Nerede kirlettik ellerimizi Nesibe Büşra Alçep Sayı:
74 - Ekim / Aralık 2012
Hangimiz günahsız kaldık. Kirlendi ellerimiz yavaş yavaş katran tutmuş bir fanusun içinde. Sarılmak yetersiz suya sabuna... Kirlendik biz çok zaman önce. Nerede ve kimler tarafından kirletildik. Kirlendi ellerimiz. Kirin ne olduğundan haberdar bile değilken henüz, katre katre boyandı ellerimiz katran tutan bir hayatın, ekşimiş yüzünde. Şimdi hayatların en kuytu bilmecesini çözmenin sarhoşluğuna aldırmadan, bir kalıp beyaz sabun kadar ucuz olmayan kirlerin, eşsiz çığlıklarının akisleri kaldı ellerimizde. İşin özü kirlendi ellerimiz, kirlenmeye mecbur olan bir dünyanın zifiri kara gölgesinde.
Kirlendik biz, soba dumanından kararan duvarların dibinde. Sindik öylece teni yakan bir sıcaklığın arkasına, mayıştık yün yastıkların sararan yüzlerinin üzerinde. Ne var ne yok silip süpürülürken caddelerde, o caddeleri yapan ellerimiz en başından kirliydi. Ve kirlenmişti kömür kokan bir şehrin nefes kesen havasında. Her bir rengi birbirine iliştirip piramit gibi inşa edilen şu yapılardan kurtulamamıştı, özgürlük iddiasındaki somut varlığımız. Ve biz soyut kavramları çoktan bırakmıştık balçıkla sıvanmış bir evin kiremitleri arasında. Varlıkların değil, yoklukların hesabı düşmüştü çizgili defterimizin her bir sayfasındaki yirmi iki satırın her bir yerine.
Kirlenmişti somut olan her şey. Onları temizleyen soyutluklarımızı yitirmiştik biz. Ve soyutlanamamıştık, tüm o somutluğun göz kamaştıran parıltısından. Güneşi eritmiştik biz, en parlak gördüğümüz ay ışığında. Güneşi görmediğimizden ayı aydınlık zannetmiştik. İşte biz o güneşi eritmiştik somut kimliklerimizin el bozması aydınlığında.
Kirlenmiştik biz. Her ne kadar yağmur temiz de olsa, ondan kaçıp, çamur yemeği yeğlediğimiz an kirlenmiştik bir kaldırım taşının çukur olan yerinde. Sonra çamura bulanmış paçalarımızı aldık ağzımıza. Parçaladık tüm gündüzlerin ışığını, karanlığın alametinde.
Biz ellerimizi kirletmiştik ilkin, karanlık bir gecenin koynunda, karaborsa sevdaların döşeğinde.
Havası çalınmış bir şehirde, belki İstanbul'da, belki Şam'da, belki de Kudüs'te. Ama en çok Paris'ten bozma şehirlerin köşe başlarında, en izbe yerlerinde. Ya da Eyfel kulesinin asfalta gömülü demir bir ayağının dibinde.
Ama biz, bizler İstanbul'un Paris'ten bozma Beyoğlu sokaklarında kanalizasyon sularında kirlenmiştik. Ne Eyüp Sultan'dan, ne Ayasofya'dan, ne Süleymaniye'den ne de Yuşa tepesinden bakabilmiştik, yazı kışa teslim eden bir sonbahar sabahının ilk saatlerinde.
İşin özü kirlenmişti ellerimiz. Biz yıkamayı erteledikçe, daha bir yer etti o kirler ellerimize. Sonra gözümüz de, gönlümüz de alıştı o kirlere. Şimdi her şey sanki olağan seyrindeymiş gibi, takınıp üstümüze masum maskesini, vakur ifademizi yerleştirip çehremizin her bir çizgisine, dolaşıyoruz, komşusu ceset kokan bir ülkenin sokaklarında. Sanki her şey yerli yerinde, sanki her şey olağan seyrinde.
|