Her şey apaçık Ali Erdal Sayı:
123 -
 Dünyada bugünkü iltica ve göç hadiseleri, günlük tabiat olayları gibi tabiî olarak normal seyri içinde mi cereyan ediyor; yoksa olanlar, birilerinin organize faaliyetleri sonucu ortaya çıkan hadiseler zinciri mi? İnsanı; bulunduğu yerin şartlarına razı olarak yaşamak ve gerektiğinde değerleri için mücadele etmek yerine, başka yerlerde rahat hayat aramaya iten sebepler neler? Dünyayı avucunun içindeki böcek gibi gören birinin hırsı mı insanları biri birine düşüyor?
Aynı soru, dünyanın her yanını saran terör için de sorulabilir… Topluluklardaki hoşnutsuzlukları abartan, alevlendiren, teşkilâtlandıran, kışkırtan, iyice çözümsüzleştiren; sonra bunları askeri gibi belli yönlere sevk eden, işine geldiğinde kuyruğunu kanadını kesen, istediğinde başa çıkılmaz dev gibi gösteren bir güç mü var yoksa?
İlkokuldayken herkesin bulunduğu yerde yaşadığını ve öldüğünü zannederdim. Ne kadar sıkıntı çekerse çeksin insan, doğup büyüdüğü yeri terk etmez, ne nimet verilirse verilsin anayurdundan kopmazdı, kopamazdı.
İlk göç olayını, Bulgar zulmünden kaçıp Türkiye’ye sığınanlardan, bizim köye yerleştirilmiş bir ailede gördüm. İlkokulun ilk sınıflarındayım… Geldikleri ilk gün… Köylüler onları karşılıyor, birkaç parçadan ibaret eşyaları indiriliyor… Yaşıtım bir oğlan… Ellerini ağzının önünde birleştirmiş –kimseyle konuşmak istemiyorum, kimse de benimle konuşmasın– kuytu bir köşede başını duvara yaslamış mahzun duruyor. Her halde ağlıyor. İlgilenmeliyim… Yaklaştım… Yumuşak bir sesle hoş geldin, dedim… O kadar hafif çıkıyor ki sesi… Galiba “oş bulmuş”… (H)yi duymamış olmalıyım… Adını sordum… Yine hafif bir ses... Anlayamadım. Birkaç kere tekrar ettirdikten sonra adının “Âsan Ali” olduğunu öğrendim. Ne kadar zaman sonra bilmiyorum. Âsan’ın Hasan olduğunu, oş bulmanın “hoş bulmak” olduğunu, Ali’nin de babasının adı olduğunu anladım. O gün onun üzüntüsünü ve vatanını terk ettiren zulmü, çocuk saffeti ile ta ciğerimde hissettim. O gün, ona soru sormak yerine, onunla beraber ağlamalıydım. Vatanı terke mecbur eden her kimse, kimlerse, hangi insanlıktan nasipsiz zalimlerse, onlara derin bir hınç duydum. Mezar taşlarında isimlerimize kadar kimliğimize düşman zihniyete karşı, zaman içinde büyüyen ve olgunlaşan hınç, “Destan ve Kurşun”u doğurdu.
Göç ve terör olayları o hale geldi ki, hiç kimse bunların olagelen tabiî seyri içinde ve tabiî olarak cereyan ettiğini iddia edemez. Artık her şey apaçık… Bir güç… Bütün zaafları istismar ederek acz içinde olan yerleri yaşanmaz hale getiriyor… Getirtiyor, getirttiriyor… Çile çeken yığınları, kendilerine kucak açılacağını zannettirerek yollara döktürüyor… Yollarda ölmeyenler, aralarında tartışarak birbirine düşsün. Kalanlar da, sığınmak istediklerinin hedefi olsun.
Göç edilmek istenen ülkelere propaganda da şöyle: Felâket geliyor… İşinizi, aşınızı elinizden alacaklar, ülkenizi işgal edecekler, onlarda doğum oranı yüksek, sizi azınlığa düşürecekler… Vatanını, neslini, toprağını, millî kimliğini, işini, aşını, eşini koru… Önlerine duvar çek, ülkene girmelerine engel ol, gerekirse öldür. O seni öldürmeden, bugün imkânın varken sen öldür. Felâketi gelmeden önle…
Göçmenlere: Halden anlamayanlara, elden gelen her kötülüğü yapman haktır… Hele bir kapağı at, ondan sonra göster onlara günlerini…
Dünyayı birbirine düşüren o gücün kim olduğunu bütün dünya, –her yerde yapılan gösterilerden anlaşılıyor ki– gittikçe artan bir nefret ve hınçla Filistin’de görüyor.
|