir. Yazık ki bu kesim yoğun ideolojik sapma, saptırılma karşısında gayelerini, ideallerini yönlerini değiştirmiştir. Her Allah’ın günü inandıkları Allah’a, kitaba, peygambere, tüm mukaddeslerine ağız dolusu küfreden inanç ve millî irade düşmanı sapkın bir kesimin bu tecavüz ve hakaretlerine tepkisiz kalmaları korkunç bir dalalet örneğidir. Kendilerini Müslüman tesmiye edenlerin; sakalına, sarığına, çarşafına, cübbesine, şalvarına hakaret eden bu mütecavizlere karşı hâlâ o kesimin peşinde koşmaları ve onlara payanda olmaları, akla ziyan bir durumdur. Onlar bu durumları inançlarıyla nasıl bağdaştırıyorlar bilmiyorum. Gerçekte şuurlu bir Müslüman bu mütecaviz saldırılara karşı sessiz kalması bir yana, var gücüyle inandığı değerlerin savaşını vermelidir. Bu konuda yazılacak ve yaşanmış olan çok olaylar belgeler vardır. Son günlerde, bir sokak köpekleri olayı büyük bir hadise olmuş durumda. Köpeklerin saldırdığı onca insan ve çocuklar bir yana, birtakım devrimbaz kokanaların meclisi basmaları ve iktidarın da bunlara prim vermeleri görevini yapmayanların cezalandırılmamaları ayrı konudur. Aslında eskiden beri bu konu belediyelerin görevi cümlesindendir. Yapılacak şey görevlerini yapmayan belediyelere yaptırım uygulamaktır. İktidarın herkesi, her kesimi başıboş bırakması, herkesin istediği şekilde hüküm vermesi hükümete pahalıya mal olmuştur. Kısacası bazı kesimlere bu hürriyet havası bol gelmektedir. Birtakım kanalizasyonlar (TV kanalları) sabahtan akşama kadar tahrik, kışkırtma ve isyan haberleriyle dolu. Sürekli yokluk, açlık ve sefalet edebiyatı yapmaktalar. Bu durum bana 27 Mayıs öncesi hareketleri hatırlatıyor. Merhum Cevat Rıfat Atilhan Yeni İstiklal ve bazı gazetelerde o günkü iktidarı uyararak “Geliyorum  diyen  tehlike”  başlıklı sürekli yazılar yazardı. Edepsiz, hayâsız, inanç ve millî irade düşmanı yıkıcı çevrelere prim vermek namuslu insanlara hakarettir. Bu konuda Merhum M. Akif’ ten şu ibretli mısraları aktarmak istiyorum:

“Türlü adlarla çıkan nâ-mütenâhi gazete,

Ayrılık tohumunu bol bol atıyor memlekete.

İt yetiştirmek için toprağı gayet münbit

Bularak fuhuş ekiyor salma gezen bir sürü it,

Yürüyor dîne beş on maskara, alkışlanıyor.

Nesl-i hâzır bunu hürriyet-i vicdan sanıyor!”

Merhum Abdürrahim Karakoç’un şu dörtlüğü de ibret vericidir:

Taşlar bağlı itler seyip

Tarihi edersek kayıp

Tümümüze olsun ayıp

Akıbetimiz tez gelir.

 

Bütün bunlardan şu sonuçlar çıkarılmalıdır; Mevcut iktidarın birilerine fırsat verip millete hakaret ettirmemesi gerekir. Organize suçlar yüzelli, ikiyüz sabıkası olan suçlular, uyuşturucu baronları, yan kesici ve kapkaççılar adı altında icrai faaliyet gösteren bir sürü şerirlerin daha fazla sokakları işgal etmelerine fırsat vermemeleri gerekir. Her gün seksen yüz haydut ve haytalar güvenlik güçleri tarafından toplanılmakta ve bir kısmı da “Adli Kontrol şartıyla serbest bırakılma” denilen ucube ile bırakılmaktadır. Merhum M. Akif’in ibret dolu anlatımıyla konuyu bitirmek istiyorum.

 

SEMERCİ VE EŞEKLER

Eşeklerin canı yükten yanar, “aman” derler

“Nedir bu çektiğimiz dert, o çifte çifte semer.

Biriyle uğraşıyorken gelir çatar o biri.

Gelir ki taş gibi hâin, hem eskisinden iri...

Semerci usta geberseydi... değmeyin keyfe!

Evet gebermelidir... İnkisar edin herife.

Zavallı usta göçer bir gün âkibet, ancak

Makamı öyle uzun boylu nerde boş kalacak!

Çırak mı kalfa mı kim varsa yaslanır köşeye

Ağaç yonar durur artık gelen geçen eşeğe.

Adam meğer acemiymiş, semerse hayli hüner

Sırayla baytarı boylar zavallı merkepler.

Bütün o beller, omuzlar çürür oyulur.

Sonunda her birinin sırtı yemyeşil et olur.

“Giden semerciyi, derler, bulur muyuz şimdi.

O böyle kalfa değil basbayağı muallimdi.

Nasıl da kadrini vaktiyle bilmedik, tuhaf iş!

Semer değilmiş o rahmetlininki, devletmiş...”

Son günlerde 30 Ağustos Zaferi töreninde birtakım kopiller hiç gereği ve lüzumu olmadığı halde inanç ve millî irade düşmanı siyasî yapının kodamanlarının, Marksist Leninist Maoist çapulcularının organize ettiği millî iradeye karşı ve millete yönelik bir slogan attılar. Eğer bu sloganın kime yönelik olduğunu bilmiyorlarsa gaflet, bilerek söylemişlerse dalalet içindedirler. Tarihte çok yakinen bildikleri yaşanmış olaydan bir örnek vermek istiyorum. Talât Aydemir de sapına kadar Kemalist Mustafa Kemal’in askeriydi ama İnönü’ye silâh yöneltince kellesinden oldu. Başka bir örnek; Celâl Bayar, “Atatürk’ü sevmek millî bir ibadettir.” demişti. O da mason olduğu için ve yaşından ötürü kelleyi zor kurtardı. Ayrıca Deniz Gezmiş ve mahut siyasî yapının karşı kesime karşı kullandığı Dev-Genç, Dev-Sol ve Dev-Yol gibi Marksist materyalist çapulcular da Mustafa Kemal’in askerleriydi, ama doğumundan ölümüne kadar Kemalist olan Nihat Erim döneminde bunları astılar ve Nihat Erim de onların kurbanı oldu. Madem bu gençler Mustafa Kemal’in askerleri idiler öyleyse TBMM’de bu sistem ve ideolojinin yetiştirdiği PKK-DEAŞ’ın içteki destekçileri olan bir müptezelin şu hakaretine neden sessiz kalmışlar, ne gibi bir tepki göstermişlerdir?” Fazla gürültü yapmayın M. Kemal’in itleri, Kürtler sizi tükürükle boğar.” Bir başkası da “Biz Apo’nun heykelini dikeceğiz heykelini!!!” diyenlere karşı bu siyasî yapının kodamanları ve bu tören şovmenleri ne yapmışlar?

Ayağındaki postaldan başındaki şapkaya kadar devletin malı olan ve devlet tarafından semirtilip şov yapanlar Nazım Hikmet’in ayakkabı numarasını ve kasketinin rengini bildikleri halde M. Akif’i tanımazlar. Onlara merhum M. Akif’in şu nasihatini tavsiye ediyorum.

“Nasihatim sana: herzeyle iştigali bırak.

Adamlığın yolu nerdeyse bul da girmeye bak.

Adam mısın, ebediyyen cihânda hürsün... gez.

Yular takıp seni bir kimsecik sürükleyemez

Adam değil misin oğlum: gönüllüsün semere...

Küfür savurma boyun kestiğin semercilere”

(04.10.2024)

Devamı iıin tıklayın
Gülerek günah işleyen ağlayarak cehenneme girer!
Halis Arlıoğlu

Bazı konular var ki üç beş sahifeyle ancak anlatılabilir. Ama ilim ve hikmet sahiplerinin iki cümlesi veya bir mısraı olayı çok açık, arîz (kapsamlı) ve amik (geniş) olarak açıklayabilir. Bunlardan birisi de Abbas’a (r.anh) izafe edilen, yazıdaki başlıktır. Buna fesâhat, belâgat veya kelâm-ı mûcez denir. Merhum Mehmet Akif’in şu ifadesi de onlardan birisidir: “Bütün dünya ve mâfihâ ayaktayken yatan, hey sıkılmaz, ağlamazsan bari gülmekten utan!”

Başsız kalan İslâm âlemindeki mağdur ve mazlum Müslümanlar iki asırdır kan ve gözyaşı dökmektedir. Başlıktaki bu söz büyük bir gerçeği ifade ediyor. Esefle belirtelim ki günümüzde gülerek hem de kahkahalarla gülerek günahlar işlenir hale gelinmiştir. Gülerek oruç yeniyor, gülerek namazlar terk ediliyor, gülerek dinî inançlar tezyif ediliyor, hiçe sayılıyor. Gülerek açıklık saçıklık, hayâsızlık teşhir ediliyor. Gülerek içkiler içiliyor, zinalar yapılıyor, kumarlar oynanıyor… Ayrıca gazetelerle, dergilerle, bildiri ve demeçlerle (öyle gazeteler ki bir Müslüman çarkçıbaşının (baş makinist) namaz kılmasını hazmedemeyen sabatayist ve dönme gazete, onu dinsizlere jurnal ediyor.) miting ve nutuklarla, radyo ve televizyonlarla bu kötülükler daha yaygın, daha zararlı bir hale getiriliyor. Sonunda da dinî hayat geriliyor, cemaat şuuru dumura uğruyor, mâbetler yetim, gönüller mahzun bir hale dönüyor…

Ama her şeyin üstünde yüce bir Kudret var. Ve o yüce varlık, bu gülerek işlenen mefsedetlerin, maddî mânevî kötülüklerin cezasını, dünyada ve âhirette muhakkak vereceğini beyan buyuruyor… Bu çılgın günah yayıcılarının cezalarını Mahkeme-i Kübra da çekeceklerini hepiniz ve hepimiz göreceğiz.

Nitekim Allahu Teâlâ, Nûr Sûresi Âyet 19’da meâlen şöyle buyuruyor: “Müslümanlar arasında ahlâksızlığın, ibadetsizliğin, fuhşun ve hayâsızlığın yaygın bir hale gelmesini isteyen ve yayanlar için, dünya ve âhirette çok şiddetli bir azabı ilâhî vardır.”

Hadis-i Şerif’te: “Mü’minin mü’mine duası müstecaptır.” buyruluyor. Müslüman olarak bizler, günahkârların, önce ıslahı için dua ederiz. Islahı mümkün olmazsa cezalarını temenni etmek, elbette hakkımızdır. Çünkü diğer mü’minlere kötülükte örnek olmalarını istemeyiz… Onların işlediği kötülüklerin pek çoğunu bugün cemiyet olarak çekmekteyiz. Nitekim insanlar, Allah (cc) için birbirine dua etmek şurada dursun, birbirlerinin gözünü oyup, canını almaya çalışıyorlar. Dinî hayatın sönüşü, kötülüklerin yaygın bir hale gelişi ve insanların boğazlaşması, hep içimizdeki kötülük yayıcılarının fesatlarının sonucudur. Gerçek Müslümanı elem ve kedere boğan, bu acı durum karşısında, üzüntü ve ızdıraptan uzak, kupkuru, kaskatı, ruhsuz ve hissiz bir topluluk içinde yaşıyor oluşumuzdur.

Vicdanları paralayan bunca kötülüklere karşı duygusuz kalan insanlar, en büyük belalara çarptırılmaya mahkûmdurlar. Yukarıdaki Âyet-i Kerime bunun en açık en çarpıcı bir ispatıdır.

Bir de Müslümanların, dayanışma halinde oldukları, bir kötülük gördüklerinde bütün bir milletin vicdanının sızladığı, yetmiş (70) yıl evvelki bir devri, “Safahattan” nakledeyim.

Şimalde, şimal Müslümanlarından Ataullah Bahaeddin isimli bir âlimin, Rusların istilasına uğrayıp, dinî hayatları ve mâbetleri harap olan dindaşlarının, zulüm ve baskılar altında inlediğini gören bir Müslümanın, nasıl ağladığını, Allah’a nasıl yalvarıp yakardığını işitiriz: “Odama girdim, kapıyı kapadım, ağlamaya başladım: O gün akşama kadar, İslâm’ın garipliğine, Müslümanların yıkılışına, ahlâksızlığın yayılışına, zulmün şiddetine, ibadet hayatının sükûtuna, mâbetlerin cemaatsizliğine, millî ve manevî perişanlığımıza, bu durumlardan kurtulmamız ve İslâm ümmetinin uyanması için Hakka yalvardım, ağladım, ağladım…”

Günümüzde Müslümanların derdini dert edinerek ağlayan ve kurtuluşumuza dua eden gerçek mü’minler az olduğundan, ızdıraplarımız bir türlü son bulmuyor…

Büyük İslâm şairimiz Mehmet Akif merhum da, o Müslümanın içli gözyaşlarına şu karşılığı vererek, ıstıraplarına iştirak etmiştir:

Sen ey bîçâre dindaş! Sen ki bizden hayır ümid ettin;

Nihayet ye’se düştün, ağladın, ağlattın, inlettin.

Samimi yaşlarından coştu ruhum, herc ü merc oldu.

Fakat mâtem halâs etmez, cehennemler saran yurdu.

Cemaat intibâh ister, uyanmaz gizli yaşlarla

Çalışmak… Başka yol yok. Hem nasıl? Canlarla başlarla…

Evet çalışmadan her şeyi hazır bulmaya alışmış bir millet olmuşuz. Yorulmadan zengin olmak, ibadet etmeden cennete girmek ümidindeyiz. Mehmet Akif ne güzel söylemiş: “Sade -bal- deyivermekle ağız tatlansa/Arı uçmuş diye kaçmış diye çekilir miydi tasa?”

Koskoca deniz yollarında, bir Müslüman çarkçıbaşının kıldığı namaza tahammül edemeyip, kendi çevresine jurnal eden sabateistin, bu tahammülsüzlüğüne karşı, biz nasıl olur da bayramdan bayrama, cumadan cumaya dolan cemaatlerin varlığıyla yetinir ve yeterlilik görebiliriz? İstiyoruz ki her vakit namazları böyle cemaatlerle dolup taşsın! Bütün farmasonların, dönmelerin ve İslâm düşmanlarının ödü patlasın. Kahrından, gayzından çatlasınlar! Bunu istemeyen, düşünmeyen Müslümanın imanından şüphe edilir. Yozlaşmış bir toplumun halini merhum Akif çok güzel ifade ediyor:

Hayâ sıyrılmış, inmiş: Öyle yüzsüzlük ki her yerde…

Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde!

Vefâ yok, ahde hürmet hiç, emânet lâfz-ı bî-medlûl;

Yalan râic, hıyânet mültezem her yerde, hak meçhul.

Yürekler merhametsiz, duygular süflî, emeller hâr;

Nazarlardan taşan ma’nâ ibâdullâhı istihkâr.

Beyinler ürperir, yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş:

Ne din kalmış, ne îman; din harâb, îman türâb olmuş!

Mefâhir kaynasın gitsin de, vicdanlar kesilsin lâl…

Bu izmihlâl-i ahlâkî yürürken, durmaz istiklâl!

(22/08/2024)

Devamı iıin tıklayın
Geçmişten Geleceğe
Erdem Özçelik

Şırıl şırıl yağan yağmurun sesiyle hafif rüzgârın uğultusunun birbirine karıştığı bir eylül gecesiydi. Her yer terk edilmiş gibi sessizdi, ıssızdı. Küçücük bir çıtırtı bile yoktu sokaklarda. Herkes yağmurdan korunmak için bir yerlere kaçışmıştı herhalde. Ben de yalnızlığına terk edilmiş sokak çocukları gibi bir başıma yürüyordum. Bir yerlere sığınmak istiyordum ama henüz önüme böylesi bir mekân denk gelmemişti. Üstüne üstlük her geçen saniye şiddetini artıran yağmurun altında da delicesine ıslanıyordum. Sonra yürüyüşümü hızlandırarak etrafa bakınmaya devam ettim. Çok geçmeden de loş ışıklarla aydınlatılmış kafe görünümlü bir mekân gözüme ilişti. Ve hızla oraya doğru yönelerek içeriye girdim.

Giriş kapısı aynen eski kovboy filmlerindeki gibiydi. Yaylı menteşelerle bir içeri, bir dışarı açılıp kapanıyordu. Kapıyı geçtikten sonra küçük bir koridor insana “Merhaba” diyordu. Kırmızı, mavi ve sarı ışıklarla aydınlatılmıştı. Duvarlarında farklı motiflerle süslenmiş ilginç tablolar bulunuyordu. Hani nereye düştüğünü bilmediğin, hiç bir şeyden emin olamadığın saçma sapan yerler vardır ya; işte aynen öylesi bir mekâna benziyordu bulunduğum yer. Koridorun sonuna gelindiğindeyse mekânın ana kapısı karşıma çıktı. Üzerinde “Geçmişten Geleceğe” yazıyordu. Çok garipti. Bu tarz mekânlarda böylesi ifadeler görmek, okumak zordur. Hattâ imkânsızdır. Çünkü buralarda her şey eğlenceden ibarettir. Dolayısıyla içeriye girmek konusunda biraz kararsız kaldım. Yağmursa hız kesmeden devam ediyordu. Islanmamak için içeriye girmekten başka çarem yoktu. Sonra kola bastırarak kapıyı açtım, mekâna giriş yaptım. Garip şekilde bir masa dışında her yer boştu. Mekânın sahibi bile ortada görünmüyordu. Ve buna bağlı olarak içimde bir ürperti oluştu. Hattâ ürperti korkuya dönüştü. Çok geçmeden de sessiz ve kısa adımlarla en yakın masaya yaklaştım. Sandalyeyi çektim, üzerimdeki montu çıkararak arkasına astım, oturdum. Ve masadakileri gözlemeye başladım.

Masada karşılıklı iki kişi oturuyordu. Sağ taraftaki yetmişinden fazla gösteren yaşlı bir adamdı. Üzerinde koyu renk kaşe kaban, başında klasik türden bir kasket vardı. Kirli sakallı, pos bıyıklıydı. Bıyıkları oldukça sararmıştı. İçtiği sigaralardan olsa gerekti. Yoksa başka türlü bu hale gelemezdi. Saçları ensesine doğru kabarık, faulleri oldukça belirgindi. Sağ elinin serçe parmağında taşlı, gayet hoş duran bir yüzük vardı. Ve ellerinin üstü oldukça kırışmıştı. Hareketleri ise fazlasıyla rahattı. Sanki mekân sahibi ya da müdavim bir müşteri gibi davranıyordu. Karşısında oturansa sekiz on yaşlarında küçük bir çocuktu. Üzerinde çizgili kazak, bacağında siyah renk kumaş pantolon bulunuyordu. Saçları kızıldı ve kısacıktı. Faulleri özenle düzeltilmişti. Yeni tıraş olduğu ortadaydı. Yüz hatları oldukça dolgun, yaşına göre iri bir yapısı vardı. Boyu da çok uzun değildi. Ve çok güzel gülüyordu. Sanki tüm dünyaya inattı gülüşleri. Sıcacıktı, tertemizdi. Belki de içimde biriktirdiğim, derinimde sakladığım bir parçaydı; bilemiyorum. Bildiğim tek şey, onu gördüğümde yüreğimde birçok şeyin hafiflediğiydi. Bazı insanlar vardır ya; şöyle bir evlâdım olsa ne kadar mutlu olurdum diyen, ben de onlara benzemiştim. Böylesi bir oğlum olsa ne güzel olurdu diye geçirmiştim içimden.

Sonra başımı öne düşürüp derin bir nefes aldım ve çevreye bakınmaya başladım. Mekân loş ışıklarla donatılmış bir yerdi. Masaları, tabureleri, vitrini koyu kahve renkteydi. Vitrininde çeşit çeşit ürünler, meşrubatlar bulunuyordu. Tezgâhı, önündeki tabureleri oldukça yüksekti. Taburelere oturmak için insanın parmak uçlarına gelmesi gerekiyordu. Duvarları ise girişteki gibi ilginç tablolarla kaplıydı. Sanki onların devamı niteliğindeydi. Ufaklığın bulunduğu taraf geçmişi, yaşlı adamın bulunduğu taraf geleceği anımsatıyordu. Çok garip bir yerdi yani. İnsanı dibi olmayan düşüncelere sevk ediyordu.

Bense hâlâ ne yapacağımı bilmiyordum. Tedirgindim, çaresizdim. Bütün insanlık bir hopus pokusla ortadan kaybolmuş gibiydi. Ya da söz birliği yapmışçasına beni yalnız bırakmışlardı. Öyle ki; biri kalk gidelim dese, hiç düşünmeden kaçıp gidiverecektim. O kadar gerilmiştim, kafayı yiyecek duruma gelmiştim. Sonra rahatlamak, tedirginliğimi azaltmak adına bir kahve içmeye karar verdim. Fakat masada oturanlar dışında çevrede kimsenin olmadığını hatırladığımda yine başımı umutsuzca yere eğdim. Ve yaşadıklarımı tarafsızca analiz etmeye başladım. Herkes, her şey bir anda kaybolup gitmişti. Kimsecikler yoktu. Tüm dünya suskunluğa gömülmüştü. Ben de deli gibi yağan yağmurdan kaçarken böylesi garip, ürkütücü, ilginç bir mekânda bulmuştum kendimi. Hem de hiç tanımadığım bu yaşlı adamla, küçücük çocuğun yanında... Burası nereydi, nasıl bir yerdi, kimindi? Bu yaşlı adamla çocuk neden buradaydılar, ne yapıyorlardı? Duvarlardaki tablolar ne anlama geliyordu? Yağmur daha ne kadar yağacaktı? Sahi yağmur dinmiş miydi acaba? Dindiyse eğer; buradan hemen kurtulabilirdim. Ve son bir umut gözlerimi pencereye doğru çevirdim. Yağmur dinmediği gibi şiddetini de artırmıştı. Kurtulamayacağım ortadaydı. Fazlasıyla sıkışıp kalmıştım bu mekânda. Aydınlığa hasret bir mahkûm gibiydim. Görülmez kelepçelerle, gardiyanlarla hapsedilmiştim. İçimi afakanlar basmıştı. Sanki gırtlağımda yutkunamadığım bir kaya oturuyordu. Artık dayanamıyordum. Ve derin bir “of” çekerek yerimden doğruldum. Gözlerimi ikiliye dikerek hareketlendim. Attığım her adımla heyecanımın, korkumun ve kalp atışlarımın hızlandığını hissediyordum. Yanlarına ulaştığımdaysa gayet nazik bir şekilde başımı salladım ve bir tabure çekerek sol kalçamın ucuyla oturdum. Vakit kaybetmeden de söze girdim. “Merhaba. Kusura bakmayın, rahatsız ediyorum ama burada başka kimse yok mu?”

Bunun üzerine yaşlı adam, hafif kamburlaşmış haliyle bulunduğum tarafa doğru döndü, inceden inceye beni süzmeye başladı. Ve son olarak gözlerimin içine bakarak bakışlarını sabitledi. “Merhaba evlât. Evet, bizden başka kimse yok. Uzun zamandır hep ikimiz varız. Kimseler uğramaz buraya. Kuş uçmaz, kervan geçmez. Sadece o ve ben. O kadar... Öylece duruyoruz. Sıramızın, zamanımızın gelmesini ve üzerimize düşen rolü gerçekleştirmeyi bekliyoruz. O sırasını savdı. Sıra benim. Ben de zamanımın gelmesini bekliyorum. Seni gördüğüme göre de çok zamanım kalmadı galiba.”

Yaşlı adamın bu sözleri panik halimi daha da artırmıştı. Kendimi cevapsız, karmakarışık soruların içinde can havliyle çırpınan garip bir mahlûkat gibi hissetmeye başlamıştım. Beynim bilinmezliğin içinde yitip gitmek üzereydi. Ve hâlâ bu cendereden nasıl kurtulacağımı bilmiyordum. Gök gürültüsü gibi çarpışan sorular içinde de aklımı toplayıp bakışlarımı yaşlı adamınkilerden kaçırdım, biraz geriye çekildim. “Nasıl yani? Ne demek sıra benim, ne demek zamanımın gelmesini bekliyorum? Gerçekten söylediklerinizi anlamıyorum. Eğer bu oyunsa lütfen vazgeçin. Çünkü hiç eğlenceli değil. Ben sadece yağmurdan kaçıyordum. Ve buraya sığınmak zorunda kaldım. Şimdi eğer izin verirseniz yağmur dinene kadar bir kahve içmek istiyorum.”

Yaşlı adam, sözlerim üzerine gülmeye başlamıştı. Oturduğu taburede pozisyonunu değiştirerek yeniden söze girdi. “Burada garson yok Yavuz. Burada kimse yok. Az önce dediğim gibi sadece ufaklık ve ben varız. Bizden sonra buraya gelen tek kişi sensin. Kahve konusuna gelince de, mekân senin evlât. Dilediğin gibi davranabilirsin. İstediğin şeyi yiyip, içebilirsin. Ya da sen rahatsız olma. Ufaklık bize iki kahve getirir. Değil mi ufaklık?” Mekâna girdiğimden beri hiç tepki vermeyen, tek kelime etmeyen ufaklık, içten, sıcacık gülüşüyle başını salladı. Hızla yerinden kalkarak tezgâhın bulunduğu tarafa yürüdü, arkasına geçti. Kısacık boyuyla kırıp dökmeden fincanları indirdi, makineye döndü. Ve kahveyi doldurmaya başladı. Aynı anda da bize doğru dönüp içten, sıcacık haliyle gülümseyişine devam etti. Çok tatlıydı ufaklık. Sıcacık gülümseyişi, yürek titreten bakışları vardı. Garip bir şekilde huzuru, mutluluğu simgeliyordu. Tıpkı benim küçüklüğüm gibiydi. Hattâ gibisi fazlaydı. Aynı bendi. Sonra elindeki fincanlarla yanımıza geldi, masaya servis yaptı. O anda da aklıma başka bir soru geldi. Diğerlerinden farklı bir soruydu bu. Hem de cevabı verilemeyecek kadar farklı ve bir o kadar karmaşıktı. İrkilmiştim bu soruyla. Resmen içimden kaçıp gitmek geldi. Öyle ki; ben bu adama daha önce ismimi söylememiştim. Hiç bir yerde tanışmamıştık, birlikte vakit geçirmemiştik. Ortak tanıdıklarımız bile yoktu. Nasıl olurda benim ismimi bilebilirdi.

Aklımdaki düşünceler saniyesini bile doldurmadan yaşlı adam, elini kaldırarak gömleğimin yakasına uzandı; nazikçe uçlarını düzeltti. Ve sessiz denilebilecek bir tonda yeniden söze girdi. “Bak genç adam... Aklından geçen soruların farkındayım. İsmini nerden bildiğimi, bizim kim olduğumuzu, neden böylesi garip bir yerde yan yana geldiğimizi ve daha birçok şeyi merak ediyorsun. En önemlisi bizden korkuyorsun. Bu normal. Hem de çok normal. İnsan tanımadığı birinden korkar elbette. Ama korkma. Sana zarar verecek insanlar değiliz.” Ben de dayanamayıp “Peki öyleyse siz kimsiniz? Nereden tanışıyoruz? Hakkımda bu kadar bilgiye nasıl ulaştınız?” diyerek sözünü kestim. Sonra adam derin bir nefes aldı. Ve gözlerini bana doğru çevirerek sözlerine devam etti. “Aslına bakarsan, ufaklık seni tanımaz. Ama ben ikinizi de tanıyorum. Ben baban yaşındaki senim, ufaklıkta çocuğun yaşındaki sen. Yani üçümüzde biriz. Üçümüzde aynı kişiyiz, Yavuz’uz. Sen de, ben de, o da Yavuz’uz. Ufaklık senin geçmişin, çocukluğun; bense geleceğin, yaşlanmış halinim. Ufaklık zamanını bitirdi, döndü. Ben de senden sonra zamanımın gelmesini bekliyorum.”

Duyduklarımla bir anda oturduğum tabureden fırladım. Hızlı bir refleksle ellerimi başıma götürdüm, saçlarımı karıştırmaya başladım. Aynı anda da bir aşağı bir yukarı turluyordum. Hani insanoğlu hem iyi hem de kötü yanını bedeninin derinliklerinde bir arada yaşatırmış ya; ben de o iyi ve kötü yanımla savaşa tutuşmuştum. “Hadi lan. Neyin kafasını yaşıyor oğlum bu adam? Ne geçmişi, ne geleceği? Ne anlatıyor böyle? Salak mıyız lan biz? Sürekli yazıyor da yazıyor. Anlatıyor da anlatıyor. Nerden geldiği, nereye gittiği, neyin etkisinde olduğu belli olmayan bu herife inanacak halimiz yok herhalde. Resmen aptal yerine koyuyor bizi. Resmen dalga geçiyor. İnanma oğlum, inanma. Boş ver.” diyerek içimi kemiriyordu kötü yanım. İyi tarafımda boş durmuyordu elbette. “Önce sakin ol oğlum. Belki de adam haklı. Ortada üçümüzden başkası yok. Hattâ kimsecikler yok. Bulunduğumuz ortama baksana. Özellikle seçilmiş gibi. Duvarlardaki tablolar filan bunun göstergesi değil mi? Bence sakin olalım ve adamı sonuna kadar dinleyelim.” diyordu.

O sıra yaşlı adam, “Bence iyi yanını dinle evlât. Az sakin ol. Ve otur şuraya, sözlerimi bitirmeme izin ver.” diyerek bedenimdeki savaşın arasına girdi. Şaşkınlığım giderek artıyordu. İçimden geçenleri nereden biliyordu bu adam? Atıyor muydu acaba? Atıyor, tutturuyor muydu? Sonra sözlerine devam etti. “Elbette atmıyorum. Müneccim, büyücü veya kâhin de değilim. Az önce dediğim gibi sadece senim. Senin de ben olduğun gibi, ufaklığında sen olduğu gibi... Yani aynı kişiyiz. Üçümüzde Yavuz’uz. Dolayısıyla aklından, yüreğinden, içinden geçen her şeyi ben de anlıyor, biliyorum. Şimdi seni ikna edebildim mi?”

Adamın sarf ettiği sözlerle iyice afallamıştım. Aklım almıyordu olanları. Beynim burun deliklerimden akıverecek gibiydi. Hattâ bir an çıldırdığımı bile düşündüm. Çünkü adam aklımdan, yüreğimden geçen her şeyi biliyordu. İçimdeki savaşı, tedirginliği, şaşkınlığı, çaresizliği, her şeyi ama her şeyi görebiliyordu. Adam şaka yapıyor ya da yalan söylüyor gibi durmuyordu. Sözleri, davranışları oldukça netti. Ve dolayısıyla yenilmiş, kabullenmiş halimle yeniden tabureye oturdum. Ürkek halimle onu dinlemeye devam ettim. “Bak Yavuz, burası üçümüz için bir buluşma noktası. Sen, ben ve ufaklık. Üçümüzde aynı kişiyiz. Yavuz’uz yani. Biliyorum, kabul etmesi zor geliyor. Aklın almıyor. Böylesi mümkün olamaz diyorsun. Ama öyle değil işte. Burası farklı bir yer. Burası sıra dışı bir yer. Bize ait olan bir yer. Bizim mabedimiz. Ve ömürlerimizin geçişlerini burada sağlıyoruz. Aslına bakarsan yaşadığımız küçük ipuçlarıyla buraya yönleniyoruz. Meselâ ufaklık, arkadaşlarıyla oyun oynarken bir anda her şeyin saçma geldiğini hissetti, basit olduğunu gördü. Gerçek dünyanın bundan çok farklı olduğunu anladı. Ve yanıma geldi. Sen de buna benzer şeyler yaşamışsındır. Yaşamışsındır ki; buraya geldin. Yanılıyor muyum?” Sonrasında kısa bir an sessizlik oldu. Cevap beklediği belliydi. Ben de yavaş bir ses tonuyla beklentisine karşılık vermeye çalıştım. “Aslına bakarsan ben, yağmurda ıslanmamak için buraya sığınmıştım. Böyle bir şeyle karşılaşacağımı hiç tahmin etmiyordum. Şaşırdım, korktum. Hattâ ne yapacağımı bile bilemedim. Hâlâ da bilemiyorum. Netice olarak karşındayım işte.”

Sonra oturduğum yerde parmak uçlarımla şakaklarımı ovuşturarak yaşlı adamın sözlerini düşündüm. Acaba gerçekten böyle şeyler yaşamış mıydım? Yaşadıysam bile bunlar nelerdi? Beni zamanının ince çizgisine iten olay ya da olaylar neydi? Biraz saksıyı çalıştırdığımda da söylediği gibi birçok anı biriktirdiğimi fark ettim. Meselâ, üç beş gün önce dolmuşta giderken biraz sesi yüksek olan müzikten rahatsız olmuştum. Sanki o an gitarlar, davullar, ses sistemleri beynimin içinde çalıyormuş gibi hissettim. Hepsi birden işkenceye girişmiş gibiydiler. Hâlbuki önceleri müzikten rahatsız olmak bir yana, fazlasıyla zevk alırdım. Hele ki yüksek olanından... Sonra gece kulüplerinde dans etmekten, deli gibi eğlenmekten çok mutlu olurdum. Yani iyi gelirdi bana. Tüm stresimi atar, rahatlardım. Şimdi ise gece kulübüne gitmeyi bırak, bulunduğu sokaklardan bile geçmez oldum. Acı tatlı, mutlu mutsuz birçok olaya karşı da eskisi gibi tepki veremiyordum. Hiç bir şey hissetmiyordum olan bitene. Duygusuz, hissiz, katılaşmış biri olup çıkıvermiştim. Adam haklıydı. Artık yaşlanıyordum. Yani yaşadığım evre bitmek üzereydi.

“Ne garip değil mi?” dedi yaşlanmış Yavuz. “Ömrünün bu vaktine kadar hiç fark etmediğin, anlam veremediğin birçok olay şu anda yerine oturuyor değil mi?” diyerek gözlerime baktı. Ve devam etti. “Bunların hepsi normal Yavuz, hepsi normal. Yani hayatın içinde olması gereken şeyler. En nihayetinde bütün her şey gibi bizde doğup, büyüyüp, yaşayıp, öleceğiz. O yüzden korkma. Ve en güzel, en iyi, en mutlu şekilde yaşamaya çalış; zamanının tadını çıkar. Mutlu ol, sev, sevil. Asla pişman olup geriye bakma. Hep iyiyi düşün. Ne demişti Einstein? ‘Biz, pek çok değişik dilde kitapla doldurulmuş bir kütüphaneye giren küçük bir çocuğun durumundayız. Çocuk kütüphanedeki kitapları birisinin yazmış olması gerektiğini bilir. Nasıl yazıldıklarını bilmez.’ Bu nedenle hep bilmeye, öğrenmeye, anlamaya çalış. Dünya denilen kütüphaneyi çözmeye uğraş. Bunu yaparken de kimseyi üzüp kırma. Zira kalp kırıp can yaktıktan sonra hiç bir şeyin anlamı kalmayacaktır.” O sıra ben hâlâ düşünüyordum. Böylesi çok garip gelmişti. Birine anlatsam delirdiğimi bile düşünebilirdi. Haksız da sayılmazdı. Ama her şey gerçekti işte. Önce inanamadım bu olanlara. Soğuk bir şaka zannettim. Hattâ hayretle, ibretle izlediğim bir film gibiydi. Sonra her geçen saniye hatırlamaya ve anlamaya başladım. Birisi geçmişim, birisi geleceğimdi. Bendi yani ikisi de, gerçekti. Üçümüzde Yavuz’duk, birdik.

Bir süre sonra yaşlı adam “Artık gitme vakti” diyerek yeniden söze girdi. “Bak, yağmur dindi. Gitmen gerek. Hayatına kaldığın yerden devam etmen gerek. Ama bir farkla. Daha iyi, daha güzel, daha mutlu, eğlenceli, huzurlu, değerini bilerek, geç kalmadan, yarına bırakmadan... Acılardan, olumsuzluklardan, sıkıntılardan uzak bir şekilde... Bir gün geri geleceğini, asla dönemeyeceğini bilerek... Anlaştık mı? Hadi bakalım, git artık. Kendine dikkat et. Sevda’yı da incitme. O senin için bir şans. Unutma, asla yarına bırakmak yok.” dedi. Ve yerinden kalkarak bana yol gösterdi. Ben de oturduğum tabureden kalktım, ufaklığın başını okşadım. Sonra arkadaki masaya giderek montumu giydim. Çevreme, tablolara, mekâna bakarak çıkış kapısında bekleyen yaşlı adama doğru yürüdüm. Yanına ulaştığımda da göz göze geldik, tokalaştık. “Her şey için teşekkür ederim Yavuz” dedim. “Gerçekten her şey için tüm kalbimle teşekkür ederim. Sözlerini asla unutmayacağım. Ve hep en iyisi, en güzeli için yaşayacağım. Geçmişe bakmadan, yarını düşünmeden... Sadece bugün için yaşayacağım. Çünkü yarın için bir Yavuz daha olduğunu biliyorum. İkinizde hoşça kalın. Öyle ya; ne demişti Shakespeare? ‘Bütün dünya bir sahnedir. Ve bütün erkekler, kadınlar sadece birer oyuncu; girerler, çıkarlar.’ Biz de hayatımızın belli zamanları için üzerimize düşün rolleri gerçekleştirmek üzere girip çıkacağız. İyi bakın kendinize. Hep iyi olun. Yıllar sonra da sizi yine böyle güzel görmeyi diliyorum.” diyerek çıkış kapısının koluna bastırarak kendime doğru çektim, dışarıya çıktım. Ve hayatıma geri döndüm.

Devamı iıin tıklayın
Çoban çeşmesi
Remzi Kokargül

Küçük bir çeşmeyim yurdumun

Unutulmuş bir dağında.

Hiç eksilmeyecek suyum

Yıldızların aydınlığında,

Boyuna akar akar… Dururum. (Cahit KÜLEBİ)

 

Kış, dağlarda korkunç rüzgârların yönettiği müthiş senfonilerle geçer.

Göz alabildiğince uzanan kar görüntüsü, dağlara düşsel bir hava verirken, uzaktan karın yarattığı sihirle, sanki sonsuzluğun öteki yüzünü göstermektedir. 

Kar rahmetin beyaz rengidir. Bulutlar önce dağlara getirir karı, yağmuru. Önce dağlara yağar kar. Su onun bağrından süzülerek gelir avuçlarımıza. Bunca yükseklikte suyu nasıl tutmuş ki dağlar; bağrında gözelerle, ince kıvrım kıvrım yollarla çağlayıp gider.

Fırat nehrinin kuzeyinde görmüştüm bulutların dağlarda yürüyüşünü, dağları kapladığını. Dağlar çepeçevre kar altındaydı. Ara sıra kar yığınları çığla birlikte toz duman olup; sis olarak Fırat’ın üzerini örterken, yumuşak bir ışık saçardı.

Uzaklardan bakınca karlı dağlara, daha görkemli olduğunu görürüz. Dağlar tüm soğukluğuyla erişilmez bir ışıkla, soluksuz bırakır insanı. Her çeşit yabani çiçeğin kokusunu, ıtırını, rengini ve çimenlerin yeşil rengini; dağlarda buluruz.

Bozkırın kışı da çetindir. Kış boyu dalga dalga bir beyaz halıyla karlar altında kalan bozkırın düzlükleri, sonsuz ufuk çizgisine kadar karlarla kaplanmıştır. Sis ise bozkırın gelinliğidir. Bu dingin gökyüzü altında, bozkırla sarmaş dolaş olur.

Ve… Cemre, dağlarda kozmik bir uykunun kollarında rüyalarla dopdolu zengin baharı uyandırır. Bozkırın ayaz kesen sert Ocak ve Şubat ayı, yerini baharın müjdecisi Marta bırakır. Bir bahar kokusu sarar dört bir yanı.  Keklik yavrusu palazların ötmesi, baharın gelişini müjdeler. 

Baharda, toprağın altında demlenen suyun serinliği duyulur. Her çeşit çiçeği bağrına basmış tepelerde sümbüller, menekşeler, nergisler ve daha ismini bilmediğimiz onlarca allı pullu çiçek; çoktan sarar dağ yamaçlarını. 

Rüzgârsa; dağlardan, ormanlardan, kırlardan topladığı bütün çiçek kokularını alıp ovalara getirir. Çiçeklerin güzelliği ve kokusu bizleri başka bir âleme alıp götürür.

Dereler daha bir sevinçle akar. Dağ doruklarında konaklayan kar sularını çaylara ırmaklara denizlere indirir…

Mevsim artık olgunlaşmıştır ve Kış’a ait ne varsa geride kalır. Bulutları kendi aralarında garip bir telaş alırken; güneş de yavaş yavaş ısıtır içimizi. Artık dallar, çiçekler bahara merhaba deme telâşındadır.

Bahar artık yağmur diliyle selâmlıyor yeryüzünü. Önce havada bir ısınma, bir yumuşama; sonra sularda derinlere doğru akma başlar. Karlar erirken, billur sularda akar.

Kristal gibi ışıltılı bu kaynaklar, dağlar üzerindeki karların altından kurtulup aşağı doğru ilerlemeye başlar. Dağlarda eriyen karlarla gümüş renkli billur sular, geçtiği her yere hayat verir.

Su hayatın temeli, insanoğlunun vazgeçemeyeceği hayat unsurudur. Yüce yaratıcı, suyu yeryüzüne indirip; onu dağlarda depo ederek rahmetini insanlara bol bol ihsan eder. Suyun topraktan çıktığı yere kaynak ya da göz denir.

Serçe parmağı kadar akan suyuyla eğilip kana kana sularını içmek isteyip de; soğukluğundan iki üç yudumdan fazla içemediğimiz o su kaynaklardır. Her birinin ayrı bir sesi, ayrı bir hikâyesi vardır. Hepsi kendi hikâyesinin duyulmasını ister.

Bozkıra yolunuz düştüğünüzde, yolunuz üzerinde bir göze, bir oluk, bir kurun, veya çoban çeşmesine rastlarsınız.  Uzaktan uzağa, bir şarkı gibi çağlayıp akan bu çeşmelerin, sesi, gecenin büyülü sessizliğinde, daha bir derinden duyulur.

Bozkır çeşmeleri, ıssız yayla ve dağ yollarında genellikle oluklarla akar. Havuzundan taşan sular, metrelerce akar kendi halinde. Yeşile boyar geçtiği o küçücük vadiyi. Kuş uçmaz, kervan geçmez yaylalarda, çobanın kavalına eşlik etmiş bir pınardan; insanın gönlünü serinleten daha ne olabilir ki.

Bizim de yaylamızda uzaktan tepesinde yıldızların oynaştığı küçük çam oluklu çeşmeden de şırıl şırıl akardı su.

Uzaktan uzağa bir şarkı gibi çağlayıp akan çeşmenin sesi, zifiri karanlıkta sadece; ayın ışığının olduğu gecelerde daha bir derinden duyulurdu. Akarken de şarkı söylerdi, ninni söylerdi. Kendisine küçük bir yatak yapmıştı, onun içinden akardı, nazlı nazlı.

Yeşil otlar, yemyeşil dallar, ağaçlar, oluktan süzülen su sesi, kuş cıvıltıları, böcek sesleri ve tatlı bir huzur...

O çoban çeşmesinde; kim bilir kaç kişi susuzluğunu giderip başında dinlendi? Kim bilir kaç mübarek abdest alıp önünde kıbleye durdu?

Devamı iıin tıklayın
Olayların düşündürdüğü
Gözlemci

Korkut ve yönet!

(27.08.2024)

Filistin'deki Yahudi zulmü ile ilgili haberleri, tartışmaları, müzakereleri, açık oturumları mümkün olduğu kadar takip etmeye, çalışıyorum. Bazılarına tahammül gerçekten zor. Meselâ, zulmü sadece Netenyahu denen zalimin iktidar hırsına bağlayanlar hiç de az değil. Bilgiç bilgiç, ünvanlı ve etiketli kişiler, bu saflığa (haydi nezaketen cehle demeyelim) şunu da ekliyorlar: Siyonist olmayan Yahudiler varmış, bunlar esirlerin kurtarılmasını isteyen halkla birlikte zalim Netenyahu'yu ha devirdiler, ha devireceklermiş. Ve Telaviv sokaklarından tepki manzaraları gösteriyorlar.  Aynı saflıkla (cehle demiyoruz ya), ABD'nin, seçimler sebebiyle, ateş kesi sağlama gayretinde olduğunu, katliamı durdurması için İsrail'e baskı yaptığını söyleyenleri gördükçe şaşmaktan öte insan küçük dilini yutuyor.

Halbuki... Ne ABD'nin ve başkan adaylarının, ne İsrail'in ve yandaşı siyasî seyislerinin, ne Netenyahu'nun ve muhaliflerinin hür iradeleri ile hareket etme, karar alma ve uygulama güçleri vardır. Ne ABD halkının istediğini başkan seçme gücü vardır, ne İsrail içindeki ve başta ABD olmak üzere dışındaki muhaliflerin Netenyahu'yu veya bir başkasını devirecek gücü vardır. Bütün güç, bâtıl ve muharref Yahudi inancı adına, bütün taşlara oynayan kumarbaz hüviyetindeki Siyonist çetenindir.

Bütün kararları, Siyonist çetenin zengin elebaşıları alır ve ilgililere emreder.  İsrail'in başına geçecekleri ve İsrail'in politikasını; ABD'de kimin başkan olacağından tutun dünyadaki devletlerin başına kimin geçeceğinden, hangi politikaları takip edeceklerine kadar onlar karar verir. Bir merkezden idare edilmeseler, bir devlet bir başka devlete bu kadar silâh ve mühimmat yardımı yapabilir mi? Şirket, vakıf, dernek, sivil toplum kuruluşu, bilim toplantıları, sanat faaliyetleri, çevrecilik, demokrasi ve saire ile para, seçim oyunları, tehdit, şantaj, baskı ve suikastlarla emirler uygulanır. Muti olanlar mükâfatlandırılır, uymayanlar cezalandırılır. Bu o kadar ayan beyan ki, örnek vermeye bile gerek yok. Zaten artık kendileri de gizlemiyorlar.

Yahudi hakkında konuşacak, yazacak ve çizecek, filim yapacak ve kitap yazacak, karar alacak ve uygulayacakların bunu bilmesi ve kelleyi koltuğa alması gerekir; nadirattan olan budur!

 

Künyelerini okusalardı...

(11.08.2024)

Osmanlı devletinin Balkan fetihleri sırasında bir grup yeniçeri, birliğinden uzaklaşmış. Bir düşman kalesine rastlamışlar. Az olmalarına rağmen kaleyi fethetmeyi başarmışlar. Birliklerine döndüklerinde mükâfaat beklerden sert bir şekilde cezalandırılmışlar. Emir almadan kale ele geçirdikleri için... Askerlikte disiplin, başarının da üstündedir. Başarısızlık telâfi edilebilir, fakat disiplinsizlik, ordunun dağılması ile sonuçlanabilecek bir kıvılcımdır. Küçükken ezilecek yılanın başı... Silâhın tetiği... Tepeden atılan küçük kartopu, evleri yıkacak heyelâna sebep olabilir.

Bir grup hava teğmeni, kanunun emrettiği yemini, emsalleri ile birlikte ettikten sonra, ayrıca ve topluca bir yemin daha ediyor ve slogan atıyor. Hem de kılıçları çekerek. Bu disiplinsizliktir. Söyledikleri iye veya kötü mühim değil. En yakın komutandan başlayarak, en tepeye doğru devlete ve millete isyan: 'Siz asıl yeminin ne olması gerektiğini ve kimin askeri olmak gerektiğini bilmiyorsunuz, ama biz biliyoruz. İlk fırsatta gerekeni yapacağız.' Sözleri ve ne üzerine yemin ettikleri, ikinci plânda. Her şeyin kurala bağlı olduğu, kuralların da yazıyla perçinlendiği bir teşkilâtta, en küçük riayetsizlik disiplin suçudur. Hele Türk ordusunda; 2300 yıl önce onlu ordu sistemini icat eden, dünyanın en eski ve en disiplinli kudretinde...

“Ayrı bayram” diye bir deyimimiz var. Topluluktan ayrı kendi bildiğine hareket edeni kınamak için söylenir. Davranışı, değil suç olmak “bayram” gibi sevinçli bile olsa. Millet birliğine dirsek çevirmek tasvip edilecek bir şey değildir. Emsallerinden kopup, kılıçları çekenler, o şekilde künyelerini okusalardı, sayı saysalardı yine suç işlemiş olurlardı. Mühim olan sözler değil...

Bugün küçük bir disiplinsizliğe müsamaha eden, yarının büyük isyanlarına imkân hazırlar. 12 Eylül darbesini, 1970’li yıllarda CIA’nin Türkiye Şefi olan Paul Henze, ABD Başkanı Jimmy Carter’a “bizim çocuklar başardı” diye haber vermişti. Birileri teğmenleri âlet ederek; devletin, hükümetin, ordunun, onları yetiştiren okulun ve komutanların “reflekslerini”, toplumun kucağına tartışma başlatacak bir bomba koyarak test ediyor. Üstelik de bunu; konuyu disiplin meselesi olmaktan çıkarıp “ayrı bayram” yapanların söylediği karşı çıkılamayacak sözlere kaydırarak yapıyorlar. Bu oyuna gelmemek lâzım.

Bugün, böyle bir disiplinsizlik yapanlara, komutanlarının “hizaya gel!” dememesi ve onlara hadlerini bildirmemesi; her şeyden önce ordu ruhuna karşı suçtur. Kim bilir hangi küçük disiplinsizliklere göz yumulmuş ki böyle bir densizliğe cüret edilebilmiş. Zamanında çizginin dışına çıkanlara “hizaya gel!” dememek, onlara merhametsizliktir. “Sürüden ayrılanı kurt kapar”. Aslanlarımıza; fitne kurtlarının âleti olmamaları ve yabancının “bizim çocuklar” iltifatına (!) duçar olmamaları için merhamet edelim.

 

Ne zamandan beri?

(13.08.2024)

Narin isimli 8 yaşındaki kızın katli ile ilgili haberleri hepimiz, üzüntüyle ve dehşet içinde takip ediyoruz. Üzgünüz ve dehşet içindeyiz ama olaylara ilgimiz, filim seyretme psikolojisi içinde. Sanki filim seyrediyoruz… Haberleri hızlı, sesli ve görüntülü takip edebilme imkânından bahsetmiyorum. Filimde işlenen cinayete nasıl ki biz müdahale edemezsek… Seyretmekten başka bir irademiz yoksa… Hattâ perdedeki cinayete müdahale gülünç ve aptalca ise… Aynen öyle seyrediyoruz. Filim seyrederken de ağladığımız olur. Kardelen’in bir kapağında halimiz şöyle resmedilmişti: Ayaklarından dizlerine doğru yanan adam, her şeyden habersiz gazetesini okuyor.

Biz hep mi böyleydik… Ar damarı çatlamış… Duygusuz… Hissiz… “Olur böyle vakalar, Türk polisi yakalar”… İşime gelmeyeni, duymam, görmem… Bana dokunmayan yılan istediği kadar yaşasın. Ve ne zamandan beri böyleyiz? Köklü bir değişim ameliyesine mi maruz uğratıldık? Üzerimizde bir ameliyat yapıldı ve kanserli uru kesip atar gibi “merhamet” bizden alındı mı? Yoksa cemiyetimiz tabiî bir “ovülasyon” sonucu mu bu hale düştü?

11 sene önce, benzer olayları işaret ettikten sonra şöyle demiştim: 18. Yüzyılda ülkemize gelen Batılı yazarların (özet olarak) tespiti: Türkler silâh taşımayı pek sever. Piştov, kama, hançer, kılıç ve saire her çeşitten silâhlarla dolaşan insanlar, bunları kullanmayı ve hele müslümanlar için kullanmayı akıllarının ucundan bile geçirmez. Öfke küpü haline bile gelseler, silâha sarılmazlar. İnsanların pür silâh “canlı bomba” gibi dolaştığı halde İstanbul'da yılda sadece dört zabıta vakası oluyor. Üçü azınlıklara ait ve cinayete varan para meselesinden; sadece biri Türkler’e ait, o da anlaşmayla sonuçlanacak basit bir vaka...

1970’li yıllarda... Kütahya’da bir Asmalı Kahve vardı. Yol üzerine kurulmuş, her tarafı gören pencerelere sahip büyük bir mekân... Dışarısını temaşa etmek mümkün iken, içerdeki konuşmalara dikkat kesilirdi herkes. İnsanlar, kenarlardaki kilim ve halılar konmuş sedirlere oturur, işlemeli yastıklara dayanarak konuşmaları dinlerdi. Kahveci, örnek bir açık oturum yöneticisi... Kimse konuşanın sözünü kesmez, zaten konuşması gerekenler kendisini bilir, dinleyenler de kimlere söz düştüğünü bilirdi. İmkân buldukça oraya gider, istifade ederdim. Bir gün bir ihtiyar, o günlerde Kütahya’da işlenen bir cinayet sebebiyle babasından duyduğunu nakletti…

Babası çocukluğunda şahit olduğu ibret verici bir vakayı anlatıyor... Eskişehir’de bir cinayet işlendiği duyulmuş ve bütün Kütahya yasa boğulmuş. Kim kimi öldürmüş bilmiyorlar. Sebebiyle de ilgilenmiyorlar. Sadece bir insanın bir insanı öldürmesine ve bunun yakınlarında vuku bulmasına üzülüyorlar. Müftü Ulucami’de bir vaaz vermiş ve demiş ki... Biz ne günah işledik ki, cinayet bizim yakınımıza kadar geldi. Burnumuzun dibinde bir cinayet işlendi. Bunun için hep birlikte tövbe edelim. Allah bizi affetsin. Yağmur duasına çıkar gibi bütün halk, belirtilen yerde toplanmış. Tövbe etmişler ve Allah’tan af dilemişler.

Çocukluğumda... Ölüm; ya bir hastalık, ya kaza sebebiyle veya savaşta şehit olmak şeklinde olur zannederdim. İlk defa bir cinayet işlendiğini duyduğum zaman dehşete düşmüştüm. Bir insan, bir insanı öldürmüştü. Dünyanın ilk cinayeti… Bütün köy de derin bir yeis içinde idi. Bir adam, kızını kaçırmaya gelen genci öldürmüş, sonra da gidip karakola teslim olmuş. O günlerde insanların yüzünde gördüğüm ıstırabı anlatamam.

Pür silâh, âdeta seyyar bir silâh deposu gibi dolaşan, buna rağmen yerdeki karıncaya bile basmayan, basamayan; bir kuş ötüşüne ağlayan, kuş evleri yapan kuzu gibi bir milleti; silâh yasaklarına, polise, güvenlik kameralarına, tepeden gözlemeye rağmen en yakınlarını bile öldürecek hale getiren ruhî, içtimaî, fikrî sebepler nelerdir? Sadaka taşını icat eden cemiyeti; yolsuzluk, usulsüzlük ve cinayet haberlerini yadırgamaz hale ne getirmiştir? Nasıl narkoz yemiş gibi bir hale gelmiştir?

O devirde… İşvelerine kanmayan Türk beyini, İngiliz (leydi)si, takdirle anlatır… Bugün kendi paralarıyla tezgâhlara gelip, kasetlerle esir alınıyor insanlar.” (10.05.2011)

Cinayetler, namussuzluklar, soygunlar ve benzerleri “vak’a-yı âdiye”… Âdi vaka… Sıradan olay… Basit zabıta vakası… Holivut’un “kusursuz cinayet” filmlerine özenilerek çevirilmiş bir “yerli filim” seyrediyoruz âdetâ... Televizyonlar dedektiflik bürosu… Anlı şanlı, kariyerli, itibarlı, mevkili, devletli akıldaneler, televizyonlarda dedektiflik taslıyor. Çare bulması gerekenler horluyor…

“Kim, bir nefsi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur” diye kendisine bin yıl yön ve yol gösteren pusulayı kaybeden cemiyetin hali budur.

 

“Antisemitizm” oyunu

(24.08.2024

“Antisemitizm” nedir? Hırsızlık, dolandırıcılık, cinayet vesaire gibi –farklı açıdan da olsa– bir suç… Daha doğrusu dünyaya “suçlardan bir suç olarak” kabul ettirilen bir oyun. “Antisemit” de bu suçu işleyen kişi… Pek çok Batı ülkesinde kanunla suç sayılıyor. Üniversite öğrencileri ve hocaları, fikir ve sanat adamları, “antisemitist” olmakla itham edilip cezalandırılıyor. Halk değil, –şimdilik– fikir sınıfları… Hakkında yasa çıkarmamış ülkelerin kurtulduğunu sanmayın. Oralarda da aydınlar; iletişim ve haberleşme vasıtaları, güdümlü kurum ve kuruluşlar marifetiyle psikolojik baskıya maruz...

Öyle bir kabul ettirmişlerdir ki dünyaya, “Antisemitizm” nedir diye kime sorsanız, “Yahudi düşmanlığı” cevabını alırsınız…

Birinci oyun bu!..

Bütün dünyaya, “Yahudi düşmanlığı” diye yutturulan “antisemitizim”in aslı, başlangıcı, Yahudi düşmanlığı değil…

“Semit” ve “semitizm” kavramlarından başlayalım, “antisi” kolay…

Nuh Peygamber’in oğlu Sam’ın soyundan gelen akraba Orta Doğu halkları; Samiler... Araplar, Yahudiler, Süryaniler ve Maltalılar… Arapça, Aramice, Süryanice, İbranice ve Habeş dilleri ile konuşanlar… “Semit” bunların toplu adı. Sadece bir tasnif, o kadar… “Antisemit” de bu toplulukların “dışındakiler”. Araplar’ın kendilerinin dışındakilere “Acem” demesi gibi. Sadece kendisini ve kendisinden gayrısını ifade, o kadar…

Azimli ve sistemli hamaratlıklarıyla, “Sami topluluklarının dışında olanlar” tabirini, iki kademede çarpıttılar. Önce “karşısında olanlar”, sonra “düşmanı olanlar” şeklinde algılandırmayı becerdiler. Bu şekilde kabullendirilmiş mânâyı, topluluktan birinin üzerine, “Yahudi düşmanlığı”na kaydırmak ve sabitleştirmek çok zor olmadı.

İkinci oyun…

Birinciden de beter. Zaten birincisi, ikinciye basamak...

Evvelemirde, sana düşmanlık varsa, hatayı kendinde ara… İnsan topluluklarından birine düşman olmak suç da, neden diğerlerine düşman olmak suç değil? Yahudi’ye düşmanlık diye bir suç var da; diğerlerine, meselâ Türk’e düşmanlık diye bir suç niye yok? Diğerlerine yoksa, Yahudi’ye niye var? Emrindeki iletişim ve haberleşme vasıtalarının ve güdümündeki kurum ve kuruluşların şirret yaygaraları; doğruyu, hakkı, iyiyi, güzeli bastırıyor. Her yönden her türlü baskı öylesine yoğun ki, bu haklı itiraz, stat tezahüratlarının yanında sivrisinek vızıltısı gibi kalıyor.

Bir hinlik daha… Açık açık “Yahudi düşmanlığı” demek yerine “Antisemitizm” diyerek sinsice, “ispatlanmış ilmî gerçek” diye bir “kavram” sanılmasının arkasına saklanılıyor. Böylece kendilerini, muharref kitaplarında iddia ettikleri gibi “üstün ırk” olarak empoze etmede mesafe katettiler. Üstün ırka düşman olmak tabiî ki suç!..

Karşı çıkılamaz, karşı konulamaz, engel olunamaz, başa çıkılamaz kudret… Böyle olduklarına inanıyorlar!.. Bu inanca uygun hareket ediyorlar. “Goyimlerin” de, –kendilerinin dışındaki herkesin, yani kendilerine “hizmetle mükellef” yaratıkların da– böyle anlamalarını ve ona göre yaşamayı hak etmelerini (!) istiyorlar.

Nazarlarında, bu anlayışa “yücelmeyen” (!) herkes, “itlâfı” gereken “antisemitist”!..

Artık açıkça da söylüyorlar.

 

“−TÜRK MÜ?”

(25.10.2024)

“−Türk mü?”

Yenidoğan denilen çetenin iki mensubu konuşuyor... Polis dinlemesinden... Ölümüne sebep oldukları (kastettikleri de desek olur) bir çocuktan bahsediyorlar. Telefon eden, elemanına soruyor:

“−Türk mü?”

Diğeri cevap veriyor:

“−Türk herhalde.”

Soru soranın temennisine bakın ve kendisini, dolayısıyla kendilerini nerede konumlandırdığını, konumlandırdıklarını görün:

“−İnşallah, Türk’tür; Suriyeli değildir.”

Bu konuşma, konuşan iki kişinin Türk olmadığını, hattâ Türk düşmanlığında ittifak ettiğini apaçık gösterdiği gibi diğer çete mensuplarının o zihniyette olduğunu da gösterir.

Çete hakkında soruşturma, bir hastahane doğum servisinde birkaç sağlık çalışanının, devletten ve doğan çocukların ailelerinden haksız yere para devşirmek için, ihtiyaç olmadığı halde tedavi uydurmalarının fark edilmesi ile başladı... Sonra bunun bir ekip işi olduğu ortaya çıktı. Soruşturma ilerledikçe, çocuk ölümleri dikkati çekti, işin paradan ibaret olmadığı görüldü ve on hastahane kapatıldı.

Bu konuşmalar, −daha kim bilir niceleri vardır− hain bir zihniyeti ve asıl bu zihniyetin müesseseleştiğini ifşa ediyor. Öyleyse artık soruşturmanın, suçların yabancı servis emrinde bir ajan faaliyeti ve Türk düşmanlığı olup olmadığı yönünde devam etmesi gerekir.

Hainler, ajan olsunlar olmasınlar, bizim insan yetiştirme sistemimizin mahsulü... Devletin, adam yetiştirme ve yerleştirme imalinden ve eleğinden geçtiler. Ve bu melânetleri işleyenler (benzerleri ve niceleri), bir günde, bir ayda, bir yılda, hattâ on yılda yetişmedi. Bir kişinin uzman doktor olması için, kötü niyetlilerin ve ahlâksızların çeteleşmesi için, böylelerinin bitlerinin kanlanması için en az kaç yıl gerekir bir düşünün. Sıradan menfaat düşkünü birkaç hırsız, böyle bir teşkilâtlanmayı beceremez, hayal bile edemez. Böyle hinliklerin ve hainliklerin, devlet gücü olmadan yapılamayacağını Fetö’de gördük.

Sadece zamanın devleti ve eğitim sistemi değil, yüzyılın, muhasebeye tâbi tutulması gerekir.

Devamı iıin tıklayın
Yalnız ve başıboş değiliz
Yaşar Akyay

Kendi iradesi dışında dünyaya gelen ve dünyadan gidişi de kendi iradesi dışında gerçekleşen insanın bazı sorulara kendisinin cevap bulabilmesi mümkün değildir. Yapan bilir, bilen konuşur denildiği gibi, bu soruların cevabını bütün mevcudatı yaratıp insanı imtihan için dünyaya gönderen yüce kudretin mesajlarından öğrenmek gerekir.

 

İNSAN İÇİN YAPILANLAR

Kendisi için: Yeryüzü yatak, gökyüzü tavan, güneş lâmba, ay gece lâmbası, yıldızlar süs olarak yaratılan; yaşamı için: Yağmur, hava, toprak, bitkiler ve hayvanlar emrine amade kılınan,

Kâinattaki güzellikleri seyretmesi için göz, sesleri duyması için kulak, yaptıklarının muhafaza edilmesi için hafıza verilen,

Yeryüzündeki dere, çay, pınar ve nehirlerden, şehirlerdeki su, doğalgaz ve internet hatlarından daha harika bir sinir ve damar sistemi ihsan edilen; zehirli bir böceğe bal, gözsüz bir böceğe ipek, koyun-keçi ve ineğe süt, tavuğa yumurta gibi bir besin maddesi hazırlattırılan,

Doğru yolu bulabilmesi için kendisine akıl verilip, kitap ve peygamber gönderilen, her biri ayrı bir model ve farklı bir sanat eseri olarak yaratılan ve parmaklarına yaratıcının imzası basılan, yeryüzünün halifesi, varlıkları en şereflisi, âlemin zübdesi (özü) olan insanın amaçsız yaratılması ve başıboş bırakılması düşünülebilir mi? (Al-i İmran, 3/191)

 

İNSANIN YAPTIKLARI

İnsan içinde oturmak için kulübeler, evler, köşkler, saraylar; yolculuk yapmak için otomobiller, otobüsler, trenler, helikopterler, uçaklar; giyinmek için ayakkabı, elbise, şapka; korunmak için silâh tank, top ve füze gibi araç-gereç üretir.

Okur-yazar olmak için okula, ilim öğrenmek için üniversiteye, ekmek parası kazanmak için çalışmaya, ibadet etmek için mescide veya camiye gider. İlim için okul ve üniversite, ibadet için cami ve mescit, hayatın gereklerini üretmek için fabrika ve holding kurar.

Kendi yaptıklarını ve ürettiklerini bir gaye, bir amaç, bir fayda için yapan insanın kendisinin amaçsız, gayesiz yaratıldığını ve başıboş bırakıldığını düşünmesi doğru mudur?

Kendisinin sahipsiz ve başıboş bırakıldığını düşünen ve öyle yaşamaya çalışan bir insan: Kendisine verilen üstün kabiliyetlere rağmen, kendisinden daha aşağıda olan ve emrine hizmet ettirilen hayvanlar gibi yaşarsa, kendisine verilen kabiliyetleri israf etmesi nedeniyle hayvanlardan daha aşağı duruma düşmüş olmaz mı? (Furkan, 25/44)

Yaratılış amacını ıskalayıp hayvanlar gibi yaşayanlar, dünya hayatında hayvanlardan daha zararlı hale gelip, ahirette daha aşağı duruma düşeceklerdir. Zira en vahşi hayvanlar yuvalarına ve yavrularına yiyecekle dönerken, insani özelliklerden ve İslâmi güzelliklerden mahrum olanlar çoluk-çocuğunun rızkını kumar masasında, içki şişesinde, uyuşturucu partisinde harcarlar. Bunun sonucu olarak da hayvanların gitmeyeceği cehenneme aday haline gelirler.

 

İNSAN NİÇİN YARATILMIŞTIR

Bu konuda çağlar üstü mesaj olan kutsal kitabımız ve hayat modelimiz Kur’ân’ı Kerimde: Cinlerin ve insanların kulluk (ibadet) için (Zariyat, 51/56),  ölümün ve hayatın kimin daha güzel işler yapıp-yapmayacağını denemek (sınav) için yaratıldığı (Mülk, 67/2), insanın, başıboş bırakılmayıp yaptıklarından hesaba çekileceği (Kıyamet, 75/36) bildirilmektedir.

Bu ayetlerden de anlaşıldığı gibi hiçbir varlığı boş yere yaratmayan Rabbimiz varlıkların en şereflisi olan insanı da amaçsız yaratmamış ve onu başıboş bırakmamıştır. İbadet için yaratılan ve imtihan için dünyaya gönderilen, ruh ve bedenden oluşan insanın hem bedenine, hem ruhuna, hem dünyaya hem de ahirete yönelik sorumlulukları şunlardır:

 

1-İnsanın Bedenine Karşı Sorumlulukları: Kendisine emanet olarak verilen vücudu zararlı ve haram olan yiyecek, içecek ve davranışlardan koruyarak sağlıklı, mutlu ve huzurlu yaşayabilecek bir hayat tarzı tercih edebilmektir.

2-İnsanın Ruhuna Karşı Sorumlulukları: Kamil iman, salih amel ve güzel ahlak sahibi olmaya gayret ederek ruh sağlığını korumaya çalışmaktır.

3-İnsanın Dünyaya Karşı Sorumlulukları: Dünyanın imar edilmesi için çalışıp milleti, memleketi ve insanlık için yararlı hizmetler ortaya koymaya çalışmaktır.

4-İnsanın ahirete yönelik sorumlulukları: Dünyayı ahiretin tarlası, Allah’ın isimlerinin aynası olarak değerlendirip ebedî mutluluğu kazanabilecek şekilde davranmaktır.

Devlet genellikle atadığı memurlarla ilgili arşiv araştırması yaptırır ve uygun olanları göreve başlatır. Sonra da amirleri, müfettişleri ve istihbarat görevlileri ile kontrol ve takip altında tutmaya çalışır. Kurum ve kuruluşlar girip-çıkanları kameralar ve güvenlik görevlileri vasıtasıyla izleyip takip eder. Devletler ise, devlet aleyhinde çalışan, toplum düzenini bozan kimseleri sivil polis ve istihbaratçılarla takip edip kontrol altında tutmaya, olabilecek olayları engellemeye çalışır. 

Aynen bunun gibi hattâ daha hassas bir şekilde, insanın yaptıkları, konuştukları hattâ fısıltıları ilahi kameramanlar ve istihbaratçılar olan melekler tarafından tespit edilip arşivlenmektedir.

Güneşin bize çok uzak olmasına rağmen, ışık ve ısısıyla yanımızda olduğu gibi, mekândan münezzeh olan Rabbimiz de bize şah damarımızdan daha yakın olup, “Gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediklerini bilmektedir.” (Müminun, 40/19)

Yalnız olmayıp düşündüklerinin, konuştuklarının ve yaptıklarının bilinip kaydedildiğine ve ahirette hesabının sorulacağına inanarak hayatın hakikatini anlamak, hem bir sorumluluktur hem de insanlık için  en güzel bir kontrol mekanizmasıdır. Eğer bu inanç gönüllere yerleştirilemezse insanları kontrol altında tutmak, ihtiyarları, güçsüzleri korumak, can-mal emniyetini sağlamak mümkün olamayacaktır.

Unutmayalım ki, hayat iki perdelik bir tiyatro gibi olup, herkesin bir sorumluluğu ve bir rolü vardır. İnsan 1. Perde olan dünya sahnesinde kendisine verilen rolü oynayacak, ikinci perde olan ahirette ise rolündeki başarısına göre mükâfatını alacak veya cezasını çekecektir.

Sonuç olarak: Sorumluluğu olmayan ve başıboş olan kimse yoktur; kendisini sorumsuz, başıboş zanneden sorunlu insanlar vardır. Rabbim bizi, hayatın hakikatini anlayıp sorumluluğunu idrak edip, görevini ifa edebilen talihlilerden eylesin.

Devamı iıin tıklayın
Hayatın Kaynağından Hayata Yansımalar
Yaşar Akyay

Değerli dostlar,

Atalarımız “Hedefi olmayan gemiye hiçbir rüzgârın yardım etmez.”, “İnsanları yaşlandıran geride bıraktıkları yılların çokluğu değil, ideal yokluğudur.” demişlerdir. Bu veciz ifadeler kapsamında mahlûkatın en şereflisi ve varlığın halifesi olabilecek formatta yaratılan insanın arzu edilen mertebeye ulaşabilmesi için mutlaka yüce bir hedefi olmalıdır.

İnsan, rüzgâr önündeki dalından kopmuş kuru bir yaprak, sel önündeki kökünden kopmuş bir kütük, denizin ortasında rotasını kaybettiği için dönüp duran bir gemi, pusulası olmayan bir yolcu ve taşıdığı değerden ve sorumluluktan habersiz bir gafil gibi olmamalıdır.

Bu anlayış kapsamında ben de kurduğum hayali ete kemiğe büründürmek ve bir sonuca ulaştırmak arzusuyla yazdığım makaleleri kitaplaştırmak ve geride bir eser bırakmak istedim. Böyle bir hayal kurmama etki eden amillerden birkaç tanesi şunlardır.

. En iyi bir hayat modeli olan Kur’ân’ın ilk emrinin “Oku” olması, en iyi rol-model olan Peygamber Efendimizin kadın-erkek herkese ilim öğrenmenin farz olduğunu bildirmesi,

. Peygamberimiz tarafından kendisinden istifade edilen bir ilim bırakan kimsenin yaptığı bu çalışmaların öldükten sonra da sevabı yazılmaya devam edecek üç çeşit amel içinde sayılması, (Müslim, Vasiyyet, 14; Tirmizi, Ahkâm, 36)

. İbadetlerin sadece İslâm’ın şartlarında ibaret olmayıp, belirtilen ibadetlerin temel teşkil ettiği, fakat bunların dışında Allah’ı rızasına uygun, insanlık için yararlı olan her şey ibadete dönüşebilir anlayışı ile milletimiz ve insanlık için katma değer üretmek,

. “İyilerin ataleti kötülerin iktidarını hazırlar,” özdeyişi kapsamında iyilik adına bir şeyler üretip bir nebze de olsa sorumluluğumu yerine getirerek iyilerin yanında kötülüğe karşı yer almak ve insanlığın zararına olabilecek faaliyetlere fren olmaya çalışmak,

. Albert Einstein’in: ”Dinsiz ilim kördür, ilimsiz din topaldır,” sözünde belirttiği gibi din ile ilim arasındaki güçlü bağlantıyı ortaya koyup, insanımızın kalbini iman nuru ile doldurmak, aklını ilim ışığı ile aydınlatmak,

. Bedenle ruh, dünya ile ahiret, madde ile mana, fizik ile metafizik, kabuk ile öz arasında denge kurarak insanımızı dengeli bir hayat felsefesine yönlendirerek: Zarfa takılmayıp içindeki mektuba, vitrine takılmayıp içindeki mağazaya, kalıba takılmayıp içindeki kalbe ulaşmaya çalışma arzusudur.

Yapılması gerekenin en güzelini ortaya koymuş olmak iddiası hadsizlik olur. Ama Ebu Leheb ve Ebu Cehil’in torunlarının insanlarımızı ifsat edip, kendi kültürüne ve inancına yabancı hale getirmesinin verdiği acı ve ıstırap nedeniyle belki bir projektör, bir florasan, bir led ampul yakamasam da bir mum yakmak ya da bir çakmak çakmak istedim.

Rabbimden, yapılan bu çalışmayı bereketlendirmesini ve bu özveri ürünü eserin inançsızlık girdabına giren kimseler için bir nur, ahlaksızlık bataklığına batanlar için bir ışık, çorak gönüllere bir damla su, küfrün kirlettiği havayı teneffüs edenlere temiz bir nefes olmasını temenni ediyorum.

Devamı iıin tıklayın
Camiler boşaldı
Yaşar Erim

Son yıllarda herkesten duyduğunuz söz; camiler boşaldı. Namaz kılma oranı %18’e düşmüş. Namaz kılan yok ki, camiler dolsun. Bu yüzden bize de lâf geliyor; “Hoca, iyi çalışmadınız.” Veya “hocalar çalışmıyor.”

Ben gece gündüz çalıştım, tam hakkını verdim. Kur’ân Kursu hocası olduğum yıllarda köy köy gezip öğrenci toplardık, üstelik bin bir bahane ileri sürenleri ikna ederek, kuruş para vermeyin biz okutacağız. Köylerden buğday topladık, mısır, fındık, Kurban Bayramı et, deri; kadromuz da yok, hepsi bizim elimizden geçerdi. Diyanetin gündüz bir yıllık eğitimi o kadar verimliydi ve kaliteliydi. Dinini tam öğrenen nesiller yetiştiriyorduk, 28 Şubat darbesi onların da canına okudu.

Adam der ki; ben hoca yapmayacağım, öğretmen olacak, doktor olacak… Allah aşkına, Allah rızası için bir yıl bizde okusun istediği okula yine ver olmaaaz!.. “Bir yıl kaybetmesini göze alamam.” Aynen bir yılı göze almadılar, ama sonunda ne oldu biliyor musunuz? O çocuk öğretmenliği okudu, üniversite bitti görev alamadı, olmadı, yüksek lisans yaptı. Yine görev yok, namaz kılmayı bilmiyor. Namaz yok, 15 yıldır görev alamadı, boş geziyor. Allah için bir yıl vermem dedi. İşler ters gitti 15 yıl heba oldu. Ne kadar yazık…

Hükümet dul kadın parası, bakım parası, torun parası, çeyiz parası derken paralar bitti, üniversite bitirenlere ders ücreti ile öğretmenlik yaparsanız yapın yoksa iş yok dedi mi; bu vaziyette kimse yapmaz. Kim kazandı lâikler kazandı. Geri kalan herkes kaybetti.

Ben görevdeyken 5 vakit namaz kılma oranı % 30 idi, 10 yıl geçti namaz kılanların çoğu rahmetli oldu. Şimdi oran % 18, ben üzülüyorum. 30 yıllık görevimden 15 defa gece kursu açtım, gece kursu yaz kurslarından iyidir. Yaz kursları en verimsiz kurstur. Gece kurslarına 2. veya 3. defa gelenler namaz kıldıracak düzeye gelirdi, Yasin, Tebareke ve Duha’dan aşağısını ezberleyenler vardı. Gece kursuna gelenler isteklidir. Sonraları Diyanet de yanlış yaptı aynı kişiyi üst, üste kayıt yapamazsın, yanlış! Adam bu sene Kur’ân öğrendi ise, seneye tecvid öğreniyor, ezber yapıyor, engel koyma, çok şükür 4-6 yaş çıktı çok iyi oldu lâkin onu görmek için 20 yıl beklemek lâzım, eğitim verimli mi onu da bilmiyorum. Gece namazını devamlı kılanlar mesaj atıyor 5 vakti tam kılıp her gece teheccüd de kılarsan, teheccüd namazı kılan sorgusuz cennete gidecek, Allah razı olsun da, millet 5 vakit kılmıyor. Nesil tembel oldu, her işi basit görüyor. Ondan sonra İslâm’ın ilk emri oku, neden Müslümanlar köle?

Kardeşim Müslümanlar okumuyor ki, okurken dünyayı Müslümanlar yönetiyordu. Okuyan yönetir, sivri zekâlı ya çözdüm diyor, nasıl? Kızın adını İkra Nur koydum. İslâmın ilk emri ikra (oku); Kur’ân da Hira Nur dağında indi, yıllar geçsin bakalım işe yarayacak mı? Kız 15 yaşında hiç dinî eğitim almadı. Namaz bilmiyor ki nasıl kılsın? Kendi de bilmiyor ve kılmıyor. Yavrucağız nerden öğrenecek? Dedeler öğretirdi, dedelerden de koptuk, dedeleri bayramdan bayrama ziyaret ediyoruz. Adını namaz koysan, oruç koysan zekât koysan da fayda yok, dinî eğitim ve öğretim şart, Namaz kılmayan, Kur’ân okumayan Müslüman olur mu diye soranlara da öyle mi? O zaman ateistim deyip çıkıveren gençler türedi. Türkiye de deistlik ve ateistlik maalesef moda oldu. Allah din adamlarına ve dinî kaygısı olanlara yardım etsin. Tren raydan çıktı mı, tekrar yola koymak çok zordur. Türkiye’de sağcılar da solcular da şunu çok söylüyor ahlâk kalmadı. Ahlâkın kaynağı dindir. Din öğrenilmezse ahlâk da kalmaz, insanlık da kalmaz.

Devamı iıin tıklayın

ASKIDA ABONELİK: Siz de "askıda abonelik kampanyası"na destek olmak ister misiniz?

Gelecek sayının konusu (123):
"Mülteci" meselesine bakış...

Son Eklenen Yorumlardan
 Eline, canına, yüreğine sağlık olsun hocam. Allah razı olsun Bu güzel için teşekkürler.... osman eroğlu

 Şiirin bestesini firdevs altındaş yaptı ve kendisi okuyor. Sevgiler...... Dilara

 Çok teşekkür ederim Amin hepimize🤲🤲... Ayşenur

 Çok beğendim.Buna benzer yazılar çokça işlenmeli.... mahir

 mükemmel anlatım; af etmiş olsan da gönül kırıklığı çok acı veriyor. buna öneriniz , makaleniz olur ... dr. Elvira


Batı’nın Pompei’sinin günlerini andırmasının sebepleri Osmanlı Devleti’ni çökerten “metal yorgunluğu”nun ilk safhası değil midir?
Kardelen: Sayı 1, Temmuz 1992
Yalnız ve başıboş değiliz
İranın neye ihtiyacı var?
Kaleme yemin
Tevhid yoksa huzur da yok
Öz musikimizin piri: Mustafa Itrî Efendi
Ah
Eşek ve deve


Ali Erdal - İranın neye ihtiyacı...
Kadir Bayrak - Fars irfanı var mıdı...
Necip Fazıl Kısakürek - Devletleşen şiilik
Ekrem Yılmaz - Bizden gibi görünen
Ekrem Yılmaz - Al beni
Dergi Editörü - Kaleme yemin
Site Editörü - Tevhid yoksa huzur d...
Necdet Uçak - Ömür
Kardelen Dergisi - Kardelenden Haberler
M. Nihat Malkoç - Öz musikimizin piri:...
M. Nihat Malkoç - Filistin için ne yap...
Hızır İrfan Önder - Dermansız dertlere s...
Nihat Kaçoğlu - Serçelerin sesi
Mehmet Balcı - Almanya
Ahmet Çelebi - Bilemem
İktibas - İşte Budur Humeynî D...
Muhsin Hamdi Alkış - Fars palavrası
Kubilay Ertekin - Eşek ve deve
Halis Arlıoğlu - Gülerek günah işleye...
Erdem Özçelik - Geçmişten Geleceğe
Remzi Kokargül - Çoban çeşmesi
Murat Yaramaz - Çapraz sorgu
Gözlemci - Olayların düşündürdü...
Mahmut Topbaşlı - Sırt döndüğüm şiirle...
Mevlüt Yavuz - Umutsuz
Cemal Karsavan - Aşk uyanır sabaha
Bekir Oğuzbaşaran - Âhir zaman ümmetiyiz
Yaşar Akyay - Yalnız ve başıboş de...
Yaşar Akyay - Hayatın Kaynağından ...
Yaşar Erim - Camiler boşaldı
Cahit Can - Türk farkı
İbrahim Durmaz - Yunusca
 
 
23 Mart 2005 tarihinden beri
 Ziyaretçi Sayısı Toplam : 14723927
 Bugün : 249
 Tekil Ziyaretçi Sayısı Toplam : 634760
 Bugün : 13
 Tekil Ziyaretçi Sayısı (dün) Toplam : 53
 122. Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 2
 Önceki Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 5
Son Güncelleme: 13 Eylül 2024

Künye | Abonelik | İletişim