Modern İnsan, İdeolojilerin Kıskacında Yusuf Karagözoğlu Sayı:
69 - Temmuz / Eylül 2011
İnsanlık tarihi Hz. Âdem'le başlamıştır ve kıyamete kadar da devam edecektir. Sadece insanlık tarihi değil tevhid-şirk savaşı, zülum-adalet çarpışması, hakk-batıl mücadelesi de Hz. Âdem'le daha doğrusu Hz. Âdem'in oğulları olan Habil ile Kabil arasında cereyan eden ve kıyamete kadar sürecek olan mücadeleyle başlamıştır. İnsanlığın atası Hz. Âdem (AS)'ın Allah'ın halifesi olarak yaratılış kıssası Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle geçer:
“Hani Rabbin meleklere: Ben, yeryüzünde bir halîfe yaratacağım, demişti de melekler: Biz seni hamd ile tesbîh, takdis eder dururken yeryüzünde fesâd çıkarıp, kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın? demişlerdi. Allah da: Sizin bilmediklerinizi ben bilirim, buyurmuştu.” (Bakara / 30)
Allah (c.c), insanlık tarihi serüveninin iki zıt kutbunu temsil eden Hz. Âdem' in iki oğlunu yani Habil ve Kabili örnek veriyor. Sünnetullah gereği ilk tefrika, ilk kan dökmeyle beraber hak ve batıl çizgisi ayrışıyor. Habil ve onun yolundan gidenler tevhidin, özgürlüğün, adaletin sembolü olurken; Kabil ve onun yolundan gidenler şirkin, esaretin, zulmün sembolü oluyor.
“Onlara Âdem'in iki oğlunun kıssasını doğru olarak anlat. Hani ikisi birer kurban sunmuşlardı da; birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. O: Andolsun seni öldüreceğim, deyince (kardeşi): Allah, ancak müttakilerden kabul eder, demişti”.
“Beni öldürmek için elini bana uzatırsan; ben, seni öldürmek için elimi sana uzatmam. Muhakkak ki ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım.”
“Dilerim ki, sen benim günâhımı da, kendi günâhını da yüklenip cehennemliklerden olasın. Zâlimlerin cezası da budur.”
“Bunun üzerine kardeşini öldürmekte nefsine uydu ve onu öldürdü de, hüsrana uğrayanlardan oldu.«Sonra Allah, kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini göstermek için, ona yeri eşeleyen bir karga gösterdi. Yazıklar olsun bana, bu kar-ga gibi bile olmaktan âciz kaldım da kardeşimin ölüsünü ör-temedim, dedi. Pişmanlık duyanlardan oldu.” (Maide/27-31)
Bundan sonra insanlar yeryüzüne dağılıp farklı medeniyetler kurarak hayatlarını idame ettirecek, bu hayat sahnesinde başrolde oynayacaklar. Yeryüzünü kendilerine bahşedilen güç ve istidatla imar edecek, sonraki kuşakların istifadesine sunacaklar. Böylelikle ilk dönemde tarım ve ziraat gelişecek, daha sonra sanayi en sonunda da günümüze gelirken bilişimin geliştiğine şahit olacağız. Süregelen zamanda yaşayış tarzına göre toplumların şöyle bir sınıflandırıldığını görürüz. “İnsanlığın 35 bin yıllık kısa tarihinde ilkel toplum, tarım toplumu, sanayi toplumu ve bugün de bilgi toplumunu yaşamaktadır. İnsanlığın geçmişten günümüze küreselleşen süreçte her dönemin kendine özgü unsurları bulunmaktadır. Tarım toplumunun gücü insan ve 1000 küsur yılda gerçekleşti. Sanayi toplumunun gücü makine ve yaklaşık 300 yıllık bir geçmişi var, ancak bilgi toplumunun itici gücü bilgi ve 100 yıllık bir geçmişi var ve hızla yaygınlaşmaktadır.”(1) Bugünkü uygarlık ilim ve teknikte çok ileri düzeye gelmiş ama etiğini kaybeden bilim insanı bayağı nesneleştirmiş birer makine haline gelmiştir. Sanat cinselliğe kurban edilmiş, kutsal yok olmaya yüz tutmuş, ar damarı çatlayanlar mahremiyeti alabildiğince teşhir etmeye kalkışmış, toplumda ahlâkî erozyon baş göstermiş, toplumun temeli olan aile kurumu büyük yara almış, kişilerarası güven duyguları zedelenmiş. Herkes gündelik yaşamın medyatikleştiği sahtelikler üzerine kurulmuş bir toplumda sahnedeki rutin rolünü oynuyor. Hepimiz doğal olarak sergilenen aynı oyunun göstericisi ve seyircisi oluyoruz.
Geçmişten günümüze kâinatın gözbebeği olan insana sözüm ona çözüm sunmaya çalışan İslâm’a alternatif gibi görünen birçok beşeri çağdaş ideoloji ve düşünce sistemleri varolagelmiştir. Bu ideoloji ve düşünce sistemleri insanın anlam arayışının ürünüdürler. İnsanı bireyselleştiren, yalnızlığa iten ve kendine yabancılaştıran yönleri ağır basmaktadır. Belli başlıları Karl Marx'ın materyalist bakış açısı, Hegel'in faşist ve ırkçı teorileri, August Comte'nin ateist-pozitivist yaklaşımı, Adam Smith'in kapitalist tüketim anlayışı, Benito Mussolini ve Adolf Hitler'in nasyonalist ve ırkçı eğilimleri. Kısaca bu ideolojileri marksizm, faşizm, nazizm, kapitalizm, sekülarizm olarak sayabiliriz. İdeoloji ise, insan davranışlarını yönlendiren, inanç unsuruna dayanan, sosyal, siyasî ve ekonomik talepleri içeren fikir sistemidir. Dini afyon olarak gören marksizm ideolojisi emek-sermaye döngüsünde insanı üretim yapan bit meta olarak görür. Bu sistemin temelini diyalektik ve tarihsel maddecilik anlayışı oluşturur. Bu sistemde, bir sınıf veya toplumun üyesi olan insanın özel mülkiyet hakkı yoktur. İnsan tek başına bir anlam ifade etmez ancak bu sınıfın bir üyesi olduğundan mal ve eşyadan yararlanabilir. Dolayısıyla insanın mal ve eşya karşısında değeri o kadar düşmüştür ki özel mülkiyet hakkı elinden alınmıştır. Yani sermaye, para, meta bir topluluğa aittir. İslâm düşüncesinde ise servet edinme hakkı bir zümreye veya bir topluluğa has kılınmamıştır. Zekat, sadaka, nafaka, miras ve diğer yardımlaşma şekilleri servetin belli ellerde toplanmasını önleyen ve özel mülkiyetin yaygınlaştırılmasını sağlayan sadece İslâm'da bulunan tedbirlerdir. Şu ayet buna işaret eder. “Ta ki bu servet içinizden sadece zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın.” (Haşr / 7) İşte İslâm'ın sosyal adalet ve eşitlik anlayışı budur.
Faşizimdeyse militarizm, nasyonalizm ve şovenizm özellikleri hâkimdir. İtalyan faşiziminin Mussolinisi, iktidara zor ve güç kullanılarak geldiği için militarist yani baskıcı rejimini halka korku ve şiddet yoluyla benimsetmiş, topladığı asil, elit kesimin kadrosuyla iktidar ve yayılma politikası güderek özlem duyduğu devleti kurmayı amaçlamıştır. Daha çok miliyetçi ve şovenist söylemlerini gerçek hayatta uygulama yoluna gitmiştir. Alman nazizimindeyse Hitler, nasyonal sosyalizmi uygulama zemini bularak ırkçı antisemitist düşüncesini resmi ideoloji haine getirmiştir. Hem Hitler hem de Mussolini yönetici kadrolarıyla kurdukları milis birlikler ve gizli polis örgütleri ile toplum üzerinde terör estirdiler. “Öyle ki, kitlesel göç politikaları, cinayetler, savaş tutsaklarının topluca öldürülmesi, toplama kampları ve zehirli gazların kullanılması insanlık tarihine kara bir leke olarak geçti.” (2) Mussolini'nin uygulamaya çalıştığı sosyolojik olarak asil bir grubun iktidarı ele geçirip halk üzerine çöreklenmesidir. Hitler'in yapmaya çalıştığı şeyse biyolojik olarak yeni, saf ve ayıklanmış bir ırk ortaya çıkarmaktır. Bu faşist ideolojisi Darwin'in evrim teorisine dayanıyor. Çünkü Darwin insanların evrim geçirdikçe daha büyük kafataslarına sahip olacağını öne sürmüştü. Bu yüzden Naziler Alman ırkının üstün olduğunu gösterebilmek için kafatası ölçümlerine giriştiler. Nazi Almanyası'nın dört bir yanında, Alman kafataslarının, diğer ırkların kafataslarından büyük olduğunu gösteren karşılaştırmalar yapılıyordu. “Mussolini de amaç yönetenlerin üstünlüğü olduğu halde Hitler de amaç meydana getireceği arya ırkının üstünlüğünü(üstün ırk teorisi) ve Alman milletinin misyonunu yürütmektir.” (3) İslâm'da üstünlük vehbî değil yani kimseye verilmiş bir hak değil; aksine kesbîdir yani Allah'a halis kul olmaya çalışarak kazanılır. Allah katında insanın değeri, seçimi kendi elinde olmayan kan bağı, soyu, ırkı, milliyeti ile değil, çabasının sonunda kazanacağı ilmi, ahlâkı ve takvası iledir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu hususta şöyle buyuruluyor: “Ey insanlar, Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışasınız diye sizi milletlere, kabilelere ayırdık. Haberiniz olsun ki, Allah katında en şerefliniz, en takvalınızdır. Muhakkak ki, Allah, bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucurat/13) Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber (SAV) de insanların tekrar cahiliyye adetlerine düşüp üstünlük iddiasına kapılmamaları için meşhur Veda Hutbesi'nde bütün insanlığa şöyle sesleniyor: Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız birdir. Hepiniz Âdem'in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Arab'ın, Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerinde üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah'tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Azası kesik siyah bir köle başınıza emir olarak tayin edilse, sizi Allah'ın Kitabı ile idare ederse, onu dinleyiniz ve itaat ediniz.
Soy-sop, sınıf, kabile, ırk, ulus, meşrep, bölge üstünlüğü vb. tüm değerler cahili değerlerdir. İlk defa ırkçılık milliyetçilik güden iblis şeytandır. Aklı vahiyden öne çıkaran şeytan üstünlük psikolojisine kapılarak ateşin insanın mayası olan topraktan üstün olduğuna aldanarak kendince ırkçı bir kıyas yapmış Âdem’e secde etme yerine büyüklenerek Allah’a isyankâr olmuştur. “Andolsun sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere, Âdem'e secde edin! diye emrettik. İblis'in dışındakiler secde ettiler. O secde edenlerden olmadı. Allah buyurdu: Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir? (İblis): Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın, dedi. Allah: Öyle ise, "İn oradan!" Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık! Çünkü sen aşağılıklardansın! buyurdu.” (Araf / 11-13) İman kardeşliğini esas alan İslâm ise yeryüzünün neresinde yaşıyorlarsa yaşasınlar hangi kavme mensup olurlarsa olsunlar hangi renge sahip olurlarsa olsunlar bütün müminlerin birbirinin kardeşi olduğunu vurgulamaktadır. “Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin (18) ve Allah'tan korkup-sakının; umulur ki esirgenirsiniz.” (Hucurat / 10) Bu anlamda evrensel kardeşliğin sembolü olan hac farizası dünyanın her yerinden gelen dili, ırkı, rengi farklı inananları aynı kıble etrafında birleştiriyor. Müslümanlar bu evrensel inanç ailesinde ümmet olmanın bilincini idrak ediyorlar bir atomun elektronları nasıl çekirdek etrafında hareket ediyorlarsa da bu mahşerî kalabalığı temsil edenler de Kâbe'nin etrafında ilâhî cezbeye tutulurlar. Yine namazda amir-memur, işçi-patron, asker-komutan, zengin-fakir, statü farkı gözetmeksizin aynı secdeye başını koyarlar, tarağın dişleri gibi eşittirler.
Tüketim çılgınlığını empoze eden kapitalizmde ise ucuz işgücüyle yani bozuk gelir dağılımıyla serbest piyasada yüksek verim elde etmek amaçtır. Yani yüksek kazanç, maksimum kâr oranı. Bu kâr oranı, doğal olarak sanayinin temeli aşırı hırs ve servet tutkusu olan rekabet gücünü arttırırken toplumu aşırı lüks içinde yaşayan zenginler ve aşırı sefalet içinde yaşayan fakirler diye iki kutba ayırır. Böylelikle hammadde stokunu ellerinde bulunduran zengin kapitalist azınlık kasalarında servet biriktirirken sömürülmüş çoğunluk kalplerinde onlara karşı kin ve nefret duygusu biriktirirler. “Pazar piyasasında üretimin artması için hammadde kaynaklarına nüfuz etmek lazım. Düşük hayat seviyesi, ücretlerin azlığı ve kapitalin küçük bir grubun kasalarında birikmesi tüketimin artmasını engellemektedir. Bu yüzden kapitalistler, dışa açılarak yeni piyasalar bulmak ve birikmiş olan üretim mallarını pazarlamak diğer ülkeleri sömürmeye çalışırlar. Bunu da küreselleşen dünyada bir ahtapot misali her tarafa yayılan kollarıyla açgözlü emperyalizm yandaşlarıyla beraber yaparlar. Öyle ki, hammadde kaynaklarını ele geçirmek için savaş açmak normal gözükür.” (4) İslâm düşüncesindeyse, ferdin mülkiyeti vardır; fakat kapitalizmdeki gibi ferdin mülkiyeti özendirilip mal stokçuluğu, karaborsacılık gibi gayri meşru yollarla toplumun yoksullaştırılması kabul edilemez. İslâm kişinin helal yollardan kazandığı malda toplumdaki fakirlerin hakkı olduğunu beyan eder. Malın temizlenmesi için ihtiyaç sahiplerinin hakkı da zekât, sadaka, infak gibi yollarla verilmelidir. Aksi takdirde toplumda yaşayan aç olarak ölen kişinin katili o toplum olmuş olur. Mal Allah'ın insanlara emanetidir, o mal Allah'a varmak için araç olarak kullanılmalı; yoksa mal ve servet sahibi olmakla övünen, kibirlenip azgınlaşan Karun gibi amaç etmemeli servet biriktirmeyi. Kur'ân'da anlatılan Karun kıssasında, kapitalist ruhlu bu adamın kendisine bahşedilen servetin ilim ve gücü sayesinde verildiği zannına kapıldığı yer alır. İlgili ayetlerde kavminin karşısına şımarık bir şekilde debdebeyle çıkan malında ahiret yurdunu aramayıp sadece dünya hayatının geçici zevkini arayan bu kişinin hazin sonu herkese ibret olur. Kıssanın sonunda servetine ve gücüne güvenerek, Allah'a isyan eden Karun'un, evi barkı ve servetiyle birlikte yerin dibine batırıldığını öğreniyoruz. (5)
Türkiye'de lâiklik görünümü altında uygulanan sekülarizmden bahsetmek istiyorum. İngilizce 'secularism' ve Fransızca 'laique' sözcükleri Arapça'ya 'el-ilmaniyye' kelimesiyle çevrildi. Çeviriyi yapanlar din ile ilimi hristiyan batının anladığı gibi birbiriyle çelişen iki olgu olarak algılamışlardır. Ortaçağda kilisenin bilim adamlarına yaptığı işkenceler, zorbalıklar hatırlanırsa din ile bilimin başlayan kavgası daha iyi anlaşılır. 'El-ilmaniyye' kelimesinin doğru tercümesi 'dinsizlik' yada 'dünyevilik'tir. Ayrıca sekülarizm toplumda bilimi, laik ahlakı, pozitivist felsefeyi, hâkim kılmayı amaçlar. Ne yazık ki, bilimin ve bilim adamlarının sömürgeci güçlerin hegemonyasında olmasından dolayı nükleer santraller, misket bombaları, atom bombaları, öldürücü ışınlar, zehirli gazlar vb ürpertici bilimsel ve teknolojik gelişmeler hem doğal yaşamı hem de mazlum halkları tehdit etmektedir. Yine genetik alanındaki kopyalama çalışmaları, insan genleriyle oynanıp farklı melez ırk oluşturma girişimleri dünya tarafından kaygıyla izlenmekte. Velhasıl-ı kelam bilim zalimin elinde mazluma kan kusturma aracı olmakta, ıslah yerine bozgunculukta kullanılmakta, işgalci çapulcuların maşası olmaktadır. "Genel itibariyle sekülarizm; dinin sosyal yapıdaki otorite ve geçerliliğini yitirmesi, doğaüstü olayların tabiî ve dünyevî olaylarmış gibi algılanması insan aklının dinî ve metafizik bağlardan kurtarılması ve dinin bir vicdan meselesi haline gelmesidir.” (6) Daha özel anlam ifade eden laiklik kavramı din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Türkiye'de diyanetin varlığı ve resmî din ideolojisi bunu gösteriyor zaten. İslâm ülkelerine ithal edilen bulaşıcı mikroptur lâiklik. Lâikliğin kaynağında düalizm yatar. Fransızcası 'düalizm', Arapçası 'seneviyye', Türkçesi ise ikiciliktir. Din-devlet, tanrı-sezar, ruhani-laik, ruh-beden, akıl-kalp ayırımının temelinde düalizm yatar. Hayatı, zihni, kalbi, aklı ikiye bölen İkicilik(düalizm) Bircilik(tevhid) "Düalizm, asırlarca önce İslâm akaid kitaplarına şöyle girmiştir: Seneviyye; iki tanrıya inanan batıl bir görüştür. Tanrıların biri hayır, diğeri şer yaratır. Biri iyilik, diğeri kötülük yaratır. Birinci tanrı nur, ikinci tanrı ise zulmettir. Bu batıl akım, İslâm inancına tamamen karşıdır.” (7) Hâşâ söz edildiği gibi birçok ilâh olmuş olsaydı, aralarında çıkabilecek anlaşmazlıklardan, yer ve gökte bütün işler bozulup alt üst olurdu. Çünkü yerde ve gökteki nizamı uyum birliğini gerektirmektedir; bu da ancak yaratanın, tedbir edenin tek olmasıyla mümkündür. “Eğer yer ile gökte Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, bunların ikisi de muhakkak fesada uğrar yok olurdu. O halde Arş'ın Rabbi olan Allah, onların vasfetmekte oldukları şeylerden (bütün noksanlıklardan) beridir, münezzehtir.” (Enbiya / 22)
Lâik toplumda kapitalist kültürün izlerini görmek mümkün. Aileyi hedef alan çocukların ahlâkını bozucu televizyon programları reyting yaparken malın reklâmı ve sürümü için kadının cinselliği kullanılarak vitrinler süsleniyor kapitalizmin kutsal tapınakları olan alışveriş merkezleri daha çok tavaf edilsin, öyle ki alışveriş tutkusu doruğa çıksın, hedonist fertler yetişsin ilâhı haz olan hevasını tanrı edinen fertler. Başıboşluğun, ruhî bunalımın ağındaki nihilist, bireyci, egoist insan profilleri çoğalsın ki gündemden kopsunlar. Sadece gündemden değil, fıtratlarından da kopsunlar, seküler profan, modern kuşak yetişsin. Kıblesi futbol olanlar, kadına kul olanlar, paraya eşyaya secde artsın. Birden fazla ilâh edinilsin, birden fazla kıble olsun.
Ne yazık ki, günümüz insanı modernitenin beraberinde getirdiği yabancılaşma kavramı içinde özbenliğini kaybetmektedir. Öylesine bir hale gelmiş ki, kendine, topluma, tarihe, en önemlisi fıtratına yabancılaşmış. Hayatlarını anlamsız ve amaçsız bir hiç uğruna heba ediyorlar. Zaman sicili bozuk kentlerin ayyuka çıkan rezaletlerine şahit oluyor. Yeryüzü kendisinde taşan engin maveranın sesine kulak tıkayıp zevk ve hazzın esareti altına giren zavallıları ağırlamaktan usanmış. Artık yolcusunu kaybeden bu gemi selamet limanını arıyor, tıpkı Nuh'un(AS) gemisi gibi. Kendisine inananları tufandan kurtarmak istiyor. İbrahim'in (AS) baltasıyla yüreğindeki tüm putları devirecek. Musa( AS) gibi bir önderin asasıyla iman denizinin önündeki tüm küfür dalgaları yarılacak. İsa'nın (AS) şifalı üfürüğüyle rahmet esintileri içinde insanlık yeniden hayat bulacak. Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed Mustafa (SAV)'nın getirdiği ilâhî mesajla yeryüzü saadet devrini yeniden yaşayacak. Tabii ki, kendini kaybeden insanın yeniden özüne dönmesi için, kendisini kurtarmaya gelen kervanı sabırla beklerken, kuyusunda Yusuf (A.S) gibi temiz kalması, fıtratının bozulmaması lâzım.
İnsanoğlu varolduğundan beri etrafındaki âlemi tanımak istemiştir. Bu insanın fıtrî bir özelliği olup, hâlâ devam etmektedir. İnsanın kendini ve kendi dışındaki her şeyi, yani bütün âlemi anlama, tanıma serüveni hâlâ bütün canlılığıyla devam etmektedir. Bu anlam arayışı serüveninde kimi zaman akıl girdabına sürüklenmiş, kimi zaman haz peşine sürüklenmiş, kimi zaman da anlamsız boşluğa sürüklenmiş. Tarihsel süreç içerisinde yeryüzüne gönderilen insanoğlunun burada gurbette olduğu sılaya (asli vatanına) yani cennetine kavuşmak için özlem içinde olduğu unutulmamalıdır. İşte bu özlem kişiyi nasuti olandan lahutî olana doğru bir arayış içerisine sokar. Nasutîden kastımız insana ait olan özelliğin, lâhutîden kastımızsa ilâhî bir özelliğin vurgulanmasıdır. Ruh lâhutî, nefis ise nasutidir. İnsanların özünü yani canı nefis ve ruh teşkil etmektedir. Her ikisi de benliğin birer parçasıdır. Ayetten mayası çamur olan insana ilahi ruh üflenmesiyle hayat bulduğu, cismaniyetinin tek başına değersiz görüldüğü, ruhsuz birer et parçası olduğu anlaşılıyor. “Rabbin meleklere demişti ki: 'Ben, kuru bir çamurdan şekillendirilmiş bir balçıktan bir insan yaratacağım. Onun yaratılışını tamamladığım ve içine Ruhumdan üflediğim zaman, onun için secdeye kapanın.” (Hicr/28-29) Bazı alimler, “Nefis hamuruna, heva, şehvet ve kötülüğe meyil karışmıştır. Âdemoğluna nefsinden daha düşman bir şey yoktur. Nefis dünyadan başkasını istemez. Dünya da yalnızca nefsi arzular. Ruh ise ahireti ister, onu tercih eder. Heva nefse tabidir. Şeytan ise nefse ve hevaya tâbidir. Melek, akıl ve ruhla birliktedir. Yüce Allah ilhamla, tevfikle akıl ve ruhu korur." (8) demişlerdir. (Kaf Suresi 16.) “İnsanı biz yarattık... Biz ona şah damarından daha yakınız.” ayetinin belirttiği gibi ruhun bizdeki varlığı ile Yüce Yaratıcı bizimle hep beraberdir. Ruh Allah'ın bize emanetidir; bu ağır emaneti kirletmeden pak ve temiz bir şekilde Cenab-ı Mevlâ'ya teslim edersek iyilerin amellerinin kaydedildiği illiyyine, yok emaneti kirletirsek (Allah muhafaza) kötülerin amellerinin kaydedildiği siccine yazılmış oluruz (9). Nefsini kişinin suretidir nefsi dizginleyebilir İnsanoğlu cismaniyetiyle değil ruhaniyetiyle kıymet alır; maddeden manaya, nasuttan lâhuta, cevherden öze inmeyle insanı kâmil olunabilir.
İnsanoğlu ruhlar âlemindeyken Rabb Teâlâ onların zürriyetlerinden misak almıştır. Kur'ân'da bunu konu alan ayet şöyle: “Hani Rabbin; âdemoğullarının sulbünden soyunu çıkarmış ve kendilerini nefislerine şâhid tutmuş: Ben, sizin Rabbiniz değil miyim? demişti. Onlar da demişlerdi ki: Evet, biz buna şahidiz. Kıyamet günü: 'Bizim bundan haberimiz yoktu, demeyesiniz.' Veya 'daha önce sadece atalarımız şirk koşmuştu, biz ise, onların ardından gelen bir nesiliz, bizi bâtıl işleyenlerin yaptıkları yüzünden helâk eder misin?' demeyesiniz.” (Araf/172-173) Bu geçmiştekileri ve kıyamete kadar gelecek olanların hepsini kapsamaktadır. Allah (Azze ve Celle) âdemoğullarıyla fıtri bir sözleşme veya akit yapmış onları ilâhî hitaba mazhar kılmış kendi kendilerini şahid kılmış, şirk koşmamak ve Allah'tan başkasını rab, ilah edinmemek, sadece Yaradan'a kulluk yapmak olan zamanlarüstü ve mekânlarüstü değişmeyen tek hakikat olan tevhidî akit konusunda insanoğlundan misak almıştır.
Kendimize dönelim. Kâinatın göz bebeği insana. Bitki, hayvan canlı cansız tüm varlığın kendisi için yaratıldığı, kendisinin de Allah'a kulluk için yaratıldığı eşrefi mahlûkata. Yaşantımızı sorgulayalım, bu anlamsız ve amaçsız gidişat mezara kadar mı sürecek? Uyanmayacak mıyız derin gafletten? Fıtratın sesini şeytan ve nefsin esaretine mi vereceyiz yoksa kalbimize ve aklımıza iman iktidar olamayacak mı? İki cihanda mutlu olmak için nefsimizi ve neslimizi ateşe mi atacağız. Söyler misiniz iki günlük dünya hırsımızı frenlemezsek nasıl kazanırız ebedi cenneti?
Kaynaklar
1-Bilgi Toplumuna Geçiş ve Sorunları /Prof. Dr. Yaşar Tonta
2-Wikipedia Ansiklopedisi
3-Umrandan Uygarlığa /Cemil Meriç /İletişim Yy
4-Çağdaş İnsanın Açmazı /Muhammed Bakır Es-Sadr/ Bilgeadam Yy
5-Bakınız: Kasas Suresi /76-82. Arası Ayetler
6-Laiklik Yargılanıyor/ Rauf Pehlivan/ Gonca Yy
7-İslam'da Dini Tefekkürün Yeniden Teşekkülü/ Muhammed İkbal
8-Darulkitap.com İnternet sitesinden alıntı 9-Bakınız: Mutafififin Suresi /720 Arası Ayetler
|