Bakla Halis Arlıoğlu Sayı:
81 - Temmuz / Eylül 2014
Yaşça benden küçük ama ilim, irfan, edep, erkân ve fazilet cihetinden büyük olan bir can dostumun haklı ve yerinde bir tavsiyesi oldu. Doğrudan değil, fakat dolaylı olarak ‘dilimin altına bir bakla koymamı’ önerdi. Çünkü bendenizin kullandığı ifâde, uslûp ve yazı dilinin çok sert cümleler içerdiğini, küfre, hakarete varan galiz sözlerin olduğunu söyledi. Aslında bu tarz konuşma ve yazmakta olanların genelde; kendi aczini, çâresizliğini ve o konularda hiç bir yeteneği, kabiliyet ve kapasitesinin olmadığını göstermiş olacaklarını ve muhâtabına karşı savunduğu dâvâsını fikrî plânda anlatacak bir donanıma, sahip olmadığının göstergesi olduğu şeklinde tavsiyelerde bulundu. Kendisine minnet ve müteşekkir olduğumu belirtip, bu haklı tavsiyelerine uymaya çalışacağımı ifade ile, bir de işin “fıtrat “yönünün olduğunu ve bu şekil tavsiyelerin doğru olması yanında, öylesi bir yapının kolaylıkla terk edilmesinin pek de mümkün olmayacağı şeklinde bir hayli konuşmamız oldu. Her ne kadar kendilerine hak vermekle birlikte bu olayın çok çeşitli faktörlerinin olduğunu ve sanıldığı kadar kolay terk edilemeyeceğini söyledim. Gerçi onun önerdiği konularda yetersiz, yeteneksiz olsam da; cedel, çekişme, tartışma ve diyalaktik gibi konularda pek de pasif ve yeteneksiz olduğum söylenemez diye düşünmekteyim. Olayı nefsanî boyutta görmüş olsak ta o konuda söylenecek bir hayli şeylerin olduğunu sanıyorum.
Ayrıca bendenizin şimdiye kadar her hangi bir yerde ve şekilde, öyle yüce bir dâvâyı temsil ve üstlenme gibi bir iddia ve ifadem hiç olmamıştır. Dâvâ kim biz kimiz? Üstelik kendisini insanların en ednâsı olarak gören ve o yolun kıtmîri bile olmayan bir kimse, nasıl böyle bir iddia ve ifadede bulunabilir? Yazı ve ifadelerimde haddi aşan, beni ona zorlayan, tahrik eden bir sürü sebepler yanında, en aziz değerlerimize yapılan her tür saldırı ve hakaretin yüreğimde derin yaralar açıp can evimden vurduğunu nasıl anlatabilirim? Burada, saldırmaktan çok savunma söz konusudur. “Halâkallâhu beşer, fî sûretil bakar” sıfatında bir sürü yaratığın, durup dinlenmeden ve her tür imkânı kullanarak üstümüze ve mukaddeslerimize saldırıp, maddî-manevî linç girişiminde bulunan bir kesimin bu hayâsız tavırlarına karşı nasıl sessiz-duyarsız ve umursamaz kalınabilir? Kendisini insan ve Müslüman sayan bir kimsenin bu durumlar karşısında suskun kalacağına benim aklım, hafsalam , vicdanım kabul etmiyor. İsyanım budur!
Üstelik kerîm olan kitabımızda bile “Bel hüm adal/hayvandan” aşağı olarak vasıflandırdığı bir yaratığa sâdece ismiyle hitap ettiğim ve Müslüman inancına sahip olan halkımıza karşı hiç bir mâkul ve mantıklı sebep olmaksızın; fiilî, fikrî, kavlî, siyasî ve ideolojik olarak yıllardan beri ve hâlâ, insaf, vicdan, ahlâk ve insanlık dışı, kural, kaide tanımadan yapılan en iğrenç saldırı ve hakaretleri görüp duyarken, buna sessiz kalmanın ne mânâya geldiği bir hadis-i şerifte bildirilmiş olduğu mâlûmlarıdır.
Aslında; “Açma kalbindeki elemi kimseye sakın.! Zîrâ elemin zikri de, bir başka elemdir.” kaidesince bu acıları herkese söylemenin doğru olmadığını bilmekle birlikte, bazen insanın bunaldığı ve sabrının taştığı noktalar olmaktadır. Haddim değil ama bu konuda merhum Bedî-uzzamân’ın bir tespiti var: (Bana neden laisizme ve ideolojimize saldırıyorsun diyorlar. Cevap çok dehşet; Karşıda imanım tutuşmuş yanıyor. Ben bu yanmakta olan imanımı kurtarmak için koşarken ayağım birilerine dokunmuş ve çarpmışım bunların ne önemi var.)... Bu çok büyük iddia ve beni aşan bir söz.. Fakat sûretâ insan görünen bir sürü yaratığa adıyla hitap etmişim, bunun ne önemi var? Onlar her Allah’ın günü Müslümanlara, sırf -Müslüman oldukları için- yapmadıkları mel’unluk bırakmıyorlar. Elbette bu saldırılara karşı korunmak ve mümkünse aynı şekil ve şartta-dozda cevap verme durumunda olduğumu hissediyorum. Tahammülü, sabrı, hoş görüsü müsait olanlar kendi metot ve prensipleri dâhilinde davranabilir. Benim tahammülüm yok. O nispette olgun, İslâmî ilim ve faziletle mücehhez bir kimse olduğumu sanmıyor, kendimi öylesi mefkûreyi temsil hüviyetinde görmedim, görmüyorum. Sıradan bir adamım. Gerektiğinde onlar gibi kural-kaide tanımadan, anladıkları dilden cevap verilmesi gerektiğine inanıyorum. Hattâ karşı kesimin bu kadar şımarıp-küstahlaşması, azıp-kudurmaları biraz da onlara gereken cevabın verilmeyip bunca tecâvüz ve taarruzları sineye çekmenin rolü olduğu kanaatindeyim. Merhum M. Âkif ve Necip Fazıl gibi binlerce fikir ve ilim adamlarının bu tip bozguncu ve ideolji meftûnu sefihlerle mücâdele ve muârazalarının bir hikmeti, sebebi olmalı diyorum.
|