Musikî Ötesi Haz Ekrem Yılmaz Sayı:
117 -
Müziğin dili beynelmilel diyorlar. Elbette!.. Ne şüphe? Zira kuş her dilde:
-Cik cik, diye ötmüyor mu? Deniz her dilde aynı kükremiyor, gök her dilde aynı gürlemiyor mu?
Bir neyzenden dinledim:
-Musikî kelimelere sığmayan mânâların, duyguların dili ve anlatımıdır. Diyordu.
Musikînin her atomunda aşk olmalı. Bu terennümün dili, aleti değil mi? Nasıl şiir sanatın, edebiyatın zirvesi ise, musikî de hazzın zirvesidir herhalde. Şairler sultanı, şiir: “Allah’ı aramaktır” diyor. Musikî de hazda eriyişin, aşkın ürettiği şiirle ulaşılan icra olsa gerek.
Musik’i; ses, nağme, nota, beste… Duyguların nağmelerle anlatımı… Bu ses ve nağme neyin sesi ve nağmesi? Önemli olmalı… Hepsi müspet mi? Herhalde önemli olmalı: Güzel sesle okunması tavsiye edilen Kitap var. Ve o Kitab’ın en çirkin ses olarak tanımladığı duyulan şey var. Nefs ve şehvetin tercümanı olan o çirkin ses: Eşek sesi… Şimdi musikî haram mı helal mi? Bıçak kullanmak haram mı helal mi diye cevaplayabiliriz.
Kâinatta ne sesler var, ne cümbüşler, ne nağmeler! Acaba bir tomurcuğun çiçeğe dönüşmesinin, yalnızlığın, sessizliğin, karanlığın, kokunun, renklerin, bir yetimin hıçkırıklarının da notası var mı? Veya olmadığını kim iddia edebilir! “Sessizliği dinliyorum” diyen edip yanılıyor mu? “Sensizliği dinliyorum” diyen aşıka ne demeli?
Ses ve müzikle ilgili hocam Ali Erdal’ın hikâyelerinde çok orijinal tespitleri var. Aktarmak istiyorum. “Ayakta Bekleyelim” hikâyesinde diyor ki: “Bir müziğin son notaları halinde bitti konuşması…”
“Çıt çıkmayan sınıfta ayak sesleri konseri…” Demek ki, bir konuşma bir melodi olabiliyor ve nelerle konser verilebiliyormuş.
Anadolu Deyince eserinin “Teşhis” adlı hikayesinde, büyük bestekârı; “Göklerin gürlemesinden, …, denizin homurtusundan mânâlar çıkarmaya çabalıyor” diye anlatıyor eşi…
Devam ediyor: “… Kibrit sesine tahammül edemeyeceğini anladı.
Denizin homurtusunu dinliyor ve gök gürültüsünün katılma anını kolluyor. Üstün bir besteyi başarılı icracılardan dinliyor sanki.
…
Yakın zamanda seslerden mânâlar çıkarmaya başladı. Çatal kaşık seslerinden, yemek yiyenlerin düşüncelerini anlamak, ayak seslerinden görmediği insanların kişiliklerini bilmek… Kapı zilinin çalınışından gelenlerin maksadını anlamak gibi. Bir keresinde bir misafirimize, yalan söylüyorsun, diye çıkıştı. Yalan söylediği sonradan ortaya çıktı. Bunları sözlerden ve onların mânâlarından değil, SESLERİN TAHLİLİNDEN anlıyordu. Buna “ses ötesi” diyordu. Her sesin, duygularının dışında, onun tabiriyle “ötesinde” bir manâsı var. Görülenin ötesinin birtakım aletlerle bilinmesinin mümkün olması gibi…
Birgün, sükûtun bile sesi var demişti. Birgün evde… Radyoda bir eseri çalınıyor. Bir notalık bir yanlış söyledi sanatçı… Düştü bayıldı. Beste yapmak kim, ben kim? Elimden gelse bütün eserlerimi imha etmek istiyorum, diye söylüyordu. Birgün, eroin krizi gibi bir hâl içinde, çığlık çığlığa ‘seslerin ideal terkibi neredesin! Neredesin ey üstün beste!’ diye haykırdı.”
Teşhis (yazarın teşhisi):
“Büyük sanatkâr o adam, herkesin muhtaç olduğu sesi arıyor. Güzel seslerden, Allah’ın Kelâmı’nı duymaya muhtaç!.. Şifası o… İnsanlığın şifası o… Ne mutlu o sanatkâra ki: Hakikât onun üzerinde tecelli ediyor.”
Mukaddes hayatta bir meşk sahnesi hatırlıyor muyuz? Hayır. Meşk sahnesi değil ama musikînin geçtiği iki sahne hatırlıyoruz: İlki, Risâlet öncesi: Allah Resûlü müzik icra edilen bir yere rastlıyor, sesleri duyuyor, dinlemeye başlarken daha uykuya dalıyor. Dinlemek nasip olmuyor. İkincisi Risâlet devresinde; bir topluluk eğleniyor, def çalıp, nağme ediyorlar. Aişe Anamız Allah Resûlü’nün omuzlarına yaslanarak seyrediyor ve bu icraya mâni olmuyorlar.
Ahiret hayatında; Cennet tasvirlerinin hiçbir yerinde bir meşk sahnesi resmedilmiyor. Haberi verilmiyor. Orada haz yok mu? Orada hazzın zirvesinin olduğu bildiriliyor oysa. Acaba nasıl ve ne? Görenler bilecek! Bize ulaşan şu ki: Allahu Zülcelâl’in bizzat “sözlü selâmı var orada müminlere”… O hazzı kim tasvir edebilir? Dinleyenler nasıl kendinden geçer; ona hayal yetişebilir mi? “Keşke bu an hiç bitmese!” diyecekleri bildiriliyor: Ruyetullah… En üstün haz: “Sözlü selâm Rabbilaleminden.”
Haz neyin hazzı? Denî mi ulvî mi?
Musikî her yerde: Bir yaprak hışırtısı, rüzgâr fısıltısı, bir bülbül şakısı, bir deniz kükremesi, bir dalga tokadı sahile, bir kapı gıcırtısı… Ses, nağme kulağı olana her yerde, her an… Mânâları kimlere malûm? Bilene ve hissedebilene muhakkak!
Bir velinin def dinletisindeki tuttuğu ritimlerde, ortamda bulunanlar: bir an gülüyorlar; ritimler değiştikçe ağlıyorlar, uykuya dalıyorlar, bir başka anda üstünü başını paralıyorlar.
Bir başka sahne: Muhammed Masum Hazretleri bir gece evinin damına çıkıyor. Uzaklardan bir nağme duyuyor. O kadar etkileniyor ki, kendinden geçiyor ve damdan düşüyor. Alıyorlar içeri baygın vaziyette ve ancak bir şeyler yedirilerek kendisine getirilebiliyor. Tesiri anlayabiliyor muyuz? Musikînin nüfuzunu…
Musikî bir silâh da olabiliyormuş. Görünmez mermileriyle gönülleri hedef alıyor, vuruyor ve avlıyor. Kimi iflah oluyor, kimi de o hazda tükenip gidiyor, eriyor, bitiyor. Evet, musikî haz… Musikî ve nağmeler aşkın dili, kelimelerle anlatılamayan mânâların terennümü… Amma ötesi de varmış: Haz ötesi… Kelimeler dize gelsin!
Ulaşanlara ne mutlu. Ve ulaşacaklara…
Selâmün kavlem mir Rabbir Rahîm
|