Bug?n de, mihenk ta?y Ali Erdal Sayı:
53 - Temmuz / Eylül 2006
1970’li yıllarda Kütahya’da öğretmenlik yaptığım sırada, bir tarih dergisinden öğrendim ilk defa SADAKA TAŞI’nı… Prof. Dr. Süheyl Ünver’in bir yazısından... Hoca, sadaka taşının ne olduğunu anlatmış; çeşitli yerlerden birkaç tanesinin de resmini neşretmiş…
Boyu 1 - 2 m., çapı 30 cm civarında bir taş... Çoğunlukla yuvarlak... Üstünde küçük bir oyuk... Bu oyuğa imkânı olanlar sadakalarını koyuyor, muhtaç olanlar da ihtiyacı kadar alıyor. Yardım eden ve yardım alan birbirini görmüyor, bilmiyor, tanımıyor. Daha mühimi, kamuoyu kimin sadaka verdiğini, kimin aldığını bilmiyor… Sanki kimse sadaka vermiyor ve kimse sadaka almıyor. Zaten tenha bir köşede... Kim görecek gideni... Görse bile sadaka vermek için mi, almak için mi gittiği anlaşılamaz. Cemiyetin sağlamlığına bakın, muhtaç olmayan almıyor, alan da ihtiyacı kadar alıyor.
Daha sonra köyüme geldiğimde (Bilecik Kurtköy) Yukarı Cami önünde bu taşın bir benzerini gördüm. Kimse ne işe yaradığını bilmiyor. Köyün tenha bir köşesinde bulmuşlar ve getirip cami avlusuna dikmişler. Kimsede ona ait hatıra ve bilgi yok. Ama bu taşta bir şey olduğu hissedilmiş… Getirip cami önüne dikmişler. Daha sonra iki tane daha bulundu... Bir köyde üç tane...
Kilitli kasaların soyulduğu, ince kapkaç becerilerinin arttığı, her gün yeni bir hırsızlık kurnazlığının, hokkabazlığının ve hilesinin ortaya çıktığı, şirketlerin, bankaların, devlet kasasının hortumlandığı bir devirde; reklâmı olmayacaksa zırnık verilmeyen bir devirde kolayca ulaşılacak bir yere para konması ve oradan da sadece muhtaç olanın ihtiyacı kadarını alması, kolay anlaşılacak bir şey değil…
Sadaka taşını Bilecik Anadolu Lisesi'ndeki öğrencilerime anlatmıştım... Çok etkilenmişler. Okuldan mezun olunca bir grup arkadaş, ona benzer bir yardımlaşma sistemi düşünmüşler aralarında... Grup halinde Bilecik’te bir bankaya gitmişler. Demişler, biz ortak bir hesap açacağız. Bu hesaba imkânı olanlarımız para yatıracak, muhtaç olanımız da buradan istediği kadar çekecek. Hesap tek, kimse kimsenin ne kadar yatırdığını ve çektiğini bilmeyecek… Kimin yatırdığı ve kimin çektiği de bilinmeyecek… Bir kişi kendi hesabına para yatırıyor ve alıyor gibi… Banka müdürü gülmüş bunlara… Hattâ alay etmiş. Çok üzülmüşler ve kızmışlar. Öyle ki, adamı dövmeye bile kalkışmışlar. Neyse ki, düşüncelerini uygulamamışlar. Dedim ya, bu devirde sadaka taşını anlamak bile kolay değil. "Bir elin verdiğini öbürünün bilmeme" asaleti kaybolmuş bir kere...
Bu sene köyümde kırlarda, yaya bir saat kadar mesafede bu taşın bir benzeri bulunmuş… Taş kırılmış... Kırıklar, alnından vurulmuş şehit gibi, yan yana toprağa serilmiş. Demek kırlarda bile sadaka taşı varmış...
Prof. Ahmet Akgündüz, Bilecik’te dekan olduğu sırada bir konferans vermişti. Sadaka taşından da bahsetti. Bilecik’te 3 tane olduğunu söyledi. 3 tanesi her nasılsa görülmüş… Araştırılıp bulunmuş değil.
Nüfus sayımı sebebiyle Bilecik’in Okluca köyünde de iki tane görmüştüm. Aynı bizim köydeki gibiydi. İnternete girdim bir de ne göreyim, Orta Asya’dan Balkanlar’a kadar insanlığın en kalabalık olduğu coğrafyada sadaka taşı var.
Özel bir araştırma yapmadan bu bilgileri elde ettim. Hem de kolayca... Demek o kadar yaygın. Belli ki, belli bir bölgeye ait değil. Bir imana ait... Osmanlı’nın hakim olduğu her yerde mevcut. Sadaka taşını, "Bir elin verdiğini öbürü bilmemeli" emri (ve bu minval üzere olanlar) yonttu ve dikti…
Sadaka taşını icat eden ve yüzyıllarca kullanan bir millet ona bugün, uzaydan gelmiş bir madde kadar yabancı. Kimse bilmediği gibi, ben dedemden dinledim, bu taş şu işe yarıyormuş gibi bir duyumu olan bile yok. Ama Türkmenistan’da halâ yaşadığını gören var... Millî Gazete’de neşredilen bir yazıdan öğrendim: “Aşkabat yakınlarındaki Göktepe şehitliğinde bulunan Kurbanmurat Türbesi’nin yanında bir de Sarıca Sofi’nin kabri vardı. Kabrin baş ucunda bir kadın sabahın erken saatlerinde oturmuş Kur’an-ı Kerim okuyordu. Kabrin yanında yuvarlak küçük bir taş, taşın altında kağıt ve madenî paralar gördük. GAP inşaatın şoförlerinden mihmandarımız Çağrı beye sorduk. Bize verdiği cevap çok enterasandı: 'Burada yatan muhterem zat, sizde Yunus Emre ne ise bizde Sarıca Sofi odur. Ahmet Yesevî hazretlerinin talebesi olduğuna rivayetler vardır. Derviş ve ozandır. Birçok kimseye zor zamanında yardım ettiği rivayet edilir. Yani o bir gönül sultanımızdır. Kabrin yanındaki küçük taşa sadaka taşı deriz. Ziyaretçiler, gönlünden geçen miktarda parayı taşın altına koyarlar. İhtiyacı olan da gelir o parayı alır' Sarıca Sofî’nin ve bütün erenlerin ruhuna Fatiha okuyarak oradan ayrıldık.” (Selâmi Çalışkan / Necmettin Çakmak; Millî Gazete, 23.04.2005).
Cemiyetimiz nereden nereye gelmiş... Şu hale bakın... Soygun, gasp, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtekârlık haberlerini dinledikçe sadaka taşı aklıma geliyor. Şu yüksek medeniyete bakın... Asıl hayran olunması gereken, sadaka taşını icat eden cemiyetten çok, onu yoğuran ruhtur. Bu sebeple, madem bir kere olabilmiştir, bir kere daha öyle bir cemiyet meydana getirilebilir...
Sadaka taşlarının hizmeti bitmiş değil... Bugün yeni bir vazife daha yapıyor... Dün merhametin, şefkatin, inceliğin, zarafetin timsali idi, bugün de, cemiyetin dünle bugününü anlamada mihenk taşı… Daha mühimi... Kendi insanî değerlerinin idrakinde olmadığı için başka “kriterler” peşinde koşanların abesini ve gülünçlüğünü ve tutunulmaya çalışılan "kriterlerin" hiçliğini de gösteren bir mihenk taşı…
Mihenk taşı; çakmak taşı cinsinden siyah bir taş; altın veya gümüş üzerine sürülünce, bıraktığı çizgilerden bu madenlerin saflık dereceleri anlaşılıyor. Yani mihenk taşı, herhangi bir şeyin saflığını test ediyor. Sadaka taşı da dünkü cemiyet meydanındaki güvenlik seviyesinin somut bir delili olarak, bugünkü “kamusal alanda” maruz kalınan tehlikeleri daha iyi anlama imkânı veriyor. Gül gibi huzurlu bir hayat mümkünken, sokaklarda ürkek bir tavşan olmaya mahkûm edildiğimizi öğreten, dünle bugünün itirazı mümkün olmayan netlikte "somut" olarak gösteren bir mihenk taşı...
Sadaka taşı hakkında benim gördüğüm en eski yazı 1967 tarihli. Bundan önce dikkati çeken olmadığını kabul etsek bile aşağı yukarı 40 yıldır gözler önünde. Yeraltından çıkardığı fındık kadar taşları bile müzeye koyan zihniyet, sadaka taşına “Fransız” kalmış. Bizdeki her tarihî eseri dışarıya kaçıranlar da öyle... Çünkü o, alelade bir taş değil. Görenler, diğer tarihî eserlerde olduğu gibi demek eskiden böyle bir taş da varmış deyip geçemeyecek. Her an, “lisan-ı hal” ile konuşacak ve onları tedirgin edecek olan bir "kürsüyü" nasıl koysunlar müzeye? Sömürgeci Batı hele, hiç koyamaz. Eşkiya ininde sadaka taşı, olacak şey mi? O, miadı dolmuş bir taş değil, vazife başında olan bir mihenk taşı...
Batılı, kendisinde olmayan bu değere karşı sessiz kalabilir, onu görmezden gelebilir. Ama hiçbir cemiyet, kendi değerlerini inkâr ederek, yok farzederek bir yere gelemez. Böyleleri kimseden de saygı göremez; herkes tarafından küçümsenir. Kendisi bile kendisine saygı gösteremez.
Sadaka taşı, “bir elin verdiğini öbürü görmemeli” buyuran Kâinat Efendisi’nin (bu minval üzere olanlarla beraber), asırları aşan mucizesi... Emrin uygulanabilirliğini, bütün cemiyeti sarabilirliğini gösteren bir mucize... Onun için mihenk taşı... Türk milletine, onu icat etmek ve asırlarca kullanmak şerefi yeter!.. Bir şeref varsa vebali de vardır. Başımızı taşlara vurmadan, sadaka taşından ders alalım.
|