TANIDIK BYR SES Nail Uyar Sayı:
67 - Temmuz / Eylül 2009
Kış bütün şiddetiyle sürüyordu. Yeni bir yıla girilmesine ramak kalmıştı.
Ömer'le Adanalı'nın kahvesinde oturuyorduk.
Kahveyi iyice sahiplenmiştik. Burası ikinci evimizdi. Kahveyi çalıştıran Sadık Ağabey Elbistanlı, kafa dengi biriydi. Paramız olsun olmasın bizi idare ederdi. Bize güveni olduğu için içtiklerimizi yazmazdı bile. Borcumuzu bilir, elimize para geçtiği zaman kuruşu kuruşuna öderdik; ama herkes bizim gibi değildi. Sadık Ağabey tam bir emekçiydi. Kendine ait hiçbir özel mülkiyeti yoktu. Çalıştırdığı kahvehanenin içindeki eşyalar bile kiralıktı. Oturduğu ev de kiraydı. Bazı müdavimler borç takarlardı. Borç takanlar çoğaldığı zaman sıkıntıya düşer, Arafat'ta soyulmuş hacıya dönerdi. Paraya çok sıkıştığı zaman kendi aramızda para toplayıp, borç verirdik...
Canım sıkılmıştı. Ömer'e "İçimde bir sıkıntı var. Haydi, şöyle çarşıya doğru uzanalım," dedim. Karşı koymadı. "Tamam," dedi. Kol kola kahveden çıktık...
Ömer mahallemizden çocukluk arkadaşımdı. Ortaokulu ve liseyi aynı okullarda okumuş, bu okullara yıllarca birlikte gidip gelmiştik; yalnız o benden bir sınıf öndeydi. Ailesi Makedon göçmeniydi. Kumral, orta boylu, kıvırcık saçlı, yüzü sivilceliydi. O zamanlar, onun en önemli sorunlarından biri yüzündeki sivilcelerdi, benimse ellerimin üstündeki siğiller. Benden yakışıklıydı; ama sivilceleri fiyakasını bozmaya yetiyordu. Çalışkan ve akıllı olduğu için ailesinin gözbebeğiydi. Kardeşlerinin içinde üniversitede öğrenim gören yalnız oydu. Bense boştaydım. Liseyi bitirdiğim yıl üniversiteye girememiştim.
Havanın değiştiğini dışarı çıkınca anladık. Sert ve keskin bir rüzgâr esiyordu. Rüzgârın dişleri vardı, kulaklarımızı ısırıyordu. Soğuktan kulaklarımız kızarıp, acımaya başlayınca parkalarımızın kapüşonlarını başımıza çektik. Kaban ve palto almaya paramız olmadığı için mecburen parka giyiyorduk. Oysa hava sabahtan günlük güneşlikti. İzmir'in havası hep böyledir. Bir kararda durmaz. Bazı sabah buz gibidir, bu nedenle kalın ve sıkı giyinirsiniz; bir de bakarsınız ki öğleden sonra ortalık günlük güneşlik. Yalnız güneşli olsa iyi, bir de sıcak bastırır, üstünüzdeki kalın giysiler terletmeye başlar. Bu kez, onları çıkarıp, o sıcak havada elinizde taşımak zorunda kalırsınız. "İzmir'in havasına güven olmaz." diye boşuna dememişler. Bununla ilgili espri bile vardır. "Kızları da havası gibidir." derler.
Hava kararmaya başlamıştı. Çarşı Camisi'nin genç müezzini yanık sesiyle akşam ezanını okuyordu. İnsanlar gün bitiminin telâşı içindeydiler. Kimileri akşam alış-verişi yapıyor, kimileri de biran önce evlerine gitmeye çalışıyorlardı. Bizse, dalgın dalgın çarşıya doğru ilerliyorduk. Çarşıya yaklaştığımız sırada arkamızdan tanıdık bir ses:
–Engiiin!
Dönüp baktım.
Evet, o idi! O! Hem de Şenay'ın ta kendisi! Kucağında bebekle... Geriye dönmüş, bize bakıyordu. Orada, duvarın dibinde beni bekliyordu. Onu öyle görünce donup kaldım; tâ ki Ömer kolumdan sarsıncaya dek... Sonra yanına doğru birkaç adım yürüdük. "Ben burada bekleyeyim, sen git." dedi Ömer. Koşar adımlarla yanına gittim.
Göz göze geldik.
Şenay ortaya yakın boyu, omuzlarından aşağıya dökülen siyah uzun saçları, kahverengi gözleri ve buğday rengi teniyle alımlı biriydi. Şık giyinir, üst başına çok dikkat ederdi. Üzerine giydiği ve taktığı her şey uyumlu olurdu. Onu görenler varlıklı ve soylu aile kızı sanırlardı. Dışarıya karşı çok havalı görünürdü. Oysa kendisiyle tanışıp, konuştuğunuzda ne denli alçak gönüllü olduğu anlardınız.
Onunla üç yıl önce, çalışmakta olduğum işyerinde karşılaşmıştım ilk kez. Fotoğraf çektirmek için gelmişti o gün. O gün tanışmıştım kendisiyle. Sonraları yanıma arada bir gelip gitmişti. Fotoğraf tutkunuydu. Albümler dolusu fotoğraflar çekmiştim kendisine.
O zaman anlatmıştı. Babası büyük çiftliklerden birinde kâhyalık yapıyormuş. İki kız, bir erkek olmak üzere üç kardeşlermiş. Kendisi ortancaymış. Annesi ev hanımıymış. Ortaokulu Karşıyaka'da, evli olan ablasının yanında bitirmiş; sonra da ailesi damadına fazla yük olmasın diye yanına almış onu. Babası kâhyalıktan hem iyi ücret alıyormuş, hem de mutfak giderlerinin çoğunu çiftlikten karşılıyorlarmış. Okulu bitirince büro benzeri işlerde çalışmak istemiş; fakat babası çalışmasına izin vermemiş...
Yaklaşık iki yıldır görüşemiyorduk; ama ilk gördüğümden beri tam olarak unutamamıştım. Şimdi, bunca aradan sonra karşıma çıkınca dünyam allak bullak oldu...
Ben onun asıl gözlerine vurgundum, bir de davetkâr dudaklarının arasına dizilmiş inci gibi dişlerine.
–Merhaba...
–Merhaba...
Elimle kucağındakini göstererek:
–Bebek senin mi?
–Evet. Bir buçuk yıl oldu evleneli.
Birden şaşırdım. Elim ayağım buz kesildi.
Kendimi toparladıktan sonra:
–Allah yüzünü güldürsün. Analı-babalı büyüsün.
–Teşekkür ederim. Sağ ol.
–Kocan ne iş yapıyor?
–İnşat mühendisi, müteahhitlik yapıyor.
–Ooo! Hadi iyisin. Kirada değilsiniz.
–O kadar da değil, henüz kiradayız...
–Bürosu falan?..
–Müteahhidin biriyle ortak çalışıyor.
–Hayırlısı olsun.
–Sağ ol.
Birkaç saniye durakladıktan sonra, bebeğinin yüzünü açtı:
–Oğluma baksana. Tıpkı babası...
Genç kadına bir adım daha yaklaştım. Çocuğun çenesini okşayıp, sevdim. Sevildiğini hissedince gülümsedi.
Rüzgârın hızı kesilmişti. Hava ise gittikçe soğuyordu.
Bebeğinin üşümemesi için yüzünü örttü. Ardından izin istedi. Otobüsün hareket saatinin yaklaştığını, ona yetişmesi gerektiğini söyledi.
Ayrılırken elini uzattı, tokalaştık.
Akşamın karanlığında, kucağındaki bebeğiyle çekip gitti. Arkasından bakakaldım, ta ki gözümden yitinceye dek.
Ömer'in yanına döndüğümde gözlerim doldu, boğazım düğümlendi...
***
Aradan bir yıl geçmişti...
Haziran başlarıydı...
Bir sabah, çalıştığım iş yerine çıkageldi Şenay. Onu, bu kez biraz yıpranmış olarak gördüm. Artık eskisi gibi şık ve bakımlı değildi. Anlaşılan o ki, feleğin germ-ü serdini görmüş. Bu nedenle evlilik kendisine yaramamış.
Halini hatırını sordum. Meğer çok dertliymiş. Başladı anlatmaya:
Kocamı, çiftlikte Mahir Usta'nın karısı bulup, ayarladı. Allah belâsını versin, bulmaz olaydı. Karısı, bana ve aileme verdi gazı. O zaman, kocam olacak adamı göklere çıkardı... Zengin dedi, müteahhit dedi, mühendis dedi. Daha buna benzer birçok şeyler söyledi. Biz de inandık. Bir de adamı yakışıklı bulunca dayanamadım... Ailem o zaman çok sevinmişti. Hattâ "Hadi kızım, dört ayağının üstüne düştün. Allah'ın sevdiği kuluymuşsun ki Cenabı Allah bunu karşına çıkardı," demişti. Evlendikten sonra öğrendik ki, Mahir Usta'nın karısının söylediklerinin çoğu yalanmış. Kahpenin ondan para sızdırdığını şimdi daha iyi anlıyorum. Yalanları ortaya çıktıkça ikisinden de nefret etmeye başladık. Bir de daha önce evlenip boşanmış, yeni öğrendik. İlk karısından da iki çocuğu varmış. Onları da yanıma getirdi şimdi. Bunlar yetmiyor gibi, bir de sağa sola bir yığın borç takmış. Geçen gün eve icra geldi... Ailemin haberi yok bundan. Duyarlarsa çok üzülürler. Mahir Usta'nın karısının ne denli fettan olduğunu sonradan anladık; ama iş işten geçti...
Anlatırken tedirginleşiyor, sanki birileri kendisini dinliyormuş duygusuna kapılıyor, ara sıra dışarıya kulak veriyordu. Konuşmasını bitirdikten sonra üstüme doğru eğildi; alçak sesle:
–Bak! ne diyeceğim...
–Buyur.
–Onu öldürmeyi düşünüyorum.
–Sakın ha!
–Neden?
–Öldürmek tek çözüm değil de ondan...
–Ama dünyamı kararttı!
–Olsun. Başka çözüm yolu da var.
–Ne gibi?
–Meselâ boşanma...
–İyi de, benden boşanınca kim bilir daha ne canlar yakacak?
–Boş ver. Sen sebep olma!
–Ben olmasam, birileri olacak!
–Ben de diyorum ki: O birileri sen olma.
–Hayır! Ben bunu kabullenemiyorum. Yaptıklarının bedelini ödetmeliyim.
Bu düşüncesinden vazgeçmesi için yalvardım, bir türlü ikna edemedim.
Yanımdan ayrılırken çok kararlıydı...
Sonra öğrendim.
O gün akşam kocası eve gelmemiş, beş gün kendisinden hiçbir haber alınmamış. Altı gün sonra kocasının ölüsü, inşaatını yapmakta olduğu binanın bodrum katında bulunmuş. Hem de kafasından tek kurşunla öldürülmüş olarak.
|