BYZ RAZI OLSAK BYLE... Haceloğlu Sayı:
46 - Ekim / Aralık 2004
Demir sert, pamuk yumuşak, sünger esnek... Bitkide başka lezzet ve gıda; meyvada başka, sebzede başka... Ette ayrı. Sütte ayrı fayda... Kavak göğe uzatılmış, ayrık yere yayılmış... Canlı-Cansız her varlık kendine has özelliklere sahip. Say say bitmez... Her varlık yaratılış özellikleriyle disiplin altında... Yaratıcı'nın tasarrufu dışında olunabilir mi ki... İlim, varlıkları bu farklılıklar ve benzerlikler sayesinde inceleyip, tasnif ediyor. Hangi varlıktan, nasıl faydalanabileceğini (eşyaya hâkimiyeti) bu sayede öğreniyor insan...
Her varlık, zatına ve zamanına ait özellikler taşıdığı gibi, topluluğunun ve gelecek nesillerinin özelliklerini de taşıyor. Karşılıklı aynaların birbirini sonsuz sayıda göstermesi gibi, minnacık bir tohum, içinde, hesaba sığmaz sayıda geleceğini taşıyor Kâinat yaratıldığından beri varlıklar, kendilerine çizilen şartlar içinde yaşaya geldiler. Bu demektir ki, her varlığın bir kaderi olduğu gibi, türünün ve tür içindeki gruplarının da ayrı kaderleri var.
Her şeyi yaratıp yaşatan, her mahlûkun ve topluluğunun kaderini çizen; yani her şeyi kuşatan Yüce Kudret; insanı, bunun dışında tutacak değildi herhalde... Kıtalardan ırklara, milletlere, kavimlere, boylara, soylara, kabilelere, sülâlelere, ailelere ve fertlere doğru iç içe halkalanan ayrı şahsiyetler, benzerlikler ve farklılıklar görülmeyecek gibi mi?.. Okyanus heybetine rağmen olgunlukla uyuşukluk arasındaki Çin; her şeyde esrar bulunan mistik Hint;birbirine kenetli, hırslı Japon "hep"le "hiç" arasında –bağlandığı imana göre- gidip gelen hareketli Türk; mübalâğacı Fars;tefekkürle uyuşukluk med-cezrinde Arap; Asya kümesinin alt birimleri değil mi? Başlamayı bilen fakat sonunu getiremeyen erotizm ve estetik hastası Fransız'ın; geleneği güç haline getirmeyi bilen kibir ve soğuklulukla vekar arasındaki İngiliz'in; kuvvet ve heybetle, kabalık ve bönlük tezatları içinde kendini mübalâğa eden Alman'ın;soğuk ve bencil, katlanmakla sabır arasında daha çok birincisiyle kaynaşmış Rus'un, aynı kültürün parçaları olmalarına rağmen, ayrılıkları görülmeyecek gibi mi? 1, 10, 100(ve devamı) hem kendileri "birim", hem de içlerinde "birimler" taşımakta. Bunun gibi şahsiyet olarak yerini almış... Düşünebileceğimizden küçük zerreyle, düşünebileceğimizden büyük gök cisimlerinin benzer bir sistemle disiplin altına alındığını ilim söylüyor.
Bir filimde görmüştüm. Yakılmış cesetlerin kemikleri incelenerek, maktullerin yüzleri çizilmiş beden özellikleri belirlenmiş, dahil oldukları gruplar meydana çıkarılmış ve kimlikleri tesbit edilmemişti Fantezi değil, ilmin konusu. Hz. Ali, yüzyıllarca önce söylemiş: "Parça, bütünün habercisidir." Demek her zerreye, zatî özellikleri korunarak bütüne ait vasıflar özetlenmiş. Şimdi gel de "alınyazısı" deyimini icat eden kültüre hayran olma.
Her yaratığını ve onun her zerresini "orijinal" yaratan Allah, her topluluğu da ayrıca ve ayrı bir "varlık" olarak "orijinal" yaratıyor. Bunun için sadece "birlerin" değil, toplulukların da ayrı şahsiyetleri ve kaderleri var. Topluluklar da ayrıca "bir " Kâmil Kudret, her "biri" ve her "topluluğu orijinal yaratmakla kalmıyor, her "anı" da orijinal yaratıyor. İmam-ı Rabbanî, kâinatın her an helâk edildiğini ve hemen tekrar yaratıldığını söylüyor. Tek tek film karelerinin geçisi ile beyaz perde hareket görmemiz gibi... Her "an" da orijinal...
Diğer varlıkların kendileri için programlanmış bir hayatı, bir kaderi yaşamalarına mukabil insan; yaşanması gereken hayatı bilmek, onu yaşamak ve yaşatmak mükellefiyeti altında... Kader helezonlarını ve lâbirentlerini tefekkür istidadında... İnsan;
"Niçin küçülür eşya, uzakta? Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl? Zamanın raksı ne, bir yuvarlakta? Sonun varmış, onu öğrensem asıl." Diyen varlık. Çünkü "yaratılmışların en şereflisi"... Diğer mahlûklar, kendilerine çizilmiş yol içinde yaşarken ve verilen Allah'ı tesbih vazifesini yaparken insana; kaderi içinde tercihler yapabilme ve bunların sorumluluğunu taşıma şerefi ve mükellefiyeti verilmiş. Böyle olunca kişiye topluluğunu red değil, topluluğunu tanıma, kendisine bu yolda yüklenen sorumluluğu anlama, ona göre hayatını nizamlama ve gücü nisbetinde topluluğuna da "yaşanması gereken hayatı" yaşatma memuriyeti düşüyor. Belki bu sorumluluk sebebiyle "Kişi kavmini sevdiği için kınanmıyor."(Hadis) Bunun için kültürümüz, "aslını inkâr eden haramzadedir!" demiş. Demek insan; yaratılışına uygun şahsiyeti kazanacak, buna göre de içinde bulunduğu gruba şahsiyet kazandıracak. Bu sorumluluk dışa doğru –Allah'ın verdiği kapasite ve sorumluluk nisbetinde-devam edecek. Suya atılan taşın dışına halkalar yayması gibi... İç içe kaplardan ortadaki dolunca, artanın dışındaki doldurması, ondan artanın, onun dışındakini doldurması ve böylece devam gibi... Bunun için dünyanın neresinde olursa olsun her sahada önce mahallî, sonra millî, daha sonra insanlık çapında olunmakta. Önce tohum, sonra fidan, daha sonra ağaç olunduğu gibi... Kültürümüz ne güzel ifade etmiş: "Merdiven ayak ayak..." Doğum öncesi doğum, çocukluk, gençlik, olgunluk, ihtiyarlık ve ölüm... Öyleyse ferdî şahsiyetimiz kadar, millî şahsiyetimizden de sorumluyuz. Her insan, seviyesine göre, topluluğunun ve toplulukların yükünü taşır. Onun için insanlar üzerine "seçilmiş" olanlar, toplum piramitlerinin en üstündekiler, yani peygamberler; sadece fertler için değil, toplumlar için de Allah'ın lütfudur, nimetidir. Bunun için "insan" denen mahlûkun tümüne şamil, yani "insanlık" piramidinin en üstünde bir "Seçilmiş" de taiî bir sonuçtur. Ve tabiî olarak da O, "İnsanlığın ufkudur, Kâinatın Efendisi'dir" ve "Âlemlere rahmettir"... İslâm'dan önce içimizde yaşayan "cihana nizam verme" emeli mihrakını buldu ve devletimizin ömürleri uzadı. Ve bütün müslümanları büyük kubbesi altında toplamak, bizim devletimize Osmanlı'ya nasip oldu.
İslâm'dan önce de, sonra da "millî rotayı" çizen rüyalarımız var. Osman Gazi'nin rüyasındaki "Çınar" bugün bile birçok harekete sembol olmakta... Osman Gazi'nin, Şeyh Edebâli'nin evinde Kur'ân-ı Kerîm'e gösterdiği saygı, bugün bil toplumu yönlendirmekte. Bütün bunların gerçek olmadığı, sonradan uydurulduğu söylenebilir. O takdirde bu itiraz, tezimizi daha da kuvvetlendirir. Biz de o zaman "Demek ki, milletimize bunlar yakışıyormuş" deriz. İşte müşahhas örnekler:
En uzun minareleri yaptık... İslâm'dan önce de taşlara yazılar yazmıştık... En güzel hattı yazdık.
Kur'ân-ı Kerîm okuyuşunda bir tarz ortaya koyduk. En büyük ve nizamlı orduları kurduk. Onun mehteranı, bütün dünya bandolarını gölgede bırakacak haşmette ve elan yaşıyor ve milletimizi heyecanlandırıyor.
Kâinatın Efendisi'nin emir ve müjde buyurdukları şehrin fethi bize nasip oldu. Böylece askerimiz ve padişahımız Kâinatın Efendisi tarafından "ne güzel" diye takdir buyuruldu. Hilâfet nasip oldu.
En çok şehit veren milletiz. Bu kabul edilmese bile, bunu söyleyebilecek milletler arasında olduğumuza itiraz edilemez...
İçimizdeki yüce ideallere ulaşma şevkinden olmalı; hep bulunduğumuz yerden ötelere gitme isteği ile yanmışız. Bunun için en büyük yürüyüşleri, göçleri ve akınları yapmışız... En büyük devletimizin çekirdeği Kayı boyunun Söğüt'e gelene kadar 3 asırlık göçünü düşünün. Tarihçiye "Demek Osman Gazi'nin atalara, 7.000 kilometre yürüyerek Söğüt'e gelmişlerdir. Böyle adamlarında artık mesafeyi nesiller boyu küçümseyerek yetişecekleri muhakkaktır." (Yılmaz ÖZTÜNA, Büyük Osmanlı Tarihi) dedirtiyor. İrlânda'ya bağlı olduğu İngiltere'den kat kat fazla yardım göndermişiz. Onlar da bunu en önemli binalarına hatıra olarak yazmışlar Batılılar, Afrika ortalarındaki yerlileri "avlamak" için üstünde hilâl bulunan başlıklar giymişler. Bugün millete şirin görünmek isteyen siyasîler, "Adriyatik'ten Çin denizine..." sözünü secim malzemesi olarak kullandılar... Bu saha içinde Türkçe bilen birisi rahat gezebilir. Böyle bir potansiyele sahip olmayanların kıskançlıklarını ve engel olma çabalarını anlayabiliriz. Ama içimizdeki yandaşlarını anlamak mümkün değil. Olmayan "İngiliz milletleri" fantezisini alkışlayıp, olan "Türk birliği" potansiyelini hor görmek, -en hafif tedbirle- şahsiyet bozukluğu değil midir? Ruslar, kültürleri ile hiçbir bağı olmayan bizim devletlerimize ve hem soy, hem din kardeşlerimize dayanırken haklılar da, biz mi haksızız?.. Bun kargalar bile güler... Kendi içinde bile tezatları ve kavgaları olan Avrupa içinde eriyeceğimizi düşünmek safdillik olur. Bir zamanlar bizimle birlikte küfre karşı duran soydaş ve dindaşlarımıza sorumluluğumuz var. Biz Batıcılık hastalığına yakalanınca, onlar da bizimle birlikte aynı hastalığın kurbanı oldular. Sadece kendimizinkini değil, onların vebalini de taşıyoruz. Ufku geniş ve lider tabiatlı olmanın bir sorumluluğu olacak elbette.
Kim ne derse desin ve bugün hangi halde bulunursak bulunalım, ortada müslüman bir Türk milleti var. Bunu Batılılar bizden iyi anlıyor ki, bizi her şeye rağmen "Osmanlı" olarak görmektedirler. Ortada sağlam ve doğru bir iman sayesinde hamurlaşmış bir millet var. Ayrı ve yüce bir şahsiyet olarak, bir "can" olarak var olan bu "Türk kültürü" bir batıcılık nezlesi ile ölmez.
Dünyanın en büyük edebiyatına, sanat, kültür ve medeniyetine sahip bir milleti, "mozaik" sayıp adi uçurtmaların kuyruğu yapmaya kimsenin gücü yetmez.
Edebiyatı olan bir millet, tarihi olan bir millet ölmez... Hele o, İslâm'la halhamur olmuşsa... Milletimiz çoğu zaman müslüman olan bir kimse için, "Türk olmuş!" demektedir. Böyle kendisini İslâm'la özdeşleştirmiş bir milletin ölmesine biz razı olsak bile Allah razı olmaz!
Hak ve adalet dağıtmış haşmetli bir medeniyet ve kültürün, "insan hakları" sahtekârlıklarının kölesi durumuna getirilmesine biz razı olsak bile, Allah razı olmaz!
Askerine "Mehmetçik" diyen, bayrağındaki yıldızı besmele, hilâli kelime-i tevhit bilen bayrağının rengini şehitlerin kanından alan, beyazı temizliği ve saffeti temsil eden bir kültür ve medeniyetin ölmesine biz razı olsak Allah razı olmaz! "Kuru bir cihangirlik kavgasında değiliz; davamız Allah kelimesini yaymaktır!" diyen bir kültür ve millî vicdan ölmez! Buna biz razı olsak Allah razı olmaz!
|