Kardelen'i DergiKapinda.com sitesinden satın alabilirsiniz.        Ali Erdal'ın yeni kitabı TÜRK KİMLİĞİ çıktı        Kardelen Twitter'da...        Kardelen 32 Yaşında!..       
    Yorum Ekle     596 kez okundu.     Henüz yorum bırakılmadı.     Yazara Mesaj

Bir artist karakter, dâvâ adamı ve şair Necip Fazıl’da ben
Murat Ertaş

  Sayı: 120 -

Necip Fazıl’ın mizacı üzerine bugüne kadar çok şey yazıldı, çizildi, söylendi. Birbirinden farklılık gösteren ve birçoğu hatıralarla süslenmiş bu yazıların bazısı Necip Fazıl’a olan hayranlıkla kaleme alındığı için taraflı ve kuru bir methiyeden ileri gitmemekle eleştirilirken bazısı Necip Fazıl’ı sevmenin onun kusurlarını örtmek anlamına gelmediği iddiasıyla kendisinin bile hatırlamak istemediği alışkanlıklarına, hatıralarına yönelttikleri ağır ithamlar nedeniyle eleştirilmiştir. Onun hakkındaki yazıların bir kısmı da Necip Fazıl’a ideolojik önyargıyla yaklaşmakla eleştirilmiştir.

Necip Fazıl portresini ortaya koyan yazıların tümü kuşkusuz onun fıtratından/mizacından beslenmektedir. Hal böyleyken evvelâ onun mizacını ortaya koymamız gerekir. Talebesi olmaktan onur duyduğum, kıymetli hocam Prof. Dr. Orhan Okay (Allah’ın rahmeti üzerine olsun) Necip Fazıl’ın mizacını “Bir Fikir ki Sıcak Yarada Kezzap” başlıklı yazısında etraflıca tahlil etmiştir. Okay’a göre onun mizacındaki öfke hali, yazılarının da alâmet-i fârikasıdır:

“…Türk kültürüne yön vermiş fikir yazılarından bir seçme yaparken ihtiyatlı olmayı gerektiren başka bir mekanizması var: Asabiyet. Bu kelimeyi Necip Fazıl için kullanırken bugün unutulmuş olan taassup manâsını da, bilinen hiddet manâsını da kastediyorum. Her ikisi de ona yakışıyor ve şahsiyetinin önemli bir parçası oluyor.”([1])

Orhan Okay hocamızın öne çıkardığı öfke, çocukluğundan ölümüne kadar Necip Fazıl’ın konferanslarının, yazılarının, sosyal ilişkilerinin âdetâ lokomotifidir. O, öfkesini yalnız yaşamaktan rahatsızlık duymazken öfkesini arkasına takılan kalabalıklara da aşılamak istemiştir. Ona göre öfke fikrin dinamizmidir. “İnsan başını, sıçan kafasından ayıran tek hassa… Ha tüfeği olmayan asker, ha öfkesi olmayan fikir!... Fikir öfkesi, düşünüş tarzlarının asabî cihazı, manivelâsı, icra müessiridir… Onsuz fikir, duvarda veya sandıkta, evde veya dükkânda kalabalıkta veya tenhada, ikide bir ötmekten başka hikmeti olmayan aptal bir guguklu saattir. Fakat o öfkesiz fikir ne kadar acıklı manzaraysa, fikirsiz öfke de o nispette merhamete lâyık levha…”([2])

1927’de yazmış olduğu “Azgın Deniz” adlı şiirde görüldüğü üzere Necip Fazıl daha yirmi iki yaşında öfke saçmaktadır:

Hangi öfkeyle yüzün, böyle karıştı yer yer?

Sana yan mı baktılar, bir şey mi söylediler?

Bir şey dinleme artık, artık bir şeydinleme!

Çağır, bütün günahkâr ruhları cehenneme!

Karşına sahil, kaya, insan kim çıkarsa vur!

Vur başına, alemde, kör, sağır, ne varsa vur!

Sal her taraftan, dağdan, gökten, pencereden sal!

Nihayet kala kala dünyada tek kişi kal!

Necip Fazıl’ın mizacının en önemli unsurlarından olan öfkesinin dâvâsı için mi, nefsi için mi olduğunu sorgulamak bu durumda anlamını kaybediyor. Öfke onun fıtratında var; aceleciliği gibi, çetin zevki gibi, haksızlığa ve samimiyetsizliğe tahammülsüzlüğü gibi… Ondaki “ben” kalabalıklar içinde tek başına kalmayı göze alabilen güçlü bir “ben”dir.

Necip Fazıl genç yaşında birbirinden farklı inançların, yaşantıların, mesleklerin, şehirlerin, ideallerin zevkini tatmış; bu varlıkları tüm fikrî inceliklerine kadar hissetme, idrak etme ve tanıma ayrıcalığını yaşamıştır. Onu, birbirinden farklı, birbirine zıt muhitlerde şahsına münhasır, paradoks bir sanatkâr, bir gerilim ve öfke adamı olarak kabul etmek, en doğrusu…

İlk gençlik yıllarında kadın, içki, kumar gibi en sert nefis esaretleri altında yaşamış, buna rağmen “fikirde daima ruhçu, tecritçi, sezişçi, keyfiyetçi; sır idrakine bağlı ve ilahi vahdeti tasdikçi” olduğunu iddia eden Necip Fazıl bu hallerini “ateşe kartpostal üzerinden bakmak onu resimden tanımak gibi bir şeydi” şeklinde izah etmiştir. O tam olamamanın, içinde bulunamamanın huzursuzluğuyla dağılırken bu dağılma durumu, yaşadığı bohem sadece kendisine münhasır değildi. Kendisinin de mensup olduğu nesil bir kriz nesliydi. Tanzimatla beraber Türk münevverlerinde (Batı’nın tesiriyle ve yaklaşık bir asırlık mağlubiyet psikolojisiyle) maddeci anlayışla insan nefsini “ben” olarak kabul etmenin, böylelikle Doğu ve Batı arasında ruhen yersiz yurtsuz kalmanın tezahürüydü.

Çocukluk insanın cennetidir ve insan ömrü boyunca çocukluğunda yaşadıklarına özlem duyar. İnsanın şahsiyet terbiyesi, mizacı çocukluğunda tamamlanır ve meşhurdur ki kişi yedisinde ne ise yetmişinde odur. Necip Fazıl çocukluğunda kalbinde taht kurmuş ümmî bir anneanne ile tablolaşan İslâmî hayat yaşamıştır. Oldukça hareketli, kabına sığmaz çocukluk dönemi geçiren Necip Fazıl’ın şahsiyetinde en büyük tesir annesinin ve anneannesinindir. Din hakkındaki dağınık malumâtı onun o dönemine aittir. Necip Fazıl babasını küçük yaştayken kaybetmiştir. Ayrıca Necip Fazıl’ın büyük babası Necip Bey de Maraş müftüsüdür. Çemberlitaş’ta doğduğu konak ise içinde aşçıların, yamakların, hizmetlilerin, halayıkların, arabacıların ve evlenmemiş Fransız mürebbiyelerin olduğu Osmanlı devletinin yıkılış döneminin klasik konağıdır.

Necip Fazıl; büyükbabasının konağındaki afacan çocukluğunda, Paris’te bohem hayatı yaşayan öğrenciliğinde, Ankara’da ve İstanbul’da yüksek zümre ve edebiyatçılar arasında geçen gençliğinde ve nihayet 1935’ten sonra Efendisinin dizinin dibinde hep aynı mizaçla karşımıza çıkmıştır. Tüm insanlar gibi… Mizaç değişmez, değişen fikir ve alışkanlıklardır…

Onun hikâyesi insanın kadim hikâyesinden başka bir şey değildir esasında. O yazılarında ve bilhassa şiirlerinde hiçbir insanın cesaret edemediği biçimde orta yerde bu acizliğini, tutarsızlıklarını ve içindeki fırtınaları yüksek sesle itiraf ve ifşa etmiştir. Onun bir türlü kaçamadığı zıtlıklar, nefsiyle yaşadığı çatışma “Çile” şiirinde şöyle dile gelmiştir:

Ne yalanlarda var, ne hakikatta,

Gözümü yumdukça gördüğüm nakış

Boşuna gezmişim, yok tabiatta,

İçimdeki kadar iniş ve çıkış.

Necip Fazıl mürşidi Abdülhakim Arvasî’yle tanıştıktan sonra dünyevî duyguları, ihtirasları, kederleri, içlenmeyi ve diğer ruh polemiklerini işleyen şairliği reddediyor artık. Allah’ı aramak, sonsuzluğa sevdalanmak gibi bir derde düştükten sonra ancak şair yüce bir sanatkâr olabilir:

Ver cüceye, onun olsun şairlik

Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta…

Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!

Heybem hayat dolu, deste ve yumak

Sen, bütün dalların birleştiği kök;

Biricik meselem, Sonsuza varmak… (Çile)

Necip Fazıl “Sen” başlıklı şiirinde nasıl bir kirliliğe düştüğünü itiraf eder:

Seni buldum bulduysam

Gökten bir davet duysam

Ben ki, suçumu yuysam,

Su biter kurnalarda…

“Allah Derim” şiirinde şair “Sırtımda, taşınmaz yükü göklerin / Herkes koşar, zıplar, ben yürüyemem!” derken “Olmaz mı?” şiirinde “Bir parçacığım ben, bütüne hasret!” mısralarıyla Allah’ın karşısındaki acziyetinin farkında olduğunu göstermektedir. Abdülhakim Arvasî ile tanıştığı 1934 yılına ait “Tam otuz yıl saatim işlemiş, ben durmuşum; / Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum…” mısraları aslında Necip Fazıl’ın kimin, neyin karşısında tevazu gösterdiğinin, göstereceğinin ilânıdır. Şöyle ki; 1928’de Cumhuriyet gazetesinde Yaşar Nabi Necip Fazıl’ı “Bir mısraı, bir millete şeref verecek şair!” Abdülhâk Hamit Tarhan’ın eşi Lüsyen Hanım da, 1934 kışında Necip Fazıl İstanbul’da bir bankada muhasebe şefliği yaptığı sırada onu ecnebilere “Otuzdan aşağı şairlerimizin en üstünü!” cümleleriyle takdim ettiği görülür. 1934 öncesi şairliği dönemin otoriteleri tarafından takdir gören Necip Fazıl yüreğinde uhrevî kımıldanmaların başlamasından evvelki bu dönemine “çocukça” bir ad veriyor: Uçurtma uçurmak! Hattâ aynı tarihlerde yazdığı başka mısralarda ruhî dönüşümünden evvelki şairliğini “çelik çomak oynamak”la tanımlar.

Anladım işi, sanat, Allah’ı aramakmış

Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış…

Kaç şair vardır, kendisinin dünyevî en parlak dönemiyle ilgili herkesin içinde bu cümleleri kullanan:

Ensemin örsünde bir demir balyoz;

Kapandım yatağa son çare diye

Bir kanlı şafakta bana çil horoz;

Yepyeni bir dünya etti hediye…

Necip Fazıl, Abdülhakim Arvasî’yi şiirlerinde “Allah dostu ve mürşid” kelimeleriyle anar:

Allah dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel

Bir akşamdı ki, zaman, donacak kadar güzel. (Allah Dostu)

“Mürşid” şiirinde:

Bana yakan gözlerle, bir kerecik baktınız;

Ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız!

“Çile”nin başına aldığı “Şiirlerim ve Şairliğim” takdim yazısını şöyle tamamlar: “Şiir bu mukaddes eşiğin süpürgesi; şair de boynundaki süpürücülük borcuyla insanoğlunun en yüksek rütbelerinden birisi… Ben, bu rütbelerin en yükseği içinde, O’nun ümmetlik liyakatinin en alçak ferdi olarak, o mukaddes eşiğin süpürücüsüyüm! Kendimi böyle takdim edeyim!” derken o yücelik içerisinde, O’nun huzurunda kendisini “alçak fert” olarak ifade etmesi Necip Fazıl’ın ömrünce değişmeyen takdimidir.

Türk şiir geleneğindeki “ben” tüm cemiyeti, bir milleti temsil ederken Tanzimatla beraber büyük ruhçuluğun bezediği ben’in yerini somut, müşahhas, nefsin kendisi almaya başlamıştır. Meselâ Fuzûlî’nin “Dest-bûsi ârzusiyle ger ölsem dostlar / Kûze eylen toprağım sunun anınla yâre su” mısrasındaki “ben” sadece şairin kendisi değil, tüm ümmettir, İslâm milletidir. Sanayi Devrimi, Fransız İhtilâli, Aydınlanma, Pozitivizm, Avrupa’nın zenginleşmesi, Doğu’nun yoksullaşması ve art arda aldığı mağlubiyetler ve Batı düşüncesine yeni bir din gibi sarılan Doğu’nun çocukları… Toplumsal ahlâktan bireysel duyguya ve arzuya dönüşüm… Baba katiliyle babanın bir safta olduğu karanlık bir çağ…

Modern dönemde Mehmet Âkif, Tevfik Fikret, Nazım Hikmet gibi isimler cemiyet elbisesi giymiş şairlerdi. Onlardaki ben topyekûn cemiyetti. Cenap Şehabettin, Yahya Kemal gibi isimler daha çok kendi duygu dünyalarıyla öne çıkmaktadır. Toplumsal bağlayıcılıktan, millet değerlerinden bağımsız, kendi nefsinden ibaret ben’e teslim olan ruh için kendisini bağlayan hiçbir inanç sistemi kalmamaktadır. Batı’dan aldığımız “nefsî, dünyevî, maddeci, hayvanî ben” günümüzde her platformda yüceltilen “birey” kavramıyla maalesef hegemonyasını sürdürmektedir. Tanzimatla beraber ruh dünyası Doğu-Batı arasında gelgitler yaşayan Türk aydını tam anlamıyla bir kriz içerisindedir. Türk edebiyatçıları için yeni kızıl elma bilhassa Fransa ve İngiltere’nin maddeci sanat ve estetik anlayışı olmuştur. Onlar hem kendi toplumlarına yabancılaşmış hem Batılı olamamışlardır. Bu krizden Necip Fazıl da etkilenmiş olacak ki çocukluğunda ruhuna işlenmiş inanç kodları olduğu halde Paris’te bohem hayatına düşmüş, fakat bu düşkünlükten asla mesut olmamış, kendisiyle cebelleşip durmuştur. Kaldırımlar şairinin 1924’te yazdığı “Serseri” şiiri onun içinde bulunduğu buhranı, iki ben arasındaki çatışmayı göstermesi açısından dikkate değer:

Yeryüzünde yalnız benim serseri

Yeryüzünde yalnız ben derbederim

Herkesin varsa dünyada yeri

Ben de bütün dünya benimdir derim.

Necip Fazıl, ilk gençlik yıllarında nefsinin esareti altında yaşadığını, nefsine en bayağı yakıştırmalar yaparak ifade etmiştir. Gençlik yıllarına ait şiirlerin birçoğunu Çile’ye almamış, 1950’den evvel kaleme aldığı birçok yazıyı “yok” hükmünde saymış, eski şiirlerini, yazılarını, ilişkilerini gündeme getirenleri “çöp karıştırıcıları” olarak kabul etmiştir. Aslında Necip Fazıl kendi çöplüğünü kendisi ifşa eden biridir, evveliyatının tahammül edilemez biri olduğunu belirterek:

“Ancak Mürşid kapısından üflenen, havanın yüzüme çarpmasıyladır ki, çözebildiğim bu sırra, o zamanlar alabildiğine başıboş, genç, pek genç sanatkâr... Sanatı sanat için bildiği gibi, toprak üstü sürüngen yaşayışım da gerçek hayat sanan ve başını göğe kaldıramayan mağrur cüce...

Olamamanın ve tam bulamamanın içine yerleştirdiği huzursuzluğu da hiçbir şey dağıtmıyordu. Geceleri beni topuklarımdan çekip:

—Hani ya, ne vakit?

Diye yalvaran sesi duymamak için de, zaman zaman, kendimi kaba nefsaniyetime büsbütün bırakıyor, en sert nefs esareti altında yaşıyordum.”([3])

Necip Fazıl, adına “metafizik buhran” dediği bir ruh atmosferindedir. Bu metafizik buhran sonraki yıllarında buhranlıktan çıkıp mesuliyet duygusu ve aşkla sık sık nükseden metafizik sancıya dönüşmüştür. Necip Fazıl bu tarihten itibaren nefsinde yaşadığı iniş çıkışlarla, içine düştüğü tezatlarla beraber ağır ağır cemiyet adamı, çile adamı olmaya başlayacaktır ki 1934’ten sonra yaklaşık on sene sürecek olan sert iniş çıkışlardan sonra coşkun akan ruhu yatağını ancak bulmuştur. Ruh ve beden bütünlüğü… O, bu durumunu şöyle anlatmıştır:

“Genç şair ‘nokta nokta’yı, kabzasına kadar ciğerine girmiş bir bıçak gibi öz eliyle sökerek çöplüğe atmış, fakat şimdi o yaranın yerinde bambaşka bir iltihap peydahlanmıştır. Avrupalının ‘kriz entelektüel’ veya ‘kriz metafizik’ dediği, korkunç üstü korkunç bir buhran, madde ötesini kurcalama buhranı… Her şeyin künhünü, dibini, dayanağını, aslını, zâtını arama belâsı… Zaman nedir, mekân nedir, aydınlık nedir, karanlık nedir, var nedir, yok nedir, ‘ne’ nedir?

Aylarca gezindim, yıkık ve şaşkın,

Benliğim bir kazan ve aklım kepçe,

Deliler köyünden bir menzil aşkın,

Her fikir içimde bir çift kelepçe.

Ve işte Genç Şair’in ‘Senfoni’ diye başlayıp ‘Çile’ adında karar kıldığı şiirine kaynak:

Evet, her şey bende bir gizli düğüm:

Ne ölüm terleri döktüm, nelerden!

Dibi yok göklerden yeter ürktüğüm,

Yetişir çektiğim, mesafelerden!([4])

Necip Fazıl iki şeyle çok uğraşır: Bir cemiyetle, cemiyetin yok edilen ruhuyla ve yok eden güruhuyla bir de kendi nefsiyle… Dâvâsı, ideolojisi, imanı, inancı ne ise onun gereğini yapmaya gayret etmiştir. İdeolocyasını örerken duruşuyla kendisinin ve dâvâsının izzetini muhafaza etmeyi önemsemiştir. Bir yanda tek partinin dinî hayata ve Türk milletinin binlerce yıllık ruh dünyasına yaptığı uygulamaları karşısında iyice sinmiş, Batı ve ülkedeki Batılılaşma cereyanları karşısında mağlubiyet psikolojisine düşmüş, mücadele gücünü yitirmiş Hakk’a tapan milletin evlâtları; diğer yanda sufilerin, dağ başındaki dervişlerin, içe dönük tasavvufî terbiyenin, menkıbelerin yontup ortaya çıkardığı pasif Müslüman tipi… Müslüman şahsiyeti pasif ben’i mütevazılıkla karıştırmış; Hz. Ebubekir şahsiyetine sığınırken Hz. Hamza gücü ve cesaretini ve Hz. Ömer öfkesini kaybetmiştir. Oysa ki “Ebubekir-Hamza-Ömer” bir bütündür. Müslüman şahsiyeti adı altında şuuraltında pasifliği ve mağlubiyeti kanıksamış çağ ve kitleler; zalime, sahteliğe, ham ve kabalığa tahammülsüz, izzetine düşkün ve aksiyoner bir dâvâ adamı olan Necip Fazıl’ın ortaya koyduğu şahsiyeti tabii ki yadırgayacaktır. Şükrü Karatepe’nin tarifi durumu özetler: “(Necip Fazıl) Fikir ve dâvâ mücadelesine başladığı yıllarda ise, devletin baskısıyla şehirleri terk eden İslâmiyet’in cahillerin, köylülerin, hamalların, ihtiyar ninelerin ve emeklilerin dini olduğu görüşü yayılıyordu.”([5]) Başını içe çekmiş bir cemiyette Necip Fazıl duruşuyla cemiyete “Ayağa kalk!” diye haykıran şairdir.

Konforlu bir hayatı terk edip dâvâsı uğruna mahkeme koridorlarını aşındıran, yaşadığı dönemin çetin şartlarına rağmen şehir şehir gezip verdiği konferanslarla cemiyeti bilinçlendirmeye çalışan, türlü hücumlara maruz kalan tek başına bir nesildir o. İçindeki cemiyet ben’ini inşa ederken nefsî (hayvanî) ben’iyle mütemadiyen çatışması süren Necip Fazıl hiçbir zaman “dâvâsının izzeti” uğruna kendisini mağdur, mazlum, mağlup göstermemiş, alttan almamış; bilakis bozuk düzen karşısında mağrur duruş göstermiştir. Kan tükürse kızılcık şerbeti içtiğinin resmini vermiştir o. Şiirlerinde sıkça kendisi için kullandığı “sürüngen, alçak, pire, hiç, müflis, âdi, sıfır, uyuz, keçi, cüce, beygir, köpek, serseri, çamur, sefil, şaşkın, hayvan…” kelimeleri onun nefsîne verdiği sıfatlardır. O, Allah, Peygamber ve mürşidi karşısında kendisini en adî mertebede görür. Bu, ulvî bir muhasebenin neticesidir. “Rütbe” şiirinde şöyle der:

Düşünün, ben ne büyük rütbeye tutkuluyum!

Çünkü O’nun kulunun kölesinin kuluyum!

Ruhen mağlup olmuş bir cemiyetin sesi, nefesi olmuş; kalemini bir kılıç gibi kullanarak Hakk’ı tutup kaldırmanın mücadelesini vermiştir.

Necip Fazıl’ın ruhçu ben’i şiirlerinde kendisini oldukça güçlü gösterir: Türk milleti ve tarihi olarak Sakarya Türküsü’nde; ezilmiş, hor görülmüş, hapsedilmiş halk olarak Zindan’dan Mehmed’e Mektup’ta; yozlaşan ve bozulan cemiyet olarak Muhasebe’de ve Destan’da; maddî ben’iyle toplumsal ahlâkçı ben’inin çatışmasıyla da Çile şiirinde en güçlü şekilde karşımıza çıkar. Cemiyetin Necip Fazıl’ın en çok bu şiirlerini ezberlemesi, bir manifesto gibi okuması bu şiirlerde kendisini bulmasındandır. Yani Necip Fazıl’ın toplumsal ben’i tastamam toplumun da kendi ben’ini, benliğini bulduğu ben’dir. Türk milleti Mehmet Âkif’te de, Sezai Karakoç’ta da, İsmet Özel’de de kendi ben’ini, öfkesini bulmuştur; bu ben’in zirvesi kuşkusuz Necip Fazıl’dır.

Necip Fazıl’ın millet adına sahiplendiği dâvâ hor, öksüz, yetim ve büyüktür. Ondaki bu öfke, bu duruş olmasa, “Bin bir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?” Kanarya sevimlidir, zararsızdır evet; ama bu haliyle kartalla nasıl mücadele edecektir? Kendisini öz vatanında garip öz vatanında parya hisseden bir milleti uyandırmak, ona vatanın aslî unsurunun kendisi olduğunu haykırmak ve bunu hiçbir menfaat, makam beklentisi olmadan yapmak… “Sonunda ne rütbe var ne mal” olan bir dâvânın gönüllüsü, fedaisi, önderi olmak maddeci ruhla, nefisle açıklanabilir mi? Böyle olsa bu hamallıktan başka nedir ki? O “Yüz üstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya!” mısrasıyla Türk milletine sesleniyor. Bu sesin, bu dâvânın sahibi elbette hep ayakta kalmak, hep izzetini korumak zorundadır.

Necip Fazıl yazılarında ve cemiyette daha çok ilk ben’iyle öne çıkmıştır. Ona yapılan hücûmlar da işte bu ben’inedir. Kadir Mısıroğlu Necip Fazıl’ın bu ben’i “O benim için, bir ferdden ziyâde İslâmî cemaatin müşterek ruhu, karakteri, öfkesi, sesi, liyâkat ve kifâyeti gibidir.”([6]) sözleriyle tanımlamıştır. Beşir Ayvazoğlu da benzer tespitte bulunmuştur: “Başka bir deyişle, kendisini kalabalıkların kaybedilmiş şuuru gibi hissetti. Onların yerine de başkaldırdı ve ‘Durun Kalabalıklar!’ diye haykırdı.”([7]) Başkaldıran bir ruh, “trajik bir neslin beyni”([8]) olması ondaki mağrur edâyı tavlamıştır. Ayvazoğlu bu duruma dikkat çekmiştir: “Necip Fazıl’ın müthiş “ben” duygusunu körükleyen biraz da cemiyetin büyük bir kısmını istilâ eden aşağılık taklitçiliktir… Yine de o, başkalarına rağmen, başkaları için var olmaya çalıştı. Fakat hiçbir zaman başkalarının normlarına uymadı. Bu yüzden hangi gruptan yüz çevirdiyse, asıl şahsiyetini yapan tarafları zaaf gibi görülmüş, hangi tarafa geçtiyse, zaafları bile meziyet olarak kabul edilmiştir. Peşinden sürüklediği fertler ve gruplar onu hep kendilerinden olduğu ölçüde kabul etmişlerdir. Hâlbuki o kendini, yani hakikati arıyordu.”([9])

İnsanların hayatları pahasına değer verdikleri ve kazanmak için müthiş gayret gösterdikleri “statü” onun doğuştan elde ettiği bir ayrıcalık gibidir. O kimi zaman şövalyeye, bir İngiliz soylusuna benzetilen artist bir karakterdir. Necip Fazıl farklı kültürlerle oluşmuş hayat tarzlarını yaşayan, beynindekini ve yüreğindekini yüksek sesle ifade eden, birçok zıt iklimlerden bir ömürde geçmiş, renkli, çileli, yalnız, yalnız olduğu kadar etrafında muazzam kalabalıklar bulunan, her milletin tarihinde çok nadir bulunabilecek bir mütefekkir, şair, edebiyatçı ve cemiyet adamı… Aykırı ve özgün mizaç… İşte bütün bunlar hem onu anlamayı hem de onun hakkında yazı yazmayı güç kılmakta…

Onun ifadelerinde ortalama insanların bile yüzleşmekten kaçtıkları, inkâr ettikleri, sakladıkları kendi vicdanı, inançları, değerleri ile nefsi arasındaki çetin çelişkiyi apaçık bulabiliriz. O tüm şiirlerinde sadece kendi ben’inin değil, esasında modern insanın ve cemiyetin içinde bulunduğu çelişkiyi ifşa eder. Kalabalıkların statü elde etmek için gösterdikleri trajikomik çabayı, samimiyetten uzak değerleri Necip Fazıl’ın kıymet vermek bir yana hafife alması, kalabalıkları ona ve onun mizacına hayranlıkla karışık kıskanç ve düşman edebilmiştir. Cümlelerindeki, tavırlarındaki kendinden emin hali ve keskin sözcükleri, hücûm oklarını ben’ine çekmiştir. O hem karşısında olduğu hem içinde bulunduğu dünyanın en ulaşılmaz şubelerine cesurca eleştirilerde bulunmuştur. Kaba görünümüyle aynı inanç ve fikir temellerini paylaştığı sanılan çevreye yönelik şiddetli hücûmları, onu iyice yalnızlığa sürüklemiştir. Böylelikle kaba planda içinde bulunduğu iki dünyayı da karşısına almıştır. Artık onun her tavrı büyüteç altındadır. Necip Fazıl izzetine oldukça düşkündür. Bu izzet, inançlara ve değerlere bir vefa, bir samimiyet mihengi...

Acaba bir toplumdan, milletten, ülkeden kendisine azap edecek kadar böyle fikir, cemiyet ve hayat üstüne düşünen kaç şair veya fikir adamı çıkar?

“Bir fikir ki, sıcak yarada kezzap,

Bir fikir ki, beyin zarında sülük

Selâm, selâm sana haşmetli azap;

Yandıkça gelişen tılsımlı kütük.

Ruhu, vücudunu da iyice törpüleyen Necip Fazıl, içinde bulunduğu halet-i ruhiyenin kimse tarafından anlaşılmamasından mı, yoksa ruhundaki zonklamanın şiddetinden midir, bu ruh haline bir isim verememiştir:

Lûgat bir isim ver bana halimden:

Herkesin bildiği dilden bir isim!

Eski esvaplarım, tutun elimden:

Aynalar, söyleyin bana, ben kimim?

Belki hâlâ edebiyat sahasında ve fikir dünyasında, lûgatlar bu ismin arayışında… Herkesin bildiği dilden Necip Fazıl, kimdir, anlaşılmış mıdır? O, bir benlik heykeli mi, usta bir şair mi, büyük fikir adamı mı, çilekeş dâvâ adamı mı, muhalif ruhlu bir meczup mu, abuk sabukçu mu, patavatsız mı, gösteriş meraklısı mı, ihtirasları olan çağ dışı mı, çağ içi mi, yoksa ruhunda kendi çağını kendi imar etmiş bir bahtiyar mı, bir dahi mi?..

1939 tarihli “Ben” şiirinde benliğini “kör ve çilekeş beygir” olarak tasvir eden Necip Fazıl, nefis muhasebesi yapmakla birlikte cemiyeti de muhasip gözüyle tasvir etmiştir:

Ben, kimsesiz seyyahı, meçhuller caddesinin;

Ben, yankısından kaçan çocuk, kendi sesinin.

Ben, sırtında taşıyan işlenmedik günâhı;

Allah’ın körebesi, cinlerin padişahı.

Ben, başı ağır gelmiş, boşlukta düşen fikir;

Benliğin dolabında, kör ve çilekeş beygir.

Ben, ben, ben; haritada deniz-görmüş, boğulmuş;

Dokuz köyün sahibi, dokuz köyden kovulmuş.

Ancak yıllar sonra; Necip Fazıl “Hep O” şiirinde “kendimden kaçabilsem” cümlesiyle hâlâ kendi çöplüğüne atmaya çabaladığı bir şeyleri olduğunu ima etmiştir:

                             

Hep nefs çıkar karşıma, ölüp ölüp dirilsem;

İnsandan kaçmak kolay; kendimden kaçabilsem…

Necip Fazıl’ın 1973’te kaleme aldığı “Hep O” adlı şiirinde yaptığı özeleştiri, büyük düşünce adamlarına mahsus bir eda olarak algılanmalıdır. Büyük düşünce adamları, cemiyetteki yalnız kişilerdir. Düşünce adamlarının büyüklükleri ve yalnızlıkları, avamın ulaşamadığı gerçeğin en mahrem, en muamma, en çetin, en derin, en sıkıntılı ve en lezzetli noktalarını idrak etmelerinden kaynaklanmaktadır. Üstün ruh halinin gereği… Nefisle mücadele ve itiraf yine itiraf:

Dünyayı yererken de yine onunla ilgim;

Nefse el süremiyor kara tahtada silgim.

Peygamberler bile nefisleri ve günahları için dua ve tövbe etmişlerdir. Bir Müslüman’ın nefsinden şikâyetçi olmasını, onun Allah karşısındaki utangaçlığına, acziyetini kabûlüne, tevazûuna ve kâmil sıfatlarına vermek lazımdır. Necip Fazıl’ın inandığı da aynı doğrultudadır.

Öyle bir devim ki, ben hakikatte pireyim,

Bir delik gösterin de utancımdan gireyim.

Necip Fazıl, 1935’te Abdülhâkim Arvasî’nin sohbetlerinde duyup çok etkilendiği Şeyh Safiyüddin Hazretlerinin: “Biçâre Safî, sen tek ayağı yanmış bir köpeksin ki/Üç ayakla o şan kervanının ardından koşmaktasın” mısralarından etkilenerek kaleme aldığı “Sonsuzluk Kervanı” nda tevazûyu “ifade etme”de zirveye çıkmıştır. Kendisini, yüce insanlara, veliler ordusuna nazaran, onlardan bir kırıntı için, kervanın peşinde “üç ayakla seken topal köpek” olarak kabul etmiştir: Bir kırıntı… Peşlerinde olmak... Dört değil üç ayakla sekmek…Ve köpek olmak!..

Sonsuzluk Kervanı, “peşinizde ben,

Üç ayakla seken topal köpeğim!”

Bastığınız yeri taş taş öpeyim;

Bir kırıntı yeter, kereminizden!

Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben...

Necip Fazıl, bir yazısında, nefsinin, Efendi hazretlerinin yanında insan, onun yanından ayrılışında hayvan olduğunu dile getirmiştir: “Ben bir alçaktım! Efendi hazretlerini her görüşümde insan, ondan her ayrılışımda hayvanım. Yalnız ağzı ve kalbiyle birtakım doğruları geveleyen, fakat teniyle çöplükte yaşayan bir hayvan... Tam da filozofun dediği gibi metafizik hayvan... Ben artık kimseye kızmak hiçbir hakaretten kırılmak hakkına malik değilim... Ben kaatilden, ırz düşmanından, yankesiciden, esrar satıcısından da âdi ve sefilim. Bunların arasında bulunmaktan eza duymak, nefs çığlığından, o zalim ve kâfir ejderhanın hâlâ üstünlük gayretinden başka bir şey değil.”[10]

Necip Fazıl, olaylardan çok etkilendiğini, bazen çok hissî olduğunu ve işte mizacının bu yönünü beğenmediğini; kimsenin kendisini anlayamadığını ifade etmiştir: “Kimse beni; beğendiğim taraflarımda benim kadar beğenmez! Beğenmediğim taraflarımda da benim kadar çekiştirip paylayamaz!”[11] Birilerinin onun alışkanlıklarını ve içinde bulunduğu çelişkiyi ifşa etmesine fırsat vermeden kendisi sürekli nefsini hesaba çekmiş, yaşadığı çelişkileri, bayağılıkları bizzat kendisi ifade etmiştir. Onun hakkında söylenen olumsuzlukların onun tartışılmaz sanat istidadını, güçlü kalemini, zekâsı ve mantığıyla delilik ve dâhilik arasındaki şahsiyetini, mücadelesini itibarsızlaştırmak için mi, yoksa kendisinin de muzdarip olduğu bazı zaaf ve alışkanlıklarını dile getirmek için mi ifade edildiği daha önemlidir.

Necip Fazıl, ancak dâvâsının karşısında olanlar tarafından kötülendiği zaman çok güçlü ve faziletli olduğunu ifade etmiştir:

“Ben methedilirken faziletli değilim. Ne yaptığım ne yapmak istediğim, bu dâvâyı ne gibi zorluklara karşı muzaffer kılmaya çalıştığım, nasıl bir fikir mimarîsi kurduğum, siyasî bir metotla hesap edilirken de faziletli değilim! Birinden nefsim hisse alabilir; öbüründen de en ince hatalara pay zuhur edebilir. Ben (Allah’ın nimetini takdis için söylüyorum) sadece üzerime iftira ve tahrik eliyle çamur, irin, tükürük ve türlü levs atılırken faziletliyim! O zaman o kadar faziletliyim ki, bu vatanda hiç kimsenin fazileti benimkine eş olamaz?... Ben, müsbet kıymetler tablosunda bir hiçim, sıfırın, en aşağı mü’minin ayak tozu olamayacak derecede bir müflisim; fakat beni menfileştirmek isteyen mel’un cereyanın iç yüzü ruhu ve gayesi karşısında ben, bir eşi bulunmaz bir iffet ve kahramanlık örneğiyim...”[12]

Necip Fazıl’ın mağrur, hareketli ve aksiyoncu mizacının beslediği iki ben vardır:

Birincisi, Batı’nın tesiriyle oluşmuş pozitivist-materyalist modern çağın evlâdı olarak içinde oluşan ve bir ömür başını ezmek için uğraştığı maddeci mağrur ben; ikincisi değerlerini ve inançlarını paylaştığı, yıllarca ezilmiş, cahil kalmış, mağlubiyet psikolojisiyle başını içine çekmiş, hakkını bilememiş veya olan hakkını da arama cesaretini, şuurunu kaybetmiş bir toplumun izzet ve haysiyeti adına meydana çıktığı dış dünyada izzetine düşkün mağrur ben; ruhçu, aksiyoncu, ahlâkçı ve toplumcu… Birinci ben’i kendi nefsi, vicdanı ve hesabı adına yalnız kendisini alâkadar eder ki yazı boyunca belirttiğimiz gibi bu yönünü en adi ve aşağılık kelimelerle kendisi her fırsatta dile getirmiştir, hiçbir insanın uluorta itiraf edemeyeceği kadar. Belki de Necip Fazıl şunu diyordu: Siz beni benim kadar tanıyamaz, tarif edemezsiniz!

Netice-i kelâm; öfkeli, aceleci, aksiyoncu ve cemiyetçi Necip Fazıl Kısakürek benliğindeki ruh ve madde çatışmasıyla uğraşırken alevlenen tedirginlik haliyle -ömrü boyunca- en çok kendisini hırpalayan bir şahsiyet olarak karşımıza çıkar.



[1]-Orhan Okay, Kendi Sesinin Yankısı-Necip Fazıl Kısakürek, İst.2001, s.11,12

 

[2]-Necip Fazıl Kısakürek, Hücûm ve Polemik, Büyük Doğu yay. İst.1992, s.43.

 

[3]-O ve Ben, s.73,74.

 

[4]-Bâbıâli, s.206, 207.

 

[5]-Şükrü Karatepe, Necip Fazıl Kısakürek’in Kişiliği ve Tesiri, Yeni Şafak gazetesi, 24 Mayıs 1999

 

[6]-Kadir Mısıroğlu, Üstâd Necip Fazıl’a Dâir, Sebil Yay., İst.1993, s.62.

 

[7]-Beşir Ayvazoğlu, Defterimde 40 Suret, Ötüken Yay., İst.1996., s.30.

 

[8]-a.g.e., s.31.

 

[9]- a.g.e., s.31,32.

 

[10]-O ve Ben, s.184, 252, 261.

 

[10]

-Konuşmalar, s.44.

 

[11]

-Çerçeve-2, s.149.


Bu yazıya yorum ekleyin

Adınız
E-posta Adresiniz
Yorumunuz
 

CAPTCHA


Resimdeki rakamları bu alana yazınız


Eklenen Yorumlar


Henız yorum bırakılmadı...
 
Bir artist karakter, dâvâ... - Sayı 120
Tüm Yazıları

ASKIDA ABONELİK: Siz de "askıda abonelik kampanyası"na destek olmak ister misiniz?

Gelecek sayının konusu (123):
"Mülteci" meselesine bakış...

Son Eklenen Yorumlardan
 Çok teşekkür ederim Amin hepimize🤲🤲... Ayşenur

 Çok beğendim.Buna benzer yazılar çokça işlenmeli.... mahir

 mükemmel anlatım; af etmiş olsan da gönül kırıklığı çok acı veriyor. buna öneriniz , makaleniz olur ... dr. Elvira

 Ne mutlu takva üzere yaşayabilene...Tebrik ederim, sade, anlaşılır ve sıkılmadan okunacak şekilde ka... Ömer Faruk Erkoyun

 Ne mutlu takva üzere yaşayabilene...Tebrik ederim, sade, anlaşılır ve sıkılmadan okunacak şekilde ka... Ömer Faruk Erkoyun


ACIYORUM

Millet, Meclis’i seçiyor...

Meclis, millet namına kanun yapıyor...

Anayasa Mahkemesi de bu kanunları bozabiliyor...

 

Şimdi söyleyin:

Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletin mi?

Hâkimiyet kayıt ve şartla mı milletin?

Hâkimiyet kayıtsız şartsız Anayasa Mahkemesi’nin mi?

Hâkimiyet kayıt ve şartla Anayasa Mahkemesi’nin mi?..

(Kardelen; 13; Mart 1997)

 

ACIYORUM

Bir takım kimselerin, yetkilerini aşarak, kanun dışı teşkilâtlar kurduğu ve kanun dışı faaliyetlerde bulunduğu artık kimsenin yok diyemeyeceği bir gerçek halinde ortaya çıktı.

Bunlar, başlangıçta en azından, kanunların kötülerle ve kötülükle mücadelede yetersiz kaldığını düşünüyor.

Böyle örgütlere karşı çıkanlar da, gizli ve kanun dışı teşkilât kurulacağına falan falan kanunlara ve filân filân mekanizmalara dayanarak şöyle şöyle mücadele mümkündür, demiyorlar...

 

Öyleyse...

Ya bu ülkede kanunlar ve işleyen mekanizma yetersizdir... Ya devleti idare edenler...

Bu işin (ya)sı, (ma)sı yok... Hem kanunlar ve işleyen mekanizma, hem idareciler yetersiz...

(Kardelen; 13; Mart 1997)
66
Yalnız ve başıboş değiliz
İranın neye ihtiyacı var?
Tevhid yoksa huzur da yok
Kaleme yemin
Kardelenden Haberler


Ali Erdal - İranın neye ihtiyacı...
Kadir Bayrak - Fars irfanı var mıdı...
Necip Fazıl Kısakürek - Devletleşen şiilik
Ekrem Yılmaz - Bizden gibi görünen
Ekrem Yılmaz - Al beni
Dergi Editörü - Kaleme yemin
Site Editörü - Tevhid yoksa huzur d...
Necdet Uçak - Ömür
Kardelen Dergisi - Kardelenden Haberler
M. Nihat Malkoç - Öz musikimizin piri:...
M. Nihat Malkoç - Filistin için ne yap...
Hızır İrfan Önder - Dermansız dertlere s...
Nihat Kaçoğlu - Serçelerin sesi
Mehmet Balcı - Almanya
Ahmet Çelebi - Bilemem
İktibas - İşte Budur Humeynî D...
Muhsin Hamdi Alkış - Fars palavrası
Kubilay Ertekin - Eşek ve deve
Halis Arlıoğlu - Gülerek günah işleye...
Erdem Özçelik - Geçmişten Geleceğe
Remzi Kokargül - Çoban çeşmesi
Murat Yaramaz - Çapraz sorgu
Gözlemci - Olayların düşündürdü...
Mahmut Topbaşlı - Sırt döndüğüm şiirle...
Mevlüt Yavuz - Umutsuz
Cemal Karsavan - Aşk uyanır sabaha
Bekir Oğuzbaşaran - Âhir zaman ümmetiyiz
Yaşar Akyay - Yalnız ve başıboş de...
Yaşar Akyay - Hayatın Kaynağından ...
Yaşar Erim - Camiler boşaldı
Cahit Can - Türk farkı
İbrahim Durmaz - Yunusca
 
 
23 Mart 2005 tarihinden beri
 Ziyaretçi Sayısı Toplam : 14592053
 Bugün : 2594
 Tekil Ziyaretçi Sayısı Toplam : 630930
 Bugün : 576
 Tekil Ziyaretçi Sayısı (dün) Toplam : 88
 122. Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 0
 Önceki Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 5
Son Güncelleme: 13 Eylül 2024
Künye | Abonelik | İletişim