YTYRAFLARIM (Tolstoy) Ramazan Yylmaz Sayı:
49 - Temmuz / Eylül 2005
Benim inançtan kopuşum, aynen bizim kültür tabakası insanlarında hep nasıl olmuşsa ve şimdi de nasıl oluyorsa, öyle olmuştu.(2)
Bir insanın dindar olup olmadığı, eski zamanlarda olduğu gibi şimdi de, onun hayatında, davranışlarından pek az anlaşılır.
Bana çocukluğumdan beri öğretilen inanç esasları, bende de başkalarında olduğu gibi yok olup gitmiştir. Yalnız şu farkla ki, ben daha on beşimde felsefi yazıları okumaya başladığımdan, dinden kopuşumun bilincine erkenden varmıştım. On altı yaşında dua etmeyi bıraktım, kiliseye ve aksam yemeği ayinine hazırlanmaya kendiliğimden son verdim.(3)
... En özlediğim arzumu, yani ahlâken iyi olma arzumu kelimelere dökmeye kalkıştığımda, küçümseme ve alayla karsılaşıyor, kendimi berbat ihtiraslara terk ettikçe de alkışlanıyor ve teşvik ediliyordum.
Hırs, tahakküm, menfaatperestlik, şehvet, kibir, hiddet, intikam hırsı, işte bütün bunlar revaçtaydı.
...Yanında kaldığım sevgili teyzem, o en temiz kalpli insan, bana hep, benim için en çok arzuladığı şeyin, evli bir kadınla temas kurmam olduğumu söylerdi.(4)
O yılları, dehşete düşmeden, iğrenmeden ve yüreğimde derin bir sızı duymadan hatırlıyorum.
Savaşta insanlar öldürdüm, insanları düelloya zorladım, kumarda para yedim, köylülerin çalışmalarını engelledim, onları cezalandırdım, sefih bir hayat sürdüm, insanları aldattım. Yalan, hırsızlık, her çeşit şehvet, sefahat, ırza geçme öldürme... işlemeyeceğim suç yoktu. Bütün bunlar için alkışlıyorlardı arkadaşlarım beni. Beni vasat ahlaklı bir insan sayıyorlardı ve öyle de sayarlar.
Yazarlık faaliyetine işte bu sıralar başladım, hem de kibirden, menfaatperestlikten ve gururdan. Hayatımda yaptığım şeyleri, yazılarımda da yaptım. Ün ve para için yazıyordum. Hayatımda yaptığım şeyleri, yazılarımda da yaptım. Ün ve para için yazıyordum ya, bunların uğruna iyinin ezilmesi, çirkinin dile getirilmesi gerekiyordu. Nitekim, ben de öyle yaptım. Yazılarımda, lakaytlıkla, hatta hafif bir alay perdesi altında çok defa, benim hayatımın anlamı olan iyiye ulaşma çabasını gizlemeye çalıştım. Ve ne geçti elime? İnsanlar beni alkışladılar ya?
Yirmi altı yaşımda, savaştan sonra Peters- burg’a geldim ve yazarlarla tanıştım. Beni kendi ayarlarında bir arkadaş olarak aralarına aldılar ve bana iltifatlarda bulundular.(5)
Edebiyatın önemine ve hayatın ilerleyişine olan bu inanç, bir din idi ve ben onun rahiplerinden biriydim. Onun rahibi olmak ise, çok kârlı ve hoş bir işti. İşte böyle, doğruluğundan hiçbir zaman şüphe etmeksizin bu inançta oldukça uzun yaşadım.
Yazarların taşıdığı “yazarlar inancı”nın doğruluğundan şüphelenmeye başladıktan sonra, ardından da bu rahipleri daha dikkatli izler oldum ve şu kanaate ulaştım ki, bu inancın rahiplerinin hemen hepsi, yani bütün yazarlar, ahlâksız ve çoğunluğuyla kötü, karaktersiz insanlardı. Bunlar benim daha önceki askerlik hayatımda rastladıklarımdan çok daha aşağılıktılar. Ama bunlar, aynen azizler kadar ya da kutsallığın ne olduğunu hiç bilmeyen insanlar gibi kendilerinden emindiler ve kendilerini hep haklı görüyorlardı. Bu insanlara karşı tiksinti duydum.(6)
Bu insanlarla münasebetten yeni bir kötü huy edindim; bu hastalık derecesine kadar vardırılmış hüsnü kuruntu ve çılgınca kanaat; ben, neyi öğreteceğimi kendim dahi bilmesem bile, insanlara ders vermekle görevlendirildiğim kuruntusudur. O zamanları şimdi düşündüğümde o günleri ruh halimi, -tabii, böyleleri şimdi de binlerce vardır- hatırladığımda, hem üzülüyor, hem ürküyor ve hem de gülüyorum. Bir tımarhanedeki insanın hissettiği türden bir duygu sarıyor beni.
Şimdi anlıyorum ki, her şey tam bir tımarhanede olduğu gibiydi. Fakat o zamanlar bunu belirsiz bir şekilde seziyordum ve bütün delilerin yaptığı gibi bende benden başka herkesi deli sayıyordum.(7)
Ta evleninceye kadar, akla zıt olan bu hayatı yaşayıp gittim.
Paris’te bulunduğum sıra idam infazı görüşüm, ilerleme inancımın bomboş kofluğu konusunda gözümü açtı. Giyotinde kafanın gövdeden nasıl ayrıldığını ve birbiri peşinden nasıl sandığın dibine düştüğünü görünce, kavradım. Aklımla değil, bütün varlığımla kavradım ki, varlığın ve ilerlemenin hiçbir teorisi bu cinayeti haklı çıkaramaz...
(Tolstoy bundan sonra köy okulu açmaya, öğretmenlik yapmaya karar verir ve öyle de yapar.)
Zira görmüştüm ki bunlardan her birisi başka şeyler öğretiyordu ve yazarlar arasındaki düşünce ayrılıkları yüzünden kendi cahilliklerini gizliyorlardı. Oysa burada köylü çocukları arasında çocuklara ne öğrenmek istediklerini be- lirlemeyi kendilerine bırakarak bu güçlüklerden sıyrılabileceğime inanıyordum. O günleri şimdi ancak tebessümle hatırlıyorum.(8)
(Burada doğruyla yanlışı ayıramayacağına inandığı için saf, tertemiz ruhlu köylülere kendi bilgilerini aktarmaktan çekinen yazar, onları kendi doğallıklarını koruyarak okuma yazma öğretmeyi daha doğru bulur.)
Ne istediğimi kendimde biliyordum. Hayattan korkuyordum, ondan kaçıyordum ve her şeye rağmen ondan yine de bir şeyler ümit ediyordum
Bu ruh hali benim için kendini şöyle gösteriyordu: Bu hayat, birini bana oynadığı aptalca, kötü bir oyundan başka bir şey değildi. Beni yaratan “birini” kabul etmiyorsam da şöyle bir tasavvur gayet normal geliyordu: Beni dünyaya getirmekle son derece aptalca ve kötü bir şaka yapmıştı birisi.
İster istemez gözümün önüne geliyordu ki, orada bir yerlerde alay edip duran biri vardı. Bu benim otuz-kırk yıl boyunca öğrenerek, gelişerek, vücutça ve kafaca büyüyerek nasıl yaşadığımı ve şimdi aklım tam olgunluğuna ermişken ve hayatın zirvesine ulaşmışken nasıl da zirveden kuşbakışı bakarak, ben deliler delisinin, “hayatta hiç –bir şey yoktur, hiçbir şey yoktur ve olmayacaktır” şeklinde görüşüne ulaştığımı seyrediyor ve gülüyor.(9)
Bir seyyahla onun çölde karşılaştığı yırtıcı hayvanları anlatan o şark masalını kim bilmez ki. Seyyah, yırtıcı bir hayvandan kurtulmak için susuz bir kuyuya atar kendini. Orada, kuyunun dibinde bir ejderha görür, onu yutmak için ağzını açmıştır. Yırtıcı hayvan tarafından parçalanmamak için yukarı çıkmaya cesaret edemeyen, ama ejderha tarafından da yutulmamak için aşağıya atlamayan bu zavallı, kuyunun duvar taşları arasında yetişen bir dalı yakalar ve ona sımsıkı tutunur. Elleri uyuşur ve az sonra, kendisinin, her iki tarafta bekleyen felâketten birinin kucağına düşeceğini hisseder, ama hâlâ sımsıkı yapışıp durmaktadır dala. O sırada biri beyaz biri kara iki farenin, onun tutunduğu dalın çevresinde dolaşıp, dalı kemirmekte olduklarını görür. Birkaç dakikası vardır, çalı kopacak ve o da canavarın ağzının ortasına düşecektir. Seyyah bunu görür ve kurtulma şansının olmadığını bilir. Ama havada debelendiği sürece çevresine bakınmaktadır. Çalının yapraklarında bal damlaları görür, dilini uzatıp bunları yalamaya koyulur. İşte bende aynen öyleyim, ölüm ejderhasının kaçınılmaz bir şekilde beni beklediğini, beni parçalamaya hazır olduğunu bildiğim halde, hayatın dallarına tutunuyorum ve bu azaba niye düştüğümü de bir türlü aklım almıyor.
Başka şeylerden birazcık daha uzun süre benim gözlerimi korkunç hakikatten uzaklaştıran o iki damla bal, aileme ve bir sanat dediğim yazarlık mesleğime duyduğum sevgi, artık bana tatlı gelmiyor.
Aileme diyordum kendi kendime. Evet aile. Karım çocuklarım onlar da insan; onlar da benimle aynı hayat şartları altında bulunuyor: Ya yalan içinde yaşamak zorundalar ya da korkunç hakikati görecekler. Öyleyse içi yaşayacaklar? Onları ne için sevip, koruyup, eğitip besleyecekmişim? Beni saran aynı çaresizlik için ya da sağır bir yaşayış ve gidiş için mi? Onları sevdiğime göre, hakikati onlardan gizleyemem. Çünkü bilgiye attıkları her adım, onları bu hakikate yaklaştırmamaktadır. Ama hakikat ise ölümdür.
Hayatın anlamı olmadığını düpedüz anlamış olsam, bunu bilebilirdim; bunun benim kaderim ol- duğunu bilebilirdim. Fakat bununla rahatlayamıyor- dum. Çıkışı olmayan bir ormanda yaşayan insan gibi olsaydım yaşayabilir miydim. Ama ben ormanda yolunu kaybetmiş ve kaybolduğu için de telâşa düşmüş ve yine de doğru yola çıkmak için elinden gelen bütün gayreti sarf eden biri gibiydim. Bu durumdaki bir insan, attığı her adımın kendini karı- şıklığın daha da içine götürdüğünü bilmektedir. Ama yine de çabalarını sürdürmeyi kesememektedir.
Korkunç olan şey buydu işte. Kendimi bu korkudan kurtarmak için intihar etmek istedim. Beni bekleyen şeylerden ürküntü duyuyordum. Bu ürküntünün, bu durumdan daha ürkütücü olduğunu biliyordum. Ama sonucu sabırla bekleyebilecek halde değildim. İster kalpte bir damar çatlasın, ister başka bir şey olsun, her şeyin sonunda biteceği düşüncesi ne kadar inandırıcı olsa da, varılacak sonucu sabırla bekleyemiyordum. Karanlıktan korku çok büyüktü ve ben, ne kadar çabuk olursa o kadar iyi, kendini bir ilmekle veya bir kurşunla ondan kurtarmak istiyordum. Bu duygu beni şiddetle intihara itiyordu.(10)
Çok kere kendi kendime sorardım: Belki de bazı şeyleri atladım bazı şeyleri anlamadım mı acaba? Bu çaresizlik halinin insanlara özgü olması imkânsız bir şey. Ve sorularıma, insanların ulaştığı bütün bilgilerde cevap aradım. Istırapla, inatla gece gündüz aradım. Ve hiçbir şey bulamadım.
Bütün bilimlerde aradım. Hiçbir şey bulmamakla kalmadım, hattâ şu inanca vardım ki benim gibi kurtuluşu bilimlerde arayan bütün insanlar aynı şekilde hiçbir şey bulamamışlardır.
Benim sorum yani beni elli yaşında intihar düşün- cesine sürükleyen soru, aptal çocuktan en bilgin ihtiyara kadar her insanın ruhunda var olan en basit soruydu, tanı gerçekten kendime gördüğüm kadarıy- la, onsuz hayatın mümkün olmadığı sorusu şundan ibaretti: Bugün yaptığım, yarın yapacağım şeyin sonucu ne olacak, bütün hayatımın sonu ne olacak?
Önemli olan, benim şahsî sorunum olan ben, arzularımın tümüyle neyiyim? Sorusunun şimdi iyice cevapsız kalmasıydı.
Fizyoloji, psikoloji, biyoloji ve sosyolojiye müracaat ettim; insan, düşüncelerin şaşırtıcı bir yoksulluğuyla, en büyük muğlaklıkla, baştan başa haksız soruları çözmeye haddini bilmezliğiyle yüz yüze geliyor. Hayatın sorularını çözmekle uğraşmayıp, kendini bilimlerin has özel soruları cevaplayan bilimler grubuna başvuruldu mu, o zaman insan coşku içinde insan zekâsının gücüne hayran oluyor. Ama, daha baştan biliyor ki, bunların hayatın sorunlarına verecek cevapları yoktur. Bu bilimler, hayatın sorusunu düpedüz bilmezden geliyorlar ve diyorlar ki: Sen nesin ve ne için yaşıyorsun sorularına bizim cevabımız yoktur. Biz bununla ilgilenmeyiz. Ama ışığın, kimyasal bileşimlerin yasalarını, cisimlerin, onların biçimlerinin kanunlarını sayılarla kitleler arasındaki ilişkileri ve kendi zekâsının kanunlarını bilmek istiyorsan, bütün bunlara açık seçik, kesin ve şüpheli yanı olmayan cevaplarımız vardır.
Hayatın sorusuna cevap arayışım sırasında, ormanda yolunu şaşırmış bir insanın hissettiği duygunun aynısını hissediyorum.
İyi, dedim kendi kendime. Bilimin böyle ısrarla öğrenmeye çalıştığı bütün her şeyi biliyorum, ama hayatımın anlamı üzerine olan sorunun cevabı bu yolda yok.
Kader kimseye ayrıcalık etmiyor, hakpereste neyse, tanrısıza da öyle; iyiye temize neyse, kötüye de öyle; kurban kesene neyse, kesmeyene de öyle. İyinin keyfi neyse, günahkârın da öyle.
Geri dön, gezmek istemiyorum, artık hiç de istemeyeceğim. Ve Sakya-Muni hayattın en büyük dert olduğu sonucuna vardı.
Maddî hayat bir derttir ve yalandır. Bu yüzden maddî hayatın yok edilmesi bir mutluluktur der Schopenhauer. Dünyadaki her şey, delilik ve bilgelik, zenginlik ve yoksulluk; sevinç ve acı, bütün hepsi boştur, hiçtir.
Yanılma yok bunda. Her şey boş. Doğmamış olana ne mutlu. Ölüm, hayattan daha iyi, hayattan kendini kurtarmak gerek.
Çözümü bilimde bulamamıştım. Şimdi bu çözümü hayatta aramaya başladım, ümidim onu çevremdeki insanlarda bulmaktı.
Bilgilerin bilgeliğiyle onaylanmış olan bilgim bana şunu göstermişti ki, dünyada her şey, canlı cansız, son derece bilgece, yalnız benim durumum aptalca.
Okumuşların ve bilginlerin temsil ettiği şekliyle akıl yoluyla elde edilen bilgi, hayatın anlamını inkâr etmektedir. İnsanlığın muazzam toplulukları ise, bütünüyle insanlık ise, bu anlamı, akla dayandırılmamış bir bilgide fark ediyor. Akla dayandırılmamış bu bilgi ise, inançtır, yani benim iyice reddetmem gerektiğine inandığım inanç.
Böylece bir çelişki çıkıyordu ortaya, iki yol açılıyordu önümde: Ya benim akla yatkın dediğim şey, benim düşündüğüm kadar saçma değildi. Böylece, akla dayalı bilginin gözlerinin ilerleyişini kontrol etmeye başladım.
Yalnız başlangıçta bilimin, Schopenhauer’ınki gibi bir cevapla pozitif bir cevap verdiğine inanmıştı. Hayatın anlamı yoktur, o bir belâdır.
-Ölümün mahvetmediği anlam nedir?
-Ebedî olan Allah ile birleşmedir, cennettir.
Akla dayalı bilgi beni, hayatın saçma bir şey olduğunu kabule götürmüştü; hayatım duraklamıştı ve ben onu mahvetmek arzusuna kapılmıştım.
İnanç hangi cevapları verirse versin, bu cevapları kime verirse versin ve hangi inanç olursa olsun, inancın her cevabı insanın ölümlü varlığına sonsuzluk anlamı veriyor; yani acılarla, fedakârlıklarla, ölümle yok olmayan bir anlam.
Şimdi her çeşit inancı kabule hazırdım.
Bizim çevrenin dindarlarının bütün hayatı, inançlarıyla çelişkideydi. Çalışanlar arasındaki dindarların bütün hayatı ise, din bilgisinin verdiği hayat anlamının verdiği bir tasdikiydi. Ve ben, bu insanların hayatına ve inancına gittikçe daha yakından bakar oldum. Ve ne kadar yakından baktıysam şuna o kadar çok inandım ki onlar için din, elzem bir şeydir. Onlar için sadece o, hayatın anlamını vermekte hayatı mümkün kılmaktadır. İnançsız bir hayatın mümkün, binde bir insanın kendini ancak dindar saydığı bizim çevrede gördüğümün tersine, onların çevresinde binde bir inançsız zor bulunuyor. Bütün hayatın tembellik, zevk-ü sefa içinde akıp gittiği bizim çevrenin tersine, gördüm ki bu insanların bütün hayatı zahmetli çalışma içinde geçiyor ve onlar hayatlarından memnunlar.
İşte, bu insanları sever oldum.
Anlamıştım, hayatın kendisi buydu. Bu hayata verilen anlam, hakikattir. Ve onu kabul ettim.
Kendi kendime sormuştum, Hayatım nedir? Ve cevabı almıştım: Bir dert ve bir anlamsızlık cevabı, genel olarak insan.
Nasıl, hayatını eziyet etmek ve kafa kesmekle geçiren bir cellât ya da tamamıyla düşkün bir ayyaş, ya da bütün ömrü boyunca karanlık bir odaya hapsedilen ve bu odayı kirleten ve bundan çıkarsa mahvolacağı vehmiyle yaşayan bir deli, “Hayat nedir?” sorusunu sorup da, “Tabiî hayat, en büyük belâdır.”dan başka cevap alamazsa ve delinin bu cevabı doğruysa, ama yalnız kendisi için doğruysa, bu da öyledir.
Akıl yoluyla edinilen bilginin yanılgıya götürdüğü görüşü bana, kendimi verimsiz düşüncelere dalmanın yanlış yolundan kurtarmaya yardım etti.
Tanrının varlığını ispatlamanın imkânsız olduğuna iyice inanmıştım. Çünkü, Kant onu ispatlamanın mümkün olmadığını ispatlamış ve ben de bunu anlamıştım. Her şeye rağmen Tanrı’yı arıyordum, onu bulacağımı umuyordum ve aradığım ve bulamadığım Tanrı’ya, eski âdet üzere bir dua yöneltiyorum. Kâh kafamda Kant’ın ve Schopenhauer’in Tanrı’nın varlığının ispatlanmazlığı hakkındaki gerçeklerini tartıp ölçüyor, kâh bu gerçekleri çürütmeye kalkıyordum.
Ama tekrar tekrar, çok farklı yanlardan hep şu sonuca varıyordum: Ben sebepsiz ve anlamsız olarak dünyaya gelmiş olamazdım ya, sonra kendimi hissettiğim gibi yuvadan düşmüş bir yavru kuş da olamazdım.
Benim arayışımı biliyor ve görüyor o, çaresizliğimi ve savaşımı da.
Böylece intihardan kurtuldum.
İşte böylece içimde yaşama gücü yeniden belirdi, ben de yine yaşamaya başladım.
O zamanlar bence yaşamak için inanmak ihtiyacı öyle büyüktü ki, inanç öğretisinin çelişkilerini ve karanlık yönlerini bilinçsizce kendimden saklıyordum. Ama dinî törenlere bir anlam verme çabasının da bir sınırı vardı. Ben bazı dualar, kurban kesme vs. Ve ibadetin nerdeyse üçte ikisi için ya hiç açıklama bulamıyordum ya da açıklamalar bulmaya kalkarsam yalan söylediğimi ve inancın her imkânını iyice kaybettiğimi hissediyorum.
Uzun yıllar sonra ilk defa yine akşam ayinine gittiğim gün hissettiğim azap verici duyguyu, asla unutmayacağım. Dualar, günah çıkarmalar, kurallar, bunlar hep anlaşılır şeylerdi ve içimde hayatın anlamı belirginleşiyor bilincini uyandırıyordu.
Bu sıralarda Rusya’da savaş vardı ve Ruslar Hıristiyanlık aşkı adına kardeşlerini öldürüyorlardı. Bu düşünceden kurtulmak imkansızdı. Öldürmenin inancın bütün ilkelerine ters düşen kötü bir şey olduğunu görmemek mümkün değildi.
Şüpheye son verdim ve tam olarak emin oldum ki, bağlanmış olduğum dinin bilgisinde her şey hakikat değil.
Bir zamanlar öyle bir küçümsemeyle yararsız bir şey gibi dışladığım ilahiyat öğrenimine başladım böylece.
Öğretide hakikatin var olduğu, bence şüphesiz. Ama onda yalanın var olduğu da bence şüphesiz. Ve ben hakikati ve yalanı bulmak ve birini ötekinden ayırmak zorundayım. İşte bu işle uğraşmaktayım şimdi. Bu öğretide yanlışlar buldum, onda hakikat olarak ne buldum, hangi sonuçlara vardım. Bunlar, eğer değeri olur ve birinin işine yarasa herhalde bir gün bir yerde basılacak olan eserimin bunlardan sonraki bölümlerinin içeriğidir.
(1)Türkçesi Prof. Dr. Kemal Aytaç, Furkan Basın Yayın Organizasyon, ikinci basım, İstanbul-Kasım-1997 Türkçesi.
(2) a. g. e., s. 14
(3) a. g. e., s. 16
(4) a. g. e., s. 17
(5) a. g. e., s. 17,18
(6) a. g. e., s. 18,19
(7) a. g. e., s. 20, 21
(8) a. g. e., s. 24, 25
(9) a. g. e., . 30, 31
(10) a. g. e., s. 32-34
|