BABAMIN SEVGİLİSİ Zekeriya Kantaş Sayı:
62 - Ocak / Mart 2010
 Benim babam dünyanın en kuvvetli adamıydı. Güçlüydü; kollarını kaldırdığında bir pazusunda ablam, diğerinde ben uzun uzun sallanırdık. Cesurdu; evin alt kata inen merdivenlerinden gelen tıkırtılarla uyandığımız bir gece, en önde babam, ardında annem, onun ardında ablam ve en arkada ben parmak uçlarımızda basamaklara yönelmiştik. Kedimiz Gamsız'ı ağzındaki fareyle gördüğümüzde yalnızca babam çığlık atmamıştı. Tanıdığım babaların en yakışıklısı benim babamdı. Her sabah tıraş olur, düz siyah saçlarını yandan ayırır, koyu renk takım elbise içine bembeyaz gömlek giyer, en canlı renklerden özenle seçtiği kravatlarını kelebek boğumuyla bağlardı. Koyu kestane gözleri pırıl pırıl parlar, o ışıltılı gözlere gülümseyen dudakları eşlik ederdi.
Annem, evimizde sanki bir cennet hurisiydi. Onun sıcaklığı ısıtırdı yuvamızı. Masallarda yıldızlı çubuğundan mutluluk tozu serperek dolaşan periler gibiydi. Annemle babam bizi, biz onları, onlar da birbirini severdi.
Annemin babama düşkünlüğünü kıskanır, aralarındaki o hususi sevginin sırlarını hep merak ederdim. Merakım sadece o sevginin sırları değildi; aslında ben her şeyi merak ederdim: Ölen tavşanımızın nereye gittiğini, dedemin küçüklüğünü, babamın eve neden internet bağlatmadığını, televizyonumuzun ne zaman tamir edileceğini…
Kafamı kurcalayan soruları önüme kim çıkarsa sorardım: Baba, demirden yapılan uçaklar uçabiliyor da ben neden uçamıyorum? Anne, biz nasıl rüya görüyoruz? Abla, morla kırmızıyı karıştırınca ne renk olur? Öğretmenim bu Kemal denilen çocuk cevizlerinin bir bölü dördünü Orhan'a, kalan cevizlerinin iki bölü üçünü Filiz'e vereceğine adam gibi hepsini kendisi yese olmaz mı? Bitmek bilmeyen sorularıma çoğu zaman hiç sıkılmadan, sabırla cevaplar verirlerdi. Bazen de daha soruya başlarken kelimeler ağzıma tıkılırdı:
-Abla, günlüğüne ne yazıyorsun?
-Karışma sen küçük haydut!
Arkadan hemen lâf dalaşı başlardı.
-Anne, şu ablama bir şey söyle, bana haydut diyor.
-Kızım, bağırtma kardeşini!
Ya anne, şu evde sakin sakin bir günlük yazamayacak mıyım? Her şeyi merak ediyor. Benim hususi hayatım olamaz mı?
-Oğlum, üzme ablanı, istersen sana da bir günlük alalım.
--İstemiyorum ben günlük münlük. Zaten hep ablam haklı olur.
Evde her şeye dokunabilirdim. Açıp içlerine bakabilirdim. Ama şu günlük; yanına bile yaklaşamıyordum. Acaba annemin veya babamın da günlükleri var mıydı? Annemin yoktur herhalde; ev işlerinden, bizimle uğraşmaktan günlük yazmaya vakit mi kalır? Ama babam? Babamın belki günlüğü vardır; evet kesin vardır. Babamı birkaç gün gözlersem gizli bir defteri olup olmadığını öğrenebilirdim. Kararımı verdim. Topu topu birkaç gün dedektiflik yapacaktım. Babam nasıl olsa bir açık verirdi.
Araştırmalarıma yazı masasının çekmecelerini karıştırmakla başladım: Bozuk dolmakalemler, yayı fırlamış tükenmezler; pasaport, diploma, evlilik cüzdanı, izcilik sertifikası gibi resmi belgeler; hafıza kartları, şarj aletleri, eski saatler ve daha neler neler…
Çekmeceden işime yarar bir malzeme bulamadım. Sıra kitaplığa gelmişti. Babam kitaplığına çok önem verirdi. Konularına göre, boylarına göre, hatta bazen renklerine göre sıralardı kitaplarını. Bazen önemli gördüğü şeyleri kitaplığın önüne veya iki sıra halinde dizilmiş kitapların arasındaki küçük boşluğa koyardı. Babamın eve geç geldiği akşamlardan birinde anneme ve ablama da yakalanmadan kitaplığı güzelce gözden geçirmek iyi olabilirdi. Kitap gibi ciltlenmiş bir günlük ya da özel bir not merakımı giderirdi.
Salı akşamı bu iş için uygundu; ama gel gör ki annemle ablam kitaplığın bulunduğu oturma odasından çıkmak bilmediler. Tabiî sonra da babam geldi ve plânlarım suya düştü. Şimdi perşembeyi bekleyecektim. Babam on birden önce gelmezdi. O saate kadar kitaplık işinin en az yarısını bitirir, kalanı haftaya salıya bırakırdım.
Nihayet perşembe akşamı geldi. Plânımı hemen uygulamaya geçirmeliydim. Önce üst raftan başladım. Kitaplığın önünde duran hatıra eşyaları dikkatlice indirdim. Sonra üst raftaki kitapların arkasındaki boşluğu kontrol ettim. Çok geçmeden o küçük kırmızı kutuyu fark ettim. Sonsuz Nur ciltlerinin ardına itinayla yerleştirilmişti. Hazine sandığı gibi yapılmış, kadife kaplı bir kutuydu. Önünde minyatür bir kilit vardı ama açıktı. “İşte,” dedim, “beklediğim an geldi.” Kutuyu yavaşça açtım. İçi yabancı paralarla doluydu. Babam bize hep iktisadın ehemmiyetinden bahsederdi. Zor günleriniz için para biriktirin; ama asla cimri olmayın, derdi. Demek bu da babamın kumbarasıydı. Merakıma bir kere daha yenildim. Sayayım, dedim şu paraları; bakalım babam ne biriktirmiş? 200 Euro, 400 Euro, şöyle 1000, 2000, şunlarla 2300, 2350, 2360, 2370… Şu alttaki parayı da aldım mıydı, hıh işte tamam; hepsi hepsi 2380 Euro. İyi de babam neden böyle yabancı para biriktirsin ki? O sıra kutunun dibinde küçük bir kâğıt dikkatimi çekti. Yoldan çıkmıştım bir kere. Zaten esrarlı bir şey aramıyor muydum? İşte o an gelmişti. Tuttum kâğıdı aldım. Açtığımda gözüme çarpan ilk kelime beni adeta vurdu:
“Sevgilim'e kavuşmama 46 gün kaldı.” Çevirip kâğıdın arkasını okudum:
Uçak Bileti: 3450-2380=1070 Euro (Kalan)
1 yıllık pasaport harcı: 460 TL
Muhtelif masraflar: 1000 TL
Hediyelik :1000 TL
Neredeyse soluğum kesilecekti. Aman Allah'ım, babama ne oluyor böyle! Babamın annemden başka sevgilisi olabilir mi? Adeta şoka girmiştim. Hemen ortalığı düzelttim. Kitapları eski sırasında yerleştirdim. Hatıralık eşyaları yerlerine koydum.
O akşam babamın gelişini beklemeden yattım. Hâlbuki gece yarısı bile gelecek olsa babamı kapıda- karşılayıp yanaklarından öpmekten ne büyük zevk alırdım. Oysa şimdi. Hayalimde dev bir kale gibi duran babam birden yıkılıvermişti gözümde. Yıllardır hepimizi kandırıyordu ha! Zavallı annem, etrafında pervaneydi sanki. Ama babam ne yapmıştı? Başka birini sevmişti. Belki de bir yabancıydı bu. Pasaportlar, uçak biletleri, Eurolar… Aylardır televizyonumuzu tamir ettirmeyen babam bir de hediyeler alacakmış ona.
Yatakta bir sağa, bir sola dönüyordum. Uyku tutacak gibi değildi. İçim içimi yiyordu: Sevgili, pasaport, Euro, hediye, 46 gün… Offf, çıldıracağım.
O sıra kapı çalındı. Bizim yalancı gelmişti. Öyle ya, artık ona baba diyemezdim. Annemle ablam yine kapıda karşıladılar. Doğrusu acıyordum onlara. Benim bildiklerimi bir bilselerdi…
Sesi ilk defa buz gibi geldi. “Selamünaleyküm hanımlar, hayırlı akşamlar; bu ne güzellik böyle!” Aleykümselâmlar, hoş geldinler, nasılsınlar…
-Nerede bizim aslan parçası?
-İçeride, uyuyor; erken yattı bugün; hasta galiba.
-Allah Allah, beni karşılamadan yatacak kadar mı hasta yani? Dur şunu bir göreyim.
O sıra odaya yaklaştığını anladım. Hemen gözlerimi kapayıp uyuyor taklidi yaptım. Yanıma sokuldu. Elini alnıma götürdü, biraz tuttu; sonra eğildi alnımdan öptü. Yorganımı düzeltip yanımdan kalktı, dışarı çıktı.
Ertesi sabah kahvaltıda, okula giderken arabada ve dönüşte bizim yalancı babaya pas vermeyişimi bir gün önceki rahatsızlığıma yordular.
Demek benim kahraman babam, aslan babam buydu; bir sevgilinin peşine takılmış ve hepimizi ayakta uyutmuştu. Akşam yemeğinde mıymıntılık etmeden karnımı doyurdum; böylece “Neyin var, neden konuşmuyorsun, bir şeye mi canın sıkıldı?” gibi suallerinden, en önemlisi de bu sualleri beyefendiden duymaktan kurtuldum. Tam yemekten kalkacağım sıra bir sesle sarsıldım.
“Çocuklar…” dedi bizimki. “annenizle ben yemekten sonra sizinle önemli bir konu görüşeceğiz. Derse başlamadan beş on dakika bekleyiverin.”
Dünya başıma yıkılacak gibi olmuştu. İşte, beklenen an geldi diye düşündüm. “Annenizle ben, annenizle ben…” Bu iki kelime beynimi çatlatırcasına dönüyordu. Babamın bu sevgili muhabbeti, pasaport işleri, sebebi bilinmeyen hediye fonları boşuna değilmiş demek. Sınıf arkadaşım Sami'nin başına gelenler benim de başıma geliyordu kesin. Sami, annesiyle babasının bir akşam abisiyle kendisini karşılarına alıp boşanma kararlarını açıklayışlarını nasıl büyük bir üzüntü ve kızgınlıkla anlatırdı. Daha on yaşında bir çocukken parçalanan ailesi için nasıl da üzülüyordu…
Oturma odasına geçip kanepenin ucuna oturdum. Ardımdan odaya giren ablam da kanepenin diğer köşesine bıraktı kendini. “Neler oluyor böyle, bizimkiler bizimle ne konuşacaklar ki...” anlamlarına gelen mimiklerime ablam her zamanki umursamazlığıyla muzipçe dil çıkararak karşılık verdi. Tabiî işin aslından haberi yok. Ona göre bizimkilerin konuşacakları önemli mesele ya yaklaşan yaz tatili, ya son zamanlarda dersleri boşlamamız ya da bir türlü annemin istediği gibi toplanamayan odamızın dağınıklığı olabilirdi. Zavallı ablam, bizimkilerin açıklamalarını duyduğunda kim bilir ne kadar üzülecekti?
Az sonra bizimkiler odaya girdi. Müjdeli bir haber saklıyorlarmış gibi birbirine bakıp gülümsüyorlardı. On beş yıllık evliliğin ardından böyle pat diye boşanıvermek ikisini de böyle mutlu etmiş olamazdı. Boşanmalarda yalnızca çocuklar mı mutsuz oluyorlardı yoksa?
Açıklamayı beklediğim her saniyede gerildikçe gerilmiş, kenarına iliştiğim kanepenin kolçağını sıkı sıkıya sarmıştım. Burun deliklerimin genişlediğini, en arkadan itibaren dizi dizi kilitlenmiş dişlerimin çenemi acıtmaya başladığını ve nefes alış verişlerimin hızlandığını ise bizimki şu önemli açıklamayı yapmaya başladığı sırada fark edebilmiştim:
“Çocuklar…” diyordu, “üç hafta sonra yaz tatiline gireceğiz. Tatillerde insanlar ne yapıyor? Fırsat bu fırsat deyip dağa, denize gidiyor; maceraya, eğlenceye dalıyorlar. Biz ise artık biliyorsunuz her tatilimizde sevdiğimiz büyüklerimizin yanına gidiyoruz; dedenizi, babaannenizi, anneannenizi, dayınızı, halanızı, eski tanıdıklarımızı, komşularımızı, arkadaşlarımızı ziyaret ediyoruz. Bu, bizim vefa duygumuzun bir sonucudur. Onları hâlâ sevdiğimizin, bizim için önemli olduklarının, onları özlediğimizin bir başka ifadesidir. Bu yaz tatilinde de bunun gibi bir şey yapacağız.
Tamam, dedim içimden; yine ablamın dediği oldu. Bizimki asıl konuyu hâlâ gizliyor. Belki de bizi dedemize, dayımıza gönderip kendisi sevgilisinin yanına gidecek. O sıra bizimkinin tatil nutku devam ediyor:
-Bu sefer, bizim için çok daha kıymetli birini ziyarete gideceğiz.
Ablam duramadı, atladı:
-Kimi baba, kimi?
Bizimki hemen sır vermiyor:
Şimdiye kadar rüyalarınızda gördüğünüz biri…
Ablam bir yandan bastırıyor:
-Baba kimmiş; ne olur söyle artık!
-Bizim için Cennet'i bırakarak Miraç yolculuğundan dönen vefalı Peygamberimiz (SAV)'i…
Bu son cümle kafamı allak bullak etti. Her şey bir anda değişivermişti. Babamsa devam ediyordu:
-Hazırlıklarımız tamam: pasaport, uçak bileti, rezervasyonlar… Nasip olursa yirmi üç gün sonra o kutlu mekânlarda olacağız…
Kenetlenen dişlerim çözülmüştü. Kanepenin kolçağını sıkan ellerimle, şimdi hakkında ne kötülükler düşündüğüm babacığımın karşısında utanan yüzümü kapamaya çalışıyor, bir yandan da yanaklarımı ıslatan gözyaşlarımı siliyordum.
Allah'ın Sevgilisi (SAV), babamın da sevgilisiydi; hepimizin de sevgilisiydi.
O gece kırmızı kadife kutuyu son kez açtım. İçine gözyaşlarımla ıslanmış küçük bir kâğıt bıraktım. “Babacığım, Sevgilimiz (SAV)'e kavuşmamıza yirmi iki gün kaldı. Özel eşyalarını karıştırdığım ve hakkında kötü düşündüğüm için çok çok özür dilerim. Lütfen beni affet. Hakkını helâl et. Seni çok seven oğlun.”…
|