7 Haziran 2015 Er Tuğrul Sayı:
85 - Temmuz / Eylül 2015
7 Haziran 2015’te, tarihe not düşülmüştür. Öncesiyle, sonrasıyla, geleceğimize etkileriyle, uzun yıllar tartışılacak, hattâ üzerinde belgesellerinin yapılacağı anlaşılmaktadır. Bizi 7 Haziran’a getiren sürece, bir göz atmak gerekirse…
2002 öncesi Türkiye, diye bir söylev gelişti. Koalisyonların yapıldığı, aylık başbakanların değiştiği, normal yatıp krizle uyandığımız, zengin sabahlayıp fakir akşamladığımız, fâiz ve dövizin fırtınalı bir deniz gibi olduğu yıllardı o yıllar… İthal bakanların geldiği, bir gecede bankaların boşaltıldığı, çeşitli vesilelerle İsrail’e satıldığımız yıllardı. 28 Şubat gibi post modern darbelerin yapıldığı, siyasî çekişmeler uğruna milletin anasının ağlatıldığı yıllar…
2002 öncesinde yaşananlar, toplumda derin yaralar açılmasına sebep olmuştu. Millet, bu gidişata dur diyebilmek için, yeni kurulan AKP’ye yüklenmişti. 13 yıl süren tek başına hükümet dönemi de, böylece başlamış oldu. Bu dönemde ülke âdeta şaha kalktı. Günden güne fakirleşen ülkeye, sanki sihirli bir el dokunmuş tu. Yapılan yatırımlarla, ülke her geçen gün güçlenirken, halkın refah seviyesi yükselmeye başladı. Ülkede, muazzam projeler hayata geçiriliyor, yerli üretim de üst seviyelere çıkarılıyordu. Türkiye artık bir üst seviyeye çıkmıştı. Yıllardır biz onlara göre yaşarken, artık onlar adımlarını bize göre atmaya başlamıştı.
Daha yolun başında 1 Mart tezkeresi, sözüm ona müttefiklerimizin istedikleri gibi sonuçlanmayınca, bir tereddüt yaşamaya başladılar. Gidişattan endişe edenler, 2002 öncesi gibi, parti kapatma davalarıyla başarılı olacaklarını ve eskisi gibi Türkiye’de at oynatacaklarını sandılar. Başarılı olamadılar. Daha sonra cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde hezimete uğradılar ve bu seçim dönüm noktası oldu. Girdiği her mücadeleden, güçlenerek çıkan hükümet, İslâm coğrafyasına örnek olmaya başlamıştı.
Son zamanlarda üst akıl diye adlandırılan malûm çevre, taktik değiştirdi. Çünkü halkı karşılarına alamazlardı. Bunun için çâreler aramaktaydılar. Türkiye, doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine âdeta birleşmişti. Halk, yüz yıldır süregelen vesayetten hesap sorulmasını istiyordu. İşte filmin koptuğu yer tam da burası. Başı dışarda olan malûm üst akıl, yeni stratejilerini devreye koymaya başladı. Mâdem halk adalet istiyor, vesayetçiler hesap versin, cezalandırılsın istiyor, o zaman istediklerini biz verelim. Bu iş bizim çıkarımıza olsun…
Ve Ergenekon davaları… Operasyonlar, içeri alınanlar, kasetler, CD’ler, bir bir tutuklananlar… Halkta ve hükümette büyük bir zafer sarhoşluğu… Malûm çevrelerin tam istediği, arayıp da bulamadığı fırsat… Oyunun ikinci perdesi, sessiz sedasız devreye giriyordu. Birden ana muhalefet üzerinde bir operasyon başlıyor ve kasetler servis ediliyordu. Velhâsıl kelâm 1. operasyon tamam. Türkiye’nin en eski partisinde, büyük bir eksen değişikliği yaşanacaktı. Bu değişim hâlâ devam etmektedir.
İkinci operasyon MHP’ye yapıldı. Yine kasetler devredeydi. Seçim öncesi yapılan operasyonla MHP’nin baraj altında kalması hesaplanıyordu. Seçimden hemen önce, hesaplayamadıkları bir şey oldu. 1 Mart tezkeresindeki sağduyu devreye girdi ve MHP barajı aştı.
Bu arada, Ergenekon dâvaları rayından çıktı. Üçüncü perde açılıyordu. Uydurma delillerle, suçlu suçsuz birbirine karıştırıldı. Yerlerinden edilenlerin yerine, son perdenin oyuncuları hızla devlet kademelerinde yerlerini almaya başladı. Aynı zamanda, çalınan sınav soruları, usulsüz polis teşkilâtına ve yargıya yerleştirilenler büyük projeye hazırlanıyordu. En nihâyet, Ergenekon dâvalarında emellerine ulaştıklarında, asıl suçlular serbest kalıp karanlık emellerine dönerken, olan suçsuzlara olacaktı. Bize de bu olayı alkışlamak, gümrük birliğine sevindiğimizden daha ziyâde sevinmek düşecekti.
Üst akıl, MİTmüsteşarına yapılan operasyonla gerçek yüzünü göstermeye başladı. Üçüncü köprü ve üçüncü hava limanını hedef alan 17, 25 Aralık ve Taksim oyunları, Ortadoğu’da yaşananların ülkemize sıçramasına engel olma çabalarını durdurmak için, MİT tırları operasyonu yaşıyorduk. Bu sefer kasetler, CD’ler hükümet aleyhineydi. Daha önceki olaylarda, bana dokunmayan yılan hesâbı yapanlar, aynı yılan tarafından sokuluyordu.
Şimdi koalisyonları ihânetle suçlayanların, Cumhurbaşkanlığı seçiminde, ne hikmetse ekmel bir ittifakta kardeş gibi oldukları unutulacaktı. Seçim projeleri aynı merkezden yapıldığı anlaşılan üç parti (üçlü ittifak), dışardan her düğmeye basıldığında, anında hep bir ağızdan başlıyorlardı aynı senfoniye… Aralarındaki tek fark, birinin Türkçe, birinin Kürtçe, diğerinin karma söylemesiydi.
Tüm bu yaşananların, birer belgesel konusu olduğu bir ortamda, Türkiye 7 Haziran seçimlerine girdi. Seçimde, bekle(me)diğimiz bir sonuçla karşılaştık. Gerçi yedi düvel bir araya geldi. Bilerek ya da bilmeyerek, tarafların tamamı, büyük bir oyunun, kumpasın ve bir ihânetin içine düştü. Ülke ikiye bölündü âdeta, AKP ve diğerleri diye. Hükümeti işbirliği ile suçlayanlar, suçladıkları şeylerle ittifak yapıp, diğerleri olarak, büyük oyunun birer parçası, birer kuklası oldu.
Hükümetin hatâları, üç ana başlıkta olmadı değil, amma asıl mesele o değildi. Birincisi, asgarî ücret meselesinde, önceki iktidarlar döneminde bu milletin kanını emen, sermayeyi renklere bölüp, kendilerinden başkalarına yaşam hakkı vermeyen TÜSİAD ile bir karede gözüktü. Bir diğeri, içini dolduramadığı, yoksa bölünecek miyiz sorularını akla getiren başkanlık sistemi... Son olarak, belki de en önemlisi, çözüm süreci tehlikeye girer endişesiyle, güney doğudaki vatandaşlarımızı sâhipsiz, teröre ve şantaja karşı açık halde bırakması…
Sosyal medya gücünü, sonuna kadar kullanarak, terör örgütünün yeni yüzü, halka mâsum olarak gösterirken, hükümeti, HDP ve MHP arasında paylaştırmaya çalışıyordu. Öyle bir rüzgâr estirildi ki, bazı hatâlarında yapıldığı, çözüm sürecine hükümet sâhip çıksa MHP’ye, karşı çıksa HDP’ye yarıyordu. Bu büyük algı operasyonunda, karanlık, kanlı, vicdansız insanlar, imaj değişikliğine sokuldu. Yaptıkları zulümlere, 6 8 Ekim olayları gibi yenilerini eklemesine, seçim öncesinde bölge halkına uyguladığı her türlü tehdit ve şantajlara rağmen, İngiltere (Birleşik Krallık) (üst akıl) ve İngiltere’nin meşru ve gayri meşru çocuklarının da destekleriyle, beklen(me)dik başarıya ulaşacak, bunun karşısına milliyetçilik duyguları kabartılanlar MHP’yi şişirecekti. Öyle de oldu.
Seçimden sonra hâsıl olan duruma baktığımızda; Türkiye’de, II. Meşrutiyetin îlanından sonraki meclis gibi, bir meclis kurulmak istenmektedir. Halkın seçtiği Cumhurbaşkanı, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin, Cennet Mekân II. Abdülhamit Han’a gönderdiği, heyete benzer bir dörtlü tarafından istifaya zorlanmaktadır. (O zamanki heyette, Yahudi Emanuel Karasso, Arnavut Esat Toptani, Ermeni Aram Efendi ve Türk Arif Hikmet Paşa vardı. Bugün, bir zamanlar Vatikan’da papanın eli öpen paralel çete, CHP, MHP ve HDP var).
Osmanlı Devleti'ni 8 yılda yok eden İttihat ve Terakki Partisi’nin, kimlere hizmet ettiği son yaşananlardan sonra daha iyi idrak edilmektedir. Tehcir bahanesiyle, İngilizlerin emelleri doğrultusunda Ermenilerin, petrol bölgelerine sürdürüldüğü ve 100 yıl önce günümüzü şekillendirmek istedikleri anlaşılmaktadır. Anadolu’nun tamamında dağınık halde yaşayan Ermenilerin, bir gurubu Orta Asya ile aramıza konulurken, diğer taraftan Orta Doğu ile bağlantımız kesilmek istenmektedir. Sevr anlaşmasının, yüz yıl sonra yeniden önümüze sürüldüğünü, doğuda büyük Ermenistan hayallerinin canlandırılmak istendiğini, İngiltere tarafından kullanılan maşalar tarafından, güney sınırımızın ateş çemberine çevrildiğini görmemek mümkün değil. Tüm düşmanlarımız (Soykırım yasa tasarısını çıkaran ülkeler ve yerli yandaşları), 1915’in intikamını almak bahanesiyle, büyük Ermenistan’ı kurmaya çalışırken, kardeşleri bir birine kırdırıp bir taşta iki kuş vurduklarını nasıl anlamadık? Veya anlamak istemedik, anlamazlıktan geldik.
Bu sayede, Türkiye tam bir abluka altına alınmak istenmektedir. Eğer amaçlarına ulaşırlarsa, bilmem kaç yıl içinde büyük Yunanistan ve Pontus Rum devleti gündeme gelir. Bu durumda, demografik yapının nasıl değiştirileceğini, Hocalı’dan, Saraybosna’dan, Filistin’den… Anlayabiliriz.
Bazı insanlar vardır, sadece kendilerinden sorumlu değildirler. Babalar ailesinden, yöneticiler idâresi altında olandan, Türkiye’de tüm İslâm coğrafyasından… Bu gerçeği 8 Haziran günü bir kez daha iliklerimize kadar hissettik. Biz Türkiye olarak, ister kabul edelim ister kabul etmeyelim, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun tek ve yegâne mirasçısıyız. Anadolu topraklarında yaşadığımız 1000 yıl boyunca, İslâm medeniyetinin hâmisi olmuş bir milletiz. 400 yıl da halifeliğini yapmış bir millet…
Târih asıl bundan sonra yazılacaktır. Halkımız, bu seçimleri, öncesiyle sonrasıyla iyi kritik etmelidir. Durduğu yerin, takındığı tavrın kimlerin çıkârına hizmet ettiğini bilmelidir. Dini bir, dili bir, bayrağı bir, vatanı bir, bu kadar bire sahip iken, bu ayrılık, bu fitne niye demeli ve târihin bize yüklediği sorumluluğun farkına varmalı, “bayrak düştüğü yerden kalkar” düsturunu ispatlamalıyız.
Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.(Mehmet Âkif Ersoy)
|