Kurtuluş reçetesi Er Tuğrul Sayı:
87 - Ocak / Mart 2016
İnsanoğlu tekâmül ettikçe, dünyayı yaşanır hale getirmek yerine, kendi oluşturdukları fanusların dışını ateşe vermekte daha mâhir olmuşlardır. Kendi sistemlerinin dışını cehenneme çevirip, kendi firavunluklarına tapanların imanlarını kavîleştirmekte, inanmayanlara veya asi olanlara tanrısal cezalar vermektedirler. Haçlı seferleri, Amerikan yerlilerinin başına gelenler, Afrika’dan zorla götürülen köleler, Rus ve Çin komünist devrimleri...
Özellikle son iki yüz yıl, sefilleri oynayan İslâm Coğrafyası, Arap Baharı denen olayların başlamasıyla yeniden ateşe verilerek, vahşetin, şiddetin ve katliamların kol gezdiği bir acziyeti yaşamaktadır. Bu yaşananların kökeninde birinci sebep, doğal olmayan sınırlardır.
Osmanlı İmparatorluğu I. Cihan Harbinde, Almanya’nın yenilip, savaştan çekilmesiyle, Kutul Âmara ve muhteşem Çanakkale gibi bazı cephelerde zafer kazanmasına rağmen, mâğlup sayılmış, kısa zamanda, ordusu terhis edilerek, toprakları işgal edilmeye başlanmıştı.
Osmanlı Coğrafyasının, çoğu topraklarını İngilizlerin işgal etmesinin yarattığı huzursuzluk, Anadolu’da beklenmedik mukâvemet ile birleşince, itilâf devletleri plânlarında değişiklik yapmak mecburiyetinde kalmışlardı. Yeni kurulacak Türkiye Devletinin sınırları, Mîsâk-ı Milli de birleşen Anadolu Milis Güçlerinin, Sultan Vahîdeddin Han’ın özel yetkilerle Anadolu’ya gönderdiği Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından sonra, toplanan Lozan Barış Konferansı’nda, içerden ve dışardan oyunlarla günümüz sınırlarına küçültülmüştür.
Böylece I. Dünya Savaşı, başta Türkiye olmak üzere, haritalarını İngilizler’in çizdiği bir sürü yeni devletçiğin ortaya çıkmasıyla sonuçlanmıştır.
İkincisi, dış müdahaleler: Kurulan yeni devletler, her zaman batı güçlerinin güdümünde ve kontrolünde olmuştur. Ne zaman tam bağımsızlık kıvılcımları çıksa askerî darbeler, iç isyanlar, terör gibi hâdiselerle derhal müdahale edilmiş, gerektiğinde savaşmaktan geri kalınmamıştır. İran-Irak savaşı, körfez savaşları, Türkiye ve Ortadoğu’daki ihtilâller, PKK, Hizbullah, El Kaide…
1980 de Türkiye’de ihtilâl olduğunda, Amerika’dan “bizim çocuklar başardı” sesleri, 2013’te Mısır’daki darbeye de aynı şekilde alkış tutmaları, 100 yıl önceki büyük Ermenistan rüyası Asala’nın devamı olan PKK... Bu minvalde, tek tek bütün Ortadoğu ülkeleri incelendiğimizde ziyâdesiyle örnek olaylar bulunacaktır. Aynı zamanda şu an şiddetle yaşadığımız, paralel devlet yapılanması, ılımlı İslâm diye yutturulmaya çalışılan, modern Haşhaşilik diyebileceğimiz, başındaki zâtın kendi söyleviyle, Vatikan’ın hizmetkârı olan yapılanma, en canlı örnektir.
Üçüncüsü, mezhep çatışmaları: İslâm coğrafyasında, İslâm’ın özünü ve çoğunluğunu teşkil eden Sünnîlik, mevcut gücüyle var olduğu sürece emellerine ulaşamayacaklarını, batılılar iyi biliyordu. Bu güçler, içeriden ve dışarıdan yetiştirdikleri ajanlarla İslâm’ı, fırkalara ayırmaya çalışarak, ellerini suya sabuna değdirmeden, bu fırkalar arasında vekâlet savaşları ile İslâm’ı yok etmeye çalışmaktalar.
Düşmanlar hem maddî hem de mânevî, tüm cephelerden İslâm’a var gücüyle saldırmaktadır. Şiî, Râfizi, Vahhabî ve bu nevi sapık mezheplerden beslenen Hizbullah, Taliban, El Kaide, El Nusra gibi terör örgütleri İslâm’ın başına belâ olmuşlardır ve olmaya da devam etmektedirler.
El netice, bu coğrafyanın üç ana sorunu, üst aklı, parasal gücü, üst düzey elemanları dışardan olan, Müslümanların iki yüz yıllık ezilmişliklerini kullanarak, piyonları yerli güçlerden oluşan, İslâm kisvesinde, DAİŞ olarak karşımıza çıkmıştır. Bu yeni yapı, en karmaşık, en karanlık, en dinsiz ve çok milletli bir terör örgütüdür. Bir anda ortaya çıkan bu örgütün, Ortadoğu ve Afrika’da bu denli varlık gösterebilmesini anlamak kâbil değildir. Batılı güçler, Çin dâhil, DAİŞ’i bahane ederek, istedikleri topraklara müdahale etmeyi meşru görmekteler. Aslı, yeni bir sömürge paylaşımı olan bu vekâletler savaşında, biz Müslümanlar, kutup ayısı veya su aygırı kadar ehemmiyete hâiz değiliz.
Ne son haçlı seferidir bu, İslâm’ın göğsüne saplanan. Ne son akınıdır bâtılın, sessiz çığlıktır arşa çıkan. Uyan gaflettin narkozdur, sensin neşter neşter kesilen. Artık fırlat vahdet taşını, kör olsun bu fitne-i câlût.
Yaşananların belki en acı tarafı şu ki, Ortadoğu hızla insansızlaştırılırken (Müslümansızlaştırılırken), göç yollarında tüm benlikleri kaybettirilenler sayesinde, Avrupa’ya modern köleler transfer edilmektedir. Bu sayede hem Ortadoğu’nun zenginlikleri sömürülmeye devam edilecek, hem de hızla yaşlanan ve yok olmaya doğru giden medeniyetlerini, bir sonraki kan emme operasyonuna kadar ayakta tutacaklardır, vampir soylular.
Yeri gelmişken, şunu da arz edeyim. 2000 yıllarında üniversitede okurken, kilisenin Hıristiyanlar için hazırladığı son çağrı diye, alt yazılı yaklaşık 15 dakikalık bir video seyretmiştim. Doğum oranları 1,8’in altına düşen Avrupa’nın, müdahale edilmezse, önümüzdeki 50 yıl içinde, İslâm kıtasına dönüşeceğinden bahsediyordu. Hattâ rahmetli! Kaddafi’nin bir konuşmasına yer veriyordu “biz Avrupa’yı silâhla değil, mevcut doğum oranlarıyla, birkaç on yıl içinde İslâm kıtasına dönüştüreceğiz” diyordu. Devamla “Bilimsel olarak, bir medeniyetin kendini 100 yıl sonraya taşıması için, doğum oranının en az 2.11’in üzerinde olması gerekir” diyordu. Bu da en az üç çocuk demekti. O videoda doğum oranı en az olan üç ülke (Yunanistan 1,2, İspanya ve İtalya 1,3), şu an Avrupa’nın en büyük ekonomik krizini yaşayan ülkelerdir.
Bu savaş sanılanın aksine, yayılmaya devam edecektir. Müslüman nüfusun 3’te 1’inin yaşadığı, Malezya ve Endonezya’ya sıçrama ihtimali kuvvetle muhtemel. Hattâ hızla Hristiyanlaşan Çin, bu coğrafyada yeni hamleler yapmakta, Ortadoğu ve Afrika’dan sonra dünyanın en genç nüfusuna sahip, Asya Pasifik’te de tehlike çanları çalmasına sebep olmaktadır.
Araf Suresi 34. âyet de, “Her ümmetin bir eceli (takdir edilmiş bir süresi) vardır. Onların eceli gelince ne bir an geri kalabilir, ne de bir an öne geçebilir (tam vaktinde helâk olup giderler)” buyuran Allah, birçok medeniyeti yok etmiştir. Erzel-i ömrünü yaşayan, acuze bir kocakarı kadar verimsiz ve kısır Avrupa’nın sekerât hırıltılarıdır bu. Ölümünü geciktirmek, ömrünü uzatmak için Müslüman kanı içen bir medeniyet… Çocukları, yürüyen kalp, böbrek, yani organ olarak gören esfeli sâfilin gürûhu…
Hak şerleri hayreyler,
Zannetme ki gayr eyler,
Arif anı seyreyler,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.
Târîh-i Gülşen-i Maârif adlı kitabın I. cildinin 417. sayfasında geçen, Osman Gazi Han Hazretlerinin, son nefesinde, Orhan Gazi Hazretlerine, oradan tüm zamanları aşarak bize kadar gelen şu yedi nasihati, aradığımız kurtuluş reçetesi olabilir.
“Orhangî, bâ-avn-i cenâb-ı Müsteân Burûsa hisârını fethettikten sonra, makarr-ı saltanat olan Yenişehir’e azîmet ve pederleri Osmangî’nin meclis-i devletlerine vasıl olduklarında, envâ-ı tevkîyr ü ihtirâm ve nasâyıhdan sonra;
“Oğlum sana yedi nasihatim vardır.
“Evvelâ: Cemî-i masâlihinden mukaddem, emr-i dîninde ihtimâm u dikkat eyle; zîrâ bâis-i kıvâm-ı dîn devlettir. (Yani: “Her işinden evvel, dinine dair hususlarda itinalı ve dikkatli ol. Çünkü dinin ayakta durmasına sebep devlettir.”)
“Sâniyâ: Emr-i dîninde ihtimâmı olmayan yahut mezheb-i ilhâd u i’tizâle (sapık mezhep) mâil ve kebâirden müctenib olmayan eşhası (şahısları) istihdam etme. Zira Hâlik’dan havf (korku) etmeyen, mahlûktan havf etmez. Ve mürtekib-i kebâir (büyük günahkâr) olanın sadâkati olsa, ümmeti olduğu Peygambere sadâkat edüp şeriatten hariç hareket etmez.
“Sâlisâ: Umurunda adalet eyle, ta ki sayende ki reâyâya (yönetimindeki halk), sâir mülûkün raâyâsı haset edüp senin sâyene ilticaya çâre arayalar. Zîrâ padişahlık reâyâ ve memleket ile olur; reâyâ ve memleket adâlet olmasa muzmahil(darmadağın, çökmüş) olur.
“Râbiâ: Zulümden ve bîvech bid’atden tehâşî (çekinmek) eyle; ve seni zulm ü bid’ate tergîb (teşvik) edenleri devletinden teb’îd (uzaklaştırmak) eyle. Zîrâ ma’nen seni zevâl-i devletine tergîb etmiş olurlar.
“Hâmisâ: Dâima cihâd ile tevsî-i bilâd (beldeler genişletme) eyle. Zîrâ müddet-i medîd sefer olunmasa askerin şeciatına (savaşta kahramanlık) ve rüesânın tedbîrine fütûr gelür; ve hem umûr-ı seferiyeden âşinâ olanlar vefat ettikde, yerine gelen mübtediler tedbîrde noksan etmeleriyle hezimete bâdî olur.
“Sâdisâ: Sadâkatle tahsil-i rızânda ifnâ-yı ömr (ömrünü feda) eden ricâline riâyet eyle ve ba’de vefâtihî evlâd u iyâline himâyet edüp emvaline taarruz etme. Bahusus askerî taifesine an’âmla celb-i kulûba sa’y eyle.
“Sâbiâ: Ulemâ ve fuzelâya ziyade ikram eyle ve bir diyarda ki bir sâhipkamâli işitdin, bir takrîb getürüp ihsan eyle, tâ ki müddet-i saltanatında ulemâ çoğalup emr-i şerîat nizâm bula. Zinhar askere ve mala mağrur olma ve şer’-i şerîf ehline dûr etme; ve benden ibret al ki bu diyara bir mûr-ı zaîf gibi gelüp mingayr-ı istihkâk bunca inayete mazhar oldum. Bu takdirde benim meslakime gidüp bu dine ve ashabına hûrmet eyle... deyû hikemâmız vesâyâdan sonra kelime-i tevhîdle meşgul olup kemâl-i teyakkûz u intibah üzre yediyüz yirmi altı târihinde âzim-i huld-i ber’în olduklarında ba’de’t-techiz ve’t- tekfîn mahrûsa-i Burûsa’da Manastır nâm kubbe-i hümân derûnuna defn olundu” *
(*) Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan “Başmakaleler 4 İdeal Yol”
|