Ulu Hakan Abdülhamîd Han Necip Fazıl Kısakürek Sayı:
91 - Ocak / Mart 2017
(…) Güttüğüm cemiyet dâvasında tarihî şahsiyetlerden biri dâvama tam uygun, öbürü tam aykırı; biri başlıca dost, öbürü baş düşman, iki kutup seçmek ve bildirdiğim ölçülerle bunların (portre)lerini çizmek, öteden beri dileğim, hattâ borcumdu. Tarih (kriteryum)u mücerret bir görüşün müşahhas dünyasını kabartmalaştıracağına göre, fikirlerime destek bulmak için buna muhtaçtım.
Çeyrek asırdan beri yakasına yapışmış bulunduğum dost, işte: ULU HÂKAN İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN…
Ters tarafından onun kadar ehemmiyetli düşmanıma gelince, Allah’tan duam şu ki, bir gün o borcu da ödeme imkânını bana bağışlasın…
(…) Hakikî çehresine ait parça parça teşhis çizgileri kondurmaya başladığım 1940 yılına kadar, Ulu Hâkan, bugün ayniyle benim başıma geldiği gibi –şükrederim-, hakkı ancak karanlık izbelerde, şahitsiz sohbetlerde, vicdanların kuyu diplerinde mırıldanılabilir ve aslâ (Agora)ya dökülemez, kapkara bir taassup ve kıpkızıl bir zulüm heykeli şeklinde, cemiyet meydanına, mektep kitaplarına ve çeyrek münevver kafalarına yerleştirilmiş bulunuyordu. O gün, bugün, kendisini izah yolunda bazı davranış istidatları belirdiğine ve bir anlayış zümresi halkalanmaya başladığına göre, herhangi bir sultana ait şahıs ve makamı çok aşan böyle bir idrake ilk defa önayak olduğum için kendimi bahtiyar sayarım.
“Büyük Doğu”, 1943’ten 1971 yılına kadar devre devre bütün metodlu yayınlarında, Abdülhamîd’i saran mânâlar bakımından böyle bir anlayış zemini kurmaya savaştı; hattâ bunun için de, arkası pek bereketli çıkan ilk hapsine girdi.
1943 yılına kadar lehinde takınılacak her edâ, akrebe kelebek demekten farksız sayılan Abdülhamîd hakkında, aynı yıldan başlayarak; “Durun, Abdülhamîd tarihin en büyük kurbanıdır ve üzerinde sahte ilim imâl edilmiştir!” hükmü ilk defa “Büyük Doğu”dan fışkırdı. Ondan sonra ve hele son zamanlarda, Abdülhamîd’i arama gayreti modalaştı. İman ve İslâm dâvasında da aynı şey olmadı mı?
(…) Her Büyük Doğucu bilir: İkinci Abdülhamîd, Türk’ün özü ve temel varlığı yönünden hakkı bellibaşlı bir zümrece gasbedilmiş muazzam bir kurtarıcılık hüviyetidir; ve işte bütün dâva, erdirici mesele, Abdülhamîd’den ziyade bu zümreyi, iç yüzüyle, menbaı ve mansabıyle her türlü metod ve plânıyle tanımaktır. Dâva ve mesele, koca bir tarih ve büyük bir insan hakkına yol açmak gayesinden ibarettir; ve hakka yol açmaya savaşanların hiçbiri zerre miktarı sultancı ve saltanatçı olamaz.
Açıkça mahyalaştırmanın zamanı gelmiştir ki, İkinci Abdülhamîd Tanzimat ve sonrası teftişsiz ve murakabesiz, körü körüne Batıya itiliş ve kökümüzü kurutuş macerasının Türk ruh köküne sindirilmek istenen maymun-vâri taklit ruhiyatının, tek kelimeyle çürütücü ve kokutucu sözde yenilik davranışlarının, bütün bunlara karşı duran ve kök cevherine bağlı kalan muazzam şahsiyet ve asliyetiyle, maskelerini düşürücü, gizli karargâh odalarına baskın verici ve plân kasalarını açıcı miftah (anahtar) tiptir ve bizce yalnız bu noktadan azizdir.
Maddî ve manevî Batı sömürgeciliğinin ajanları, Yahudilik, dönmelik, masonluk, kozmopolitlik, züppelik, lövantenlik ve bunların hürriyet, müsavat, adalet kancalarıyle harekette “uykuda gezer”leri sahte inkilâpçılar, Abdülhamîd’i düşürdükten sonra, hakkında yalan ilim yuğurdular; ve açık denizde kaptana yanlış harita verircesine, insanoğlunun en kutlu haysiyet ve güveni olan ilim ve hakikat namusunun ırzına geçtiler.
Abdülhamîd’e ait her menfî bilgi ve yorum, ilk zindanımda hâkimlere söylediğim gibi, Galata Kulesi ve bostan kuyusu şeklinde kâmil zıddıyle doğrudur; ve büyük fikircinin, aynı bilgi unsurlarını ele alıp yalanlarını ayıkladıktan sonra ters yüz etmekten başka işi yoktur. Bu da Abdülhamîd’i yazmanın usûlü… (…) (Ulu Hakan İkinci Abdülhamîd Han, Önsöz)
|