‘Derin bir külliyat’ olarak Kardelen Büşra Doğramacı Sayı:
100 -
Necip Fazıl Kısakürek ile en hakkaniyetli tanışmam bundan altı yıl evveldi. Tercihlerim sonucu kazandığım liseye gittiğimde müdürümüzün odasının girişindeki o hemen hemen herkesin bildiği
“Ne hasta bekler sabahı…” diye başlayan ve tok bir sesle hem de müthiş bir âhenkle kendini okutan “Beklenen” şiirinin olduğu tablo ile karşılaştım. Arka planda Üstad’ın dert çizgileriyle bezeli sureti beynindeki girift hali haykırıyordu âdetâ... Biliriz ki halkın derdi ile dertlenen adamların sureti kurak toprakların su ile buluştuğu yer gibidir (bkz. Bahtiyar Vahapzade).
Daha sonraları şiirlerini okumaya başlayınca özellikle biri dikkatimi çekmişti şöyle diyordu:
“Lafımın dostusunuz çilemin yabancısı
Yok mudur sizin köyde, çeken fikir acısı?”
İşte bu mısralar benim için Kardelen’e ışık tutan kalemden çıkmıştı. Kardelen işte o köydeki fikir acısı çekenlerin fikrî derinliği ile karların arasından yükselmiş ve her daim yeni baharların habercisi olmuştu. Kendine has yorum köşelerinden geleneksel bir hal alacak olan Üstad’ın bir yazısı, çıkış beyannamesi ve gözbebeğinden sakınırcasına kaleme alınmış eserlerin muntazam dizini emek emek işlenen bir fikriyatın temelleri işte bu şekilde atılmıştı.
Birçok düşünce ile çıkılan bu yolda en mühimi fikrî derinlikleri artırmak ve pek çok soruya cevap olacak konular üzerinde durmaktı. Diğer bir düşünce ise tarih bilincimizi yitirmeye ne kadar açık olduğumuzdu. Taşlara kazınan tarihimizi ayaklarımızla ezdiğimiz su götürmez bir gerçek olmuş durumda ne yazık ki... Fakat hâlâ benliklerimize sahipken hiçbir şey için geç değil. Öyleyse “yazmak/kaleme almak” söylemindeki derin anlamı kavramalı esasen damıtılmış bir karışım diyebileceğimiz o fikrî süzüntüleri beyinlerimize ikram ettiğimizi ve dahi ruhî kırıntılarımızı içlerinden birkaç yahut bütün cümlelere kalemimizden akıttığımızı, sarf edilen fikriyatın paylaştıkça fazlasıyla ve dahasıyla benliğimize katıldığını hiçbir zaman unutmamalı. Bu kazançlar ile bilincimizi arkası sağlam bir eşiğe oturtmalıyız.
Başka bir yara -düşünce- ise hali hazırda okuma-yazma oranlarının artışı ve aynı oranla düşünme-yazma oranlarının düşüşü eş zamanlı oluşan mantıksız bir denklemdir. Fakat biz sanıyorduk ki okuma-yazma öğrenildiğinde her şey daha güzel olacak. Her birey gazeteleri takip edecek, aileler bir arada kitaplar okuyabilecekler ve dahi çocuklarına güzel bir örnek olarak bizzat kendilerini gösterebileceklerdi. Bu ilk bakışta basit fakat derinliğinde büyük dertler yatan daha nice düşünce ışığında gün yüzüne çıkmış ve çıkacak olan Kardelen, o derinliğin bir külliyatı olmak gayretinden hiç vazgeçmedi.
Yüz bahar görmüş köklü bir ağaçtan yapılma bu divanda hâlâ “Kaldırımlar içimizde kıvrılan bir lisandır” ve hâlâ “Yarın elbet bizim, elbet bizimdir!”. Senelerce ruh iklimimizin yağmurları olmuş nice mecmua yayımlanmıştır. Şüphesiz benim için bunlardan en mühimleri Üstad’ın Büyük Doğusu, Nuri Pakdil’in Edebiyat Dergisi ve Sezai Karakoç’un Dirilişi olmuştur. Fakat milletçe zihnî bir çöküş yaşadığımız bu zamanlarda tıpkı bir çığ gibi ruhumuzu ve fikrî âlemimizi içine alan bu furyanın içinden yalnız ve ancak bir bahar telaşı çıkarabilir bizi. O halde demeliyiz ki: “Fikirdaşlarım görme gayesini, sevme gayesini ve dahi bilme/bilebilme gayesini şiar edinmiş Kardelenlerce yükselmeliyiz pirelenmiş topraklara hoş bir sada bırakmalıyız.” Derdimiz sürgün vermektir, derdimiz tomurcuktur…
|