Güneşi, meydan yerine çıkarmak... Kadir Bayrak Sayı:
103 -
Baba ocağı... En basit anlatımıyla atadan, dededen, babadan kalma ev, arazi… Maddesinin kıymeti ne olursa olsun mânâsına paha biçilemeyecek mekân… İçinde en saf hatıraların biriktirildiği, düğün, cenaze ve bayram günlerinin bir araya gelme, toplanma merkezi… Hiçbir çare kalmadığında sığınılacak son ve güvenli liman… Yedisinde neyse yetmişinde o olacak insana, bir ömür boyu amel edeceği ahlâkî değerlerin verildiği eğitim ocağı… Ve birbirine sırtını yaslamış baba ocaklarından müteşekkil vatan…
Baba ocağımız sönmek üzere.
Değerlerimizi alt üst eden bir sam yeli esti, hâlâ estiriliyor. Bu hengâmede güneşi, ceketimizin astarında kaybettik. Hayata dair bütün ölçülerimiz aslından uzaklaşıyor. Sadece tüketmek üzerine kurulu, vahşi bir “algı” hayatı teslim aldı. Yediğimizi, içtiğimizi, giydiğimizi o algı tayin ediyor. Okul, iş, eş tercihlerini yaptığımızı zannediyoruz, aslında o karar veriyor.
Uzatmayalım, maksadım karamsarlık yaymak değil. Bilakis güneşi meydan yerine çıkarmak için karınca misali gayret…
Baba ocağı, bir değerler manzumesi. Maddede de mânâda da bacasının tütmesi şart… Onun için bir yerden başlamak gerekiyor. Problemi teşhisin en güzel yöntemi, sıkıntının baş gösterdiği ilk an’a geri dönmek. Tıp ilmi de bu yöntemi kullanıyor. İlk an, insan evladının dünyaya gözlerini açtığı doğum an’ı…
İnsan yavrusunun ilk ihtiyacı nefeslenmek, temiz hava. Ardından, temiz gıda. Anne sütü… İlahî bir lütuf, anne sütü… Faydalarını sayıp dökmeye ne hacet, küçük bir gayretle hakkında kütüphane dolusu bilgiye ulaşmak mümkün. Kadın bedenini metalaştıran algı, emzirmeyi hakir gördü. Süresini kısaltmayı denedi. Kandırdıkları oldu ama emzirmeyi iki tam yıl olarak emreden ilahî ferman karşısında muvaffak olamazdı, olamadı.
İnsan bedeninin yakıtı, gıda. Yediklerimiz, içtiklerimiz bedene ve ruha tesir ediyor. Kul, Allah’ın helâl kıldığı nimetleri, yine O’nun koyduğu ölçüler dairesinde rızık etmekle mükellef. Ama bir de gözü doymayan nefsi var insanın. Nefsi tanıyan, haddini aşarsa zıddına döneceğini bilen ve tüketme hırsını körükleyen algıyı icat edenler, insanı bu zayıf noktasından yakaladı. Aslını değiştirdikleri, türlü laboratuvar hileleriyle lezzetlendirdikleri sun’î gıdalarla bütün bir insanlığı zehirlediler. Eski Roma’nın daha fazla lezzet alma hazzı için önce yiyip sonra gaseyan eden önde gelenleri bile günümüz insanına kıyasla masum kaldı. Onlardan beter bir hal olarak sadece yiyen ve yedikçe karnı ve bedeni genişleyen bir nesil peydahlandı.
Ne yapmak lâzım? Saadet Asrını her yönüyle olduğu gibi yemek alışkanlıklarımız yönünden de mercek altına alabilsek. Aradığımız her sorunun cevabının, bütün dertlerimizin dermanının orada olduğunu kavrayabilsek. Her biri gökteki yıldız mesabesindeki sahabeden, kendimize en yakın bulduğumuz birinin hayatını derinlemesine inceleyebilsek… Sadece gıda mevzuunu ele aldığımızda, onlar ne yerlerdi, içerlerdi, nasıl ve ne kadar yerlerdi, öğrenebilsek.
Allah’ın Arslanı Hz. Ali, meselâ… Hayber’in fethinde, Allah Resulü’nün duasıyla, düşmanın şöhreti dört bir yana yayılmış cengâverini, “Zülfikâr”ının tek hamlesiyle yere seren, savaşın kızıştığı hengâmede, kalkanını yere düşürüp geri alamayınca kale duvarının çelik levhalarını söküp kendine kalkan yapan Hz. Ali’yi örnek alsak… Kale duvarından söktüğü o çelik levha ki savaştan sonra sekiz sahabî, o levhayı yerinden oynatamamıştı. Ne yerdi, içerdi… Nur nesline kaynaklık edecek ailenin, düğünlerinde verilen yemek için, o güne kadar verilen ziyafetlerde daha büyüğünün görülmediği emin kaynaklarda geçiyor. Ziyafette ikram edilenler; arpa yemeği, hurma ve ayrıca yağ, yoğurt ve hurmadan yapılan bir yemek… Yine bütün emin kaynaklarda, oruçlu oldukları pek çok günün iftarını hurma ve suyla yaptıkları yazılı.
Çare… “İnsanoğlu, kendi karnından daha şerli bir kap doldurmamıştır.” buyuruyor Allah’ın Resulü. Baba ocağının bacasını tüttürmek için, gıda mevzuunda, temiz ve helâlinden, ihtiyaç miktarınca yemek ölçüsüne sarılmaktan başka çare gözükmüyor.
|