Ynsan Sevgisi Ahmed Yusuf Alptegin Sayı:
60 - Nisan / Haziran 2008
Uyku mahmurluğunu halâ atamamış gözlerinin ağırlığı rahatsız ediyor gibiydi. Ellerinin tersiyle yerinden çıkarırcasına ovaladı gözlerini. Bin bir çile içerisinde, bir bardak çay doldurup masaya oturdu. Aylardır, üzerinden bir türlü atmayı başaramadığı yorgunluğu yüzünden, yine bin türlü çile ile çatalına taktığı küçük peynir parçasını, zoraki de olsa ağzına götürdü. O küçücük lokmasını ağzında gevelemeğe çalışırken, yorgun bakışları masadaki gazetenin manşetine kilitlendi: "BAĞDAT'TA CANLI BOMBA: 11 ÖLÜ "
"Ayy" dedi içi acıyarak. Ne biçim insan bunlar? Hem kendilerini, hem de başkalarını öldürüyorlar. Evet, evet insanlık ölmüş ayol... Ne gerek vardı ki savaşa, kavgaya, gürültüye, türlü türlü karmaşaya. İnsanlar yaşamak ve yaşatmak dururken niçin ölüp öldürürlerdi. Her yerde şiddet, nefret... Sevmek ne güzel şeydi oysa. Sevmek...
"Sevmek!" diye hayretler içerisinde mırıldandığını hissetti. Bu kavrama takıldı sonra. Sevmek neydi, nasıl bir şeydi? 'Sevmek, eşittir aşktır' mıydı acaba.
Çocukluk günlerinde buldu kendini bir anda. Altı-yedi yaşlarına kadar bir çocuk yuvası... O yaşının ardından farklı şehir ve farklı yetiştirme yurtları... Okula da gitmişti bu arada. Daha doğrusu gönderildiği için gitmek zorundaydı.
Okuduğu ya da okutturulduğu okullarda, doğru veya yanlış pek çok şey öğretilmişti. Ama hiçbirinde anne ve babasını öğreten olmamıştı. Kimdi annesi, babası... Amcası, dayısı veya teyze-si, halası... Hep arkadaşlarından duymuştu bu kav-ramları. Hepsinden vazgeçmiş, uzaktan da olsa bir akrabası var mıydı, onu da bilmiyordu. Ailesi onu hiç sevmemiş miydi acaba? Niçin yetiştirme yurtlarında büyümüştü ki... Evet, aile veya akrabalarından hiçbiri onu sevmemişti, buna emindi. Yoksa neden kimsesizler yurdunda büyüyecekti ki. Dalgın bakışlardan kurtulamamıştı halâ.
–11 ölü... Bu insanlar sevmeyi bilmiyorlar.
Dedi. Masadaki peynir tabağına belli belirsiz yansıyan yüzünü, gözlerinde derinleştirmeye çalıştı. Kendini her zaman için güzel buluyordu; ama bu defa güzelliğine kendisi bile hayret etti. Yüzünün şekli değişti, gözlerini kısıp, dudaklarını eğdi büktü:
–Ben sevilmeyecek kadar çirkin miyim?
Dedi. Hayır, hayır; o kadar çirkin olsa Ankara pavyonlarında iş bulabilir, müşterilerin yegâne odak noktası olabilir miydi hiç? Hem bu, çalıştığı dördüncü pavyondu ve hangi pavyonda çalışmak için anlaşmışsa, daha işe başlamadan en cafcafalı tabelâlara yazılmıştı adı: 'HARİKA'... Hayır, adı Harika değildi aslında. Adı... Sahi asıl adı ne idi onun. Başka bir şeydi. Ama on beş yıldan fazla bir zamandır bu adı kullanıyor ve asıl adını çoktan unutmuştu. Zaten çok da güzel bir isim değildi herhalde. Güzel bir şey olsa unutur muydu hiç... Sandalyesini devirircesine sallayan küçücük köpeği Ateş'in şımarıklığıyla irkildi birden:
–Amaaan... Ne işim olur benim felsefeyle filan.
Köpeğini kucağına aldı. Başındaki gri, kıvırcık tüyleri anne şefkatiyle okşuyordu. Bir annenin yeni doğmuş çocuğunu severcesine büzdü dudaklarını: –Ateş! Kızım n'oldu, sıkıldın mı yoksa sen? Ne dersin, çıkıp gezelim mi biraz. Ay, ay, ay, canım benim yaa. Hayat sana güzel be kızım. Bak Bağdat'ta yine bir deli çıkmış, on bir kişiyi de kendini de öldürmüş. Sen bilmezsin değil mi kızım böyle şeyleri. Sen hep seversin. Sevmeye devam et kızım. Aman dikkat et bu insanlar sana da bir zarar verip ne yapmasın. E mi kızım.
Bir süre sessizce, sadece okşadı onu. Gözleri daldı gitti ta uzaklara. Belki hayıfları vardı binlerce. Onlara yanıyor gibiydi. Yapmak isteyip de yapamadıklarını veya çektiği acıları, kış ortasında sokaklarda yattığı günleri anıyordu. Derin bir "Off" çekti. Yeniden köpeğine döndü. Sımsıcak duygularla öpüp kokladı. Bu sevgi karşısında Ateş de hemen şımarmayı ihmal etmedi. Sonra yalancı bir tokat attı Ateş'e. –Şımarık şey!.. Hadi, hazırlanayım da çıkıp gezelim biraz.
Odasına gidip giyinecek bir şeyler aradı. Elbiseleri gardırobuna sığmayacak kadar çoktu; ama hiçbirini seçip giyinemiyordu bir türlü. Sevgilisiyle buluşacak bir genç kız kadar heyecanlıydı nedense. Oysaki sadece Ateş'i gezdirmeye çıkıyordu. Belki bir saat, belki o kadar da kalmayacaktı sokakta. Dönerken de iki ekmek alabilirdi belki. Gardırobunun en ücra yerindeki pırıl pırıl, bembeyaz elbisesinin 'Beni giy!' diye haykırdığını sandı. Mevsim de kıştı, hava buz gibi; ama o beyaz elbiseyi giymek duygusunu ezip geçemedi. Buruk bir heyecanla o elbiseyi giyinip Ateş'i de alıp çıktı dışarı.
Ara sokaklardan çıkmadan, yanında Ateş olduğu halde sevgilisiyle gezercesine geziyor ve büyük bir huzur buluyordu. Ama bir huzursuzluk da yakasından düşmüyordu. Maltepe bugün boğucu geliyordu. Kısmen yeşilliklerin donattığı semtte ilk kez bunalıyordu.
Bazen Ateş'in peşinde zorla sürüklenerek, bazen Ateş'i kendi gittiği yöne doğru sürükleyerek yürüyordu. Bir sokağın karşısına geçmeğe çalışırken son sürat gelen bir arabanın çığlık çığlığa çaldığı korna sesiyle döndü geri. Ölümden dönmüştü:
–Hayvan herif!
Diye haykırdı. Hiç hızını kesmeden giden aracın uzaklaşıp sesi de kaybolduktan sonra bir kedi feryadı duydu. Arabanın gittiği yere doğru baktığında gördüğü ezilmiş bir kedi içini paramparça etti. Bunlar yüzünden kendi de duygularını kaybediyordu:
–Şerefsizler!
Diyerek savurdu nefretini içten içe. Hiçbir şeye aldırmayıp tüm ilgisini Ateş'in şımarıklıklarına vererek yürüdü. Bir parkın önünden geçerken karşıdan gelen iki gencin sarkıntılık etmeye çalıştıklarını fark etti. Birilerinin kendine bakması, değişik lâflar etmesi memnun ediyordu. Ne de olsa çirkin olmadığının, güzel olduğunun sevilecek biri olduğunun işaretiydi bu. Yarı alaylı ama olumlu karşılık veren bakışlar gençlere tek cevabı oldu. Ama hiç ilgilenmeden yoluna da devam etti. Tam bu gençleri geçip giderken, aniden önüne çıkan biri onu korkutmaya yetmişti. Üstü başı perişan, eli yüz kir pas içinde on üç-on dört yaşlarında bir çocuk... Elinde ki birkaç paket kâğıt mendili Harika'ya doğru uzatıyordu:
–Abla! Bir tane alır mısın abla?
Sesi ağlamaklıydı; ama aldırmadı. Yüzünü buruşturdu:
–Hadi oradan be!
Çocuk ısrar ediyor, Harika reddediyor ve Ateş de bir bekçi gibi davranıp çocuğa saldırmaya çalışıyordu.
–Dur kızım, dur. Bir şey yok, dur. E sen de git be çocuk! Almıyorum işte, defol hadi. Pis çocuk...
Ağzı açık kaldı hiçbir şey diyemedi çocuk. Temiz giyimli, yanında sevimli bir köpekle gezen bir bayan görünce muhakkak alacağına inanmış, bin umutla koşup gelmişti. Hem de orada, üşüyüp de yaktıkları ateşin yanından ayrılarak koşup gelmişti. Hem de diğer arkadaşlarının uyarmasına rağmen, boş dönmeyeceğini umarak koşup gelmişti. Yıkılan umutlarını da yanına alarak, deli gibi atıldı yola.
Önce bir fren sesi duydu Harika. Sonra bir gürültü ve bir çığlık... Dönüp baktığında çocuğun epey savrulduğunu, düştüğü yerden medet dilenircesine kendine baktığını hissetti. Sanki 'Abla yardım et de kalkayım.' diyor gibiydi; ama aldırmadı.
–Haydi Ateş! Gidelim kızım. Buralar iyice bozuldu.
"Buralar iyice bozuldu" Kim, niçin bozmuştu ki buraları. Nerden çıkmıştı ki şimdi bu çocuk birden bire karşısına. Hem ne demeye öyle deli gibi atıldı ki yolun ortasına. Almak zorunda değildi ya. Gitseydi ya evine, otursaydı sıcacık evinde. Ne işi vardı da 'Mendil alır mısın abla?' diye sokak sokak geziyordu ki:
–Off be çocuk! Off! Off!
Her şeyi bir anda unutuverdi. Ateş'ine döndü yine. Onun şımarıklığına sevine sevine evinden yana döndürdü yolunu. Bugünlük bu kadar gezmek yeterdi. Hem hiç de iyi bir gün geçirdiği söylenemezdi. Başı öne eğik, Ateş'in tasmasının çektiği yere doğru yürüdü. Nereye gittiğinin bilincinde değildi, çünkü bu dünyada değildi artık. Ateş nereye doğru çekerse oraya gidecekti ve gidiyordu da üstelik. Her nedense bugün sabahtan beridir bir türlü aklını netleştirememişti. Sürekli karmaşıklıklarla uğraşıyordu. Şu Ateş de olmasa... Herhalde büsbütün bunalıma girerdi:
–Yok, yok... Bu şehirden gitmeli. Tadı yok buraların. Bayağı bozuldu ayol buralar.
Ateş, onu yolun ortasına sürüklemiş orada yürüyorlardı. Başını kaldırdı. Karşıdan, yokuşu aşmış olanca hızıyla gelen aracı görünce olduğu yere mıhlanıp kaldı:
–Ateş!
Dedi, başını birazcık çevirdi. Az önce arabanın çarptığı mendilci çocuk canlandı:
–Abla!
Dedi tüm sevimliliğiyle.
–Abla, mendil alır mısın?
Sonra çocuğun çığlığını duydu diğer yandan. Başını çevirip baktığında çocuk savrulan mendilleri işaret ediyordu:
–Abla! Yüreğim kanıyor. Mendil... Mendil abla... Yüreğim kanıyor abla... Abla siler misin, yüreğim kanıyor... Önce Ateş'in çenilemesini duydu. Sonra tekrar baktı karşısına.
–Ateeeş!
Diye haykırdı avazı çıktığınca. İçinde bir fırtına koptu sanki. Midesi bulandı, gözleri karardı. Ateş bir yerde Harika bir yerde yatıyordu. Araba ancak Harika'ya çarptıktan sonra karşıdaki binaya girince durabilmişti. Çevrede kimsecikler yoktu. Her zaman pencereleri dolduran meraklı bakışlar, sokaklarda gezen veya işini halletmek için gezinen insanlar, aracıyla geçen biri... Hiçbiri yoktu oyun oynayan iki çocuktan başka. Onlar da olayın ciddiyetinin farkında değillerdi zaten. Önlerine dek fırlayan süs köpeğinin cesediyle oynuyorlardı.
Gözlerinden ilk defa yaş yerine kıpkırmızı kan akıyordu. Kan ağlamak bu olmalıydı. Yanaklarından yavaşça süzülüp asfaltla buluştu. "Bağdat'ta bir eylemci pazaryerini kana buladı. Ya burası... Burasını hangi eylemci yaptı. Kim çekti bombanın pimini?" Bulanan gözlerinde bir kişinin koşar adım yanına yaklaştığını gördü. Yüzü iyice kasıldığı için ancak içinden gülümseyebildi. "Demek ki hâlâ sevebilen insanlar varmış." "Sevmek..."
Ama kadın, adeta Harika'yı ezip öyle geçmişti. O da soluğu Ateş'in yanında aldı. Bir oyuncak gibi onunla oynayan çocukların elinden çekip aldı. Halâ sıcaklığını kaybetmemişti. Derin bir hasretle bastı bağrına:
–Canım benim; kim kıydı sana, nasıl kıydılar? Bunlar ne biçim insan yahu... Harika ağlıyordu.
" Sevgi..."
"İnsan sevgisi... Nerede insanlık?"
Bir film şeridi gibi, gözlerinin önünden akıp geçti hayatı. Her sahnesinde ayrı bir vurgun, ayrı bir çile...
"Hayat..."
Gözlerini zorla bir kez daha araladı. Az önce, koşar adım kendisine geldiğini sandığı; ama Ateş'e doğru giden kadın elinde bir gazeteyle bu kez gerçekten yanına geldi. Yanı başına çömelip gazetenin sayfalarını açtı. Ayakuçlarından başlayıp örttü üzerini. Son olarak gazetenin manşet sayfasını Harikanın yüzüne örttü. Belli belirsiz görmüştü yazıları:
BAĞDAT'TA CANLI BOMBA: 11 ÖLÜ
|