BATININ MEDEN? VAH?ETY Yusuf Karagözoğlu Sayı:
63 - Ocak / Mart 2009
Medeniyet kavramından söz etiğimiz zaman genelde aklımıza batılılaşma, çağdaşlaşma, muasırlaşma gelebilir. Medeniyetten kastımız Batıysa Batı, bilimde en ileri teknolojide en yeniyi yakalamış çağın zirvelerine tırmanmış denilebilir. Ama bazılarına göre sosyal alandan tutun da siyasal ekonomik kültürel ve ahlâkî alana kadar hemen hemen her alanda taklit edilecek tek medeniyettir. Sanki her şeyiyle örnek alınacak bir medeniyetmiş gibi; ama gelin görün ki Batı sosyal bir çöküş içinde ahlâkî dinamikleri çürümeye yüz tutmuş, toplumun çekirdeği olan aileler bir parçalanma eşiğine gelmiş, kişisel ilişkiler bir çıkar hesabı içinde yürümekte, insanların emeği kapitalist bir döngü içinde heba olmakta, azınlığın çoğunluğa tahakkümü söz konusu olmaktadır.
Yani Batı medeniyeti bir isyanın, bir tuğyanın bir manevî boşluğun içerisinde kıvranmakta adeta bir kaos yaşamaktadır. Her saniye bir hırsızlık, ırza tecavüz, cinayet, soygun vb. suçlar işleniyor; her geçen gün bu suçlar kabararak artmakta bunların önü alınamamaktadır. Oysa bu kadar suç; kanunlar, cezaî yaptırımlar yürürlükteyken işlenmektedir. Bir de kanunlarının askıya alındığını düşünün işte o zaman batının çöktüğü an olur. Batı toplumu küçük yaşlarda alkol kullananların, sokakta güpegündüz tecavüze uğrayan kadınların, evli olduğu halde birbirini aldatan çiftlerin, aile sevgisinden yoksun büyüyen çocukların, yaşlı ebeveynlerini bakımevlerine terk edenlerin, kurtuluşunu intihar etmekte bulanların çoğunlukta olduğu toplum tipidir. İşte bize yıllardan beri örnek gösterdikleri batı medeniyetinin içler acısı hali her geçen gün kan kaybeden bir hasta gibi. Hayat damarları kesilen hasta nasıl olur da başka toplumlara hayat verebilir ki?
Aslında batı medeniyeti zorla da olsa ayakta kalmayı başarmış. Ayakta kalmasının sebeplerini şöyle sıralayabiliriz: İlk olarak insanlık adına utanılacak katliamları ve vahşetleri yapmasıdır, diyebiliriz. Bu amacını da örtbas etmek için medeniyet, kültür ve uygarlık yalanlarına sığınır. Amerika Irak’a Saddam Hüseyin’in kitle imha silâhları barındırdığı yalanıyla saldırmıştı. Ama bu iddianın altında zannettiği gibi bir sonuç çıkmamıştı. Bu sadece ABD’nin uydurduğu önceden hazırlanmış bir senaryoydu. İkinci olarak Batı düşman olmadan ayakta duramaz, düşman olmazsa bile kendi kendine bir düşman uydurmasıdır, diyebiliriz. ABD’nin 11 Eylül saldırılarını bahane ederek tüm Müslümanları potansiyel suçlu yani terörist ilan etmesi buna bir örnektir. Böylelikle yaşanan global dünyada Müslümanlar için psikolojik tacizler haksız yere tutuklamalar, fişlemeler başlayacaktı. Daha sonra da bunu takiben İslâm’ı terörizmle yan yana getirme çabaları ardından da Batının İslâm’a duyduğu kin ve öfke neticesinde bunlar bahane edilerek dünya bir medeniyetler çatışmasına doğru itilecekti. Tüm bunlarla birlikte diyebiliriz ki Batının medeniyet tarihi katliamlarla sömürülerle, yalanlarla talanlarla, işkencelerle, tecavüzlerle, işgal ve istilâlarla yazılmış bir tarihtir. Tarihi böyle yazılmış bir medeniyet doğal olarak barbar ve vahşi bir medeniyet haline dönüşür. Yıllarca sömürgeleştirilip aç bırakılan Afrikalıların bu duruma gelmesi Batı medeniyetinin içyüzünü bize gösterir. Misyonerliği Afrika’ya götürdüğü sıralarda sömürgeleştirilen Afrikalı gençlerin şöyle itirafları vardır:
"Önceleri biz toprağa sahiptik, onlar (misyonerler) ellerinde İncil taşıyorlardı. Ama şimdi onlar toprağa sahip oldular, bizleri de ellerlimizdeki İncil ile baş başa bıraktılar. Hâlbuki İncil’de kiliseye bağlı cemaatlerden para ve mal toplamaya dair hiçbir ayet yoktur. Ama misyonerler büyük küçük demeyip herkesten para topluyorlar. Kendileriyle birlikte ibadet ettiğimizde bizlere gözümüzü havaya dikmemizi tembihliyorlar; ama kendileri yere bakıyorlar. Çünkü toprağa tamahları vardır. Hep düşündükleri de zaten toprak sahibi olmaktan ibarettir. Gökleri sana veriyorlar ki toprağı kendileri alsınlar."(1)
Hâlbuki zenci ırkı Batı tarafından hep hor görüldü, ikinci hattâ üçündü sınıf insan muamelesi gördü. Sosyal hakları ellerinden alındı. Bir kimlikleri bile yoktu zencilerin. Buna rağmen bir kısmı Batının vaatlerine kandı, bir kısmı da misyonerliğe kapılarını açtı. Sonunda her ne kadar pişman olsalar da balık bir defa oltaya takılmıştı. Ama artık Batı medeniyeti denilince akıllarına hemen eski adıyla sömürgecilik yeni tabirle emperyalizm ve misyonerlik geliyordu. Çünkü sömürgenin canlı tanıklarıydılar ve aynı zamanda üzerlerini kuşatan sömürge mikrobu en çok onların kanını içmişti.
"Batının zulmünü ve vahşetini anlamak için uzağa gitmeye gerek yok. Yakın tarihe bakmak yeterlidir. İngilizler, Hindistan’ı sömürgeleştirdikleri sırada kendi tekstil mallarını korumak için yerli olan Hint kumaşının üretimini ve satışını tamamen yasaklamak amacıyla sömürge valisinin emriyle tam kırk bin Hintli tekstil ustasının kollarını kesti. Fransızlar da, sömürmek için gittikleri Cezayir’de direnişle karşılaşınca halkın kanına girmişler; çoluk çocuk Cezayirlilerden oluşan on binlerce insanın kulağını kesip içki fıçılarına doldurmuşlardır. Yapılan katliamlar sonucunda tam 1,5 milyon Müslüman katledilmiştir. Sovyetler Birliği de, sömürmek üzere gittiği Afganistan’da 1,5 milyon Müslüman’ı şehit etmiştir. Ama burayı sömürmeyi başaramamıştır. Sırplar da esir aldıkları Boşnak sivil ve askerleri kurşuna dizip öldürdükte sonra üzerlerine asit dökmek suretiyle tanınmamalarını sağlamak için de üzerlerine beton dökerek kazdıkları kuyulara atmışlar."(2) Şimdilerdeyse, Irak’ı kontrol altına almak isteyen büyük şeytan Amerika "Oraya insan haklarını, demokrasiyi getireceğiz." vaatleriyle işgal etti. Tabii ki, Irak’ı işgal etmekle kalmadılar. Üzülerek söylemeliyim ki, bacılarımızın namusunu kirlettiler, dünya seyrederken kardeşlerimize bin bir türlü işkenceyi yaptılar. Ebu Gureyb hapishanesinde gizli işkence odalarında yüzlerce, binlerce suçsuz tutuklu Iraklı insanlık dışı işkencelere maruz kaldı. Bütün bunlara rağmen Amerika Irak’ta Vietnam’daki gibi batağa battı. İstediği sonucu alamadı. Biz yakın tarihten biliyoruz ki, Vietnam’a işgale giden emperyalist Amerika, Vietnam ordusunu yenilgiye uğratamayacağını anlayınca orayı bombalamaya başlamıştı. Kimyasal silâhların da kullanıldığı bu savaşta 2 milyona yakın Vietnamlı ve 50 binden fazla Amerika askeri ölecekti. Şu an ABD Irak’ta da Vietnam türü bir bombalama harekâtı başlatmış. Hedef saptamadan, çoluk çocuk demeden rastgele evleri bombalıyor. İşte Iraklı küçük Zeynep’in çığlığı! Azıcık vicdanı olan, bu küçük kızın feryadına kulak versin. İşte o minicik kızın dudaklarından çıkan büyük sözler:
‘’Demokrasi bizim eve de isabet etti. Bir gün sonra anladım koptuğunu ayaklarımın. Tam on sekiz adet insan hakları saymışlar vücudunda babamın. Annem yoktu zaten ben doğarken ilâç yokluğundan ölmüş. Ambargo dediler ya...’’ İşte demokrasi, insan hakları böyle girdi oyun yaştaki Iraklı çocukların hayatına. Onlara açlıktan, hastalıktan, kandan, ölümden ve tutsaklıktan başka bir şey getirmedi. İnşallah mazlumların bu feryatları zalimlerin sonunun geldiğinin işaretleri olacaktır. Yaşanan zulümatlar nura gark olacak. Karanlık gece yerini aydınlık sabaha bırakacak. "Allah iman edenlerin velisidir, Onları zülumatlardan (karanlıklardan) nura çıkarır. Küfredenlerin velisi ise tağuttur, Onları nurdan zülumatlara çıkarır. İşte onlar cehennem halkıdır. Orada ebedi kalacaklardır’’(Bakara/257).
Hemen her konuda aslan kesilen dünya halkları nedense bu işgali, bu zulmü görmemek için kör; duymamak için sağır kesilmişti. Emperyalist Amerika, Irak’ı işgal etmekle kalmadı, Müslümanların tarihî ve kültürel değerlerini, sanat eserlerini, ibadet yerlerini yerle bir ettiler. Dağılmış yüreklerimizi tarumar ettiler. Bilincimizi köreltip ümmeti dünyadan, gündemden habersiz, ölü bir bedene çevirdiler. Öyleyse inancımızı bileyip yüreğimizde özgürlük tutkusuyla kuşanarak tağutları alaşağı etmeliyiz. Ümmet bilinciyle hareket edip diriliş muştusuyla yola çıkmalıyız. Yılmadan, korkusuzca, içimizde büyüttüğümüz umutlar yarınlarımız olmalı, dilimizde hep bitmeyen kavga türküleri söylenmeli ki, kardeşlerimize yapılan zulümlerin hesabını soralım. İşte o zaman yarınlarımıza alnı ak, yüzü pak bir şekilde çıkacağız. Yüreğimiz kardeşlik meşalesiyle yanacak, ruhumuz aynı acıyı paylaşacak, dilimiz aynı duaya eşlik edecek.
Irak’ta tarihî haçlı zihniyetinin açtığı yaralar, yaptığı talanlar, yıkımlar ancak bir İslâm kardeşliği, bir ümmet şuuruyla aşılabilir. Ne zaman bu şuur kaybolduysa, parçalanma baş gösterdi. Sonuçta Müslümanların kutsal değerleriyle savaşıldı. İslâm’a duyulan kin ve öfke neticesinde İslâm medeniyetinden kalan eserler yağma edildi. Böylelikle emperyalizm bir kez daha kanlı ve çirkin yüzünü göstermiş oldu. Bütün bunları göz önüne aldığımız zaman şu ayetin ne kadar da manidar olduğunu anlarız. Yüce Allah(c.c) ayette şöyle buyuruyor:
"Onlara yeryüzünde bozgunculuk yapmayın denildiği zaman: "Biz ıslah edicileriz (düzelticileriz) derler. Haberiniz olsun ki, onlar bozguncuların ta kendileridir. Fakat farkında değillerdir’’(Bakara/11–12).
Emperyalizmin olduğu yerde Siyonizm’den bahsetmemek olmaz herhalde. Çünkü Siyonizm emperyalizmle işbirliği halindedir. Geçmişte güçsüz olan Yahudilerin ırkçı emelleriyle Filistin’i işgal ettikten sonra İsrail devletini resmî olarak ilk tanıyan devlet Amerika’dır. Geçmişten gelen bu dostluk siyasî, askerî ve ekonomik olarak ilerde pekişecekti. Örgütsel anlamda kurulan mason locaları, lions kulüpleri ve rotary kulüpleriyle de hız kazanacaktı. Arz-ı mev’ud (vaat edilen topraklar) hayaliyle yaşayan Siyonist Yahudiler daha sonra Filistinlileri yurtlarından edecektiler. Böylece ümmetin tarihî kutsalları olan Kudüs ve Mescid-i Aksa Müslümanların elinden düşecekti. Siyonistler Filistin’i dışarıdan kuşatıp işgal ederken içte de kukla Arap yöneticileri Filistin davasına ihanet ettiler. Filistin davası intifadayla hız kazanacak, tüm ümmete mal olacaktı.
ABD’nin Irak’ta yaptığından daha zalimcesini İsrail yıllardır Filistinliler’e yapmaktadır. İsrail askerleri Müslüman erkeklere işkence yapıyorlar, onları hapislere atıyorlar; çocuk kadın demeden sokakta rastgele silâhlarla ateş açıyorlar. Ayrıca istimlâk bahanesiyle evleri dozerlerle yerle bir ederek aileleri evsiz, yurtsuz bırakıyorlar. Neticede mülteci kampları her geçen gün bu çaresizlerle doluyor. Velhasıl İsrail Filistin’de bir insanlık ayıbı işliyor. Filistin’de yapılan vahşetler bir çığlığa dönüşüyor. Bu çığlık da yüreğimizde düğümlenip acıya dönüşüyor.
Filistinli mücahitlerin sapan taşlarıyla zalim İsrail askerlerine karşı verdiği mücadele Filistin direnişinin canlı örnekleridir; ama ne yazık ki, İsrail askerlerinin ellerindeki güçlü ve modern silâhlara karşı durmaları çok zor. Askerler tarafından acımasız bir şekilde vurulurken Birleşmiş Milletler, insan hakları örgütleri sadece seyretmekle yetiniyorlar. Kudüs’ü, Mescid-i Aksa’yı Siyonist Yahudilerin ellerinden kurtarmak tüm ümmetin boynunun borcudur. Küfür tek milletse Müslümanlar da bir vahdet etrafında birleşmeliler. Bir beden olan ümmetin bir yerinde bir ağrı, bir sızı varsa tüm Müslümanlar bu elemi kendi içlerinde hissetmeliler. "Size ne oluyor da Allah yolunda ‘Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar. Katından bize bir yardımcı lütfet.’ diyen zavallı çocuklar, erkekler ve kadınlar uğruna savaşmıyorsunuz?’’(Nisa/75)
Neticede işgalci tağutî güçler, sözde demokrasi, özgürlük, insan hakları götüreceğiz, dedikleri yere şu acı tabloyu bırakarak terk ediyorlar: Harabeye dönmüş evler, açlık ve susuzlukla kıvranan aileler, ilaç ve gıda yokluğundan ölmüş bebeler, zulüm ve işkenceye uğramış insan bedenleri, talan edilmiş yuvalar, çaresiz boynu bükük insanlar ve yağma edilmiş şehirler... İşte batı medeniyetinin yaptıkları ve ardından kalan acı bilançolar...
"Zulmedenler yakında nasıl bir inkılâpla devrileceklerini bileceklerdir’’(Şuara/227).
Artık emperyalizmin, siyonizmin ve uşaklarının ümmete dayattığı bu küresel zulme, bu küresel zillete ve aşağılanmışlığa karşı kıyama durmalıyız. İslâmî direnişi kalbimizde ve ruhumuzda hissedip harekete geçmeliyiz ki, diri olduğumuzun bilincine varalım. Uzun soluklu bu tevhidi yürüyüşte İslâmî kimliğimizi gelin yeniden inşa edelim, yüreğimizin pasını vahiyle eriterek bir samimiyet sınavı verelim. Daralan ruhumuz Rahmanî iklimde yeniden hayat bulsun. O zaman göreceğiz ki toplumda zulmün yerini adalet, esaretin yerini özgürlük, haksızlığın yerini eşitlik almış. Böyle bir toplum inşa etmek istiyorsak kendi medeniyetimizi kurtuluş reçetesi olarak görmeliyiz. Aksi halde köklerinden beslenmeyen ağaç gibi yavaş yavaş canlılığımızı kaybeder, ardından hayat damarlarımız kurur.
Gelin kulluk bilinciyle hareket edip dirilişin tohumlarını serelim yüreğimize. Varoluşun kavgasını verelim olağanca hızıyla. Benliklerimizde yeniden hayat bulsun vahyin sıcaklığı. Yeniden yeşersin aramızda kardeşlik tohumları. Anlasın o zaman müstekbirler; soylu direnişimizi, yılmayan onurumuzu, tükenmeyen sabrımızı ve bitmeyen kavgamızı. İşte o zaman Allah’ın nusreti imdadımıza yetişecek, hak batıla üstün gelecek, yeryüzüne Allah’ın salih kulları varis olacak. Bu durumu şu ayet ne güzel açıklıyor:
"Biz de istiyoruz ki, yeryüzünde güçten düşürülenlere(ezilenlere) lütufta bulunalım, onları önderler yapalım ve mirasçılar kılalım. Ve istiyoruz ki onları yeryüzünde iktidar sahipleri olarak yerleşik kılalım.’’(Kassas/5-6)
Kaynak:
1: AFRİKA DRAMI, İMADÜDDİN HALİL, İNSAN YAYINLARI
2: BATIDA İSLÂM İMAJI, VEDAT SAĞLAM, BİRLEŞİK YAYINCILIK
|