Devlet-i ?liyye?de Adalet ve Ho?g?r? Cavid Kasımlı Sayı:
53 - Temmuz / Eylül 2006
Cavid QASIMOV
Osmanlı tarihi araştırmacısı. Azerbaycan Milli İlimler Akademiyası Şarkiyyat Enstitüsü
Bu yazı, Cavid QASIMOV kardeşimiz tarafından gönderildi. Kendisi Azerbaycan Milli İlimler Akademiyası Şarkiyyat Enistitüsü'nde Osmanlı tarihi araştırmacısı. Kardelen'den, sitemiz kardelendergisi.com sayesinde haberdar olmuş. Memnuniyetle neşrettiğimiz yazısını zevkle okuyacağınızı ümit ediyoruz Teşekkür ediyor, yeni eserlerini bekliyoruz.
Bir anekdot:
Nihat Sami Banarlı, Amerikalı Profesör Rufi ile sohbet ederken söz batılılaşmadan açılınca Profesör Rufi “Siz tarihte defalarca başarı kazanmış bir milletsiniz. Bize veya başkalarına imrenmek neyinize? Biz yeni bir millet olduğumuz için, tarihte muvaffak olmuş milletlerin sırlarını araştırır, bulduğumuz ve uygun gördüğümüzü asrımıza tatbik ederiz. Sizden de aldığımız kıymetler vardır. Eğer ilerlemek istiyorsanız, muvaffak olduğunuz asırlarda hangi meziyetlerinizle hangi usul ve teşkilâtınızla kazandınız? Bunları araştırınız bulduklarınızı modernize ediniz, Kendi millî ve denenmiş temelleriniz üzerinde yükseliniz” demiş.
Şeyh Edebalı’nın tekkesine gelen Osman Bey rüyasinda Şeyh Edebalı’nın koynundan bir ay çikarak, gelip kendisinin koynuna girdigini, hemen göbeğinden bir agaç bittiğini, âlemi tuttuğunu, gölgesinde dağların bulunduğunu, bu pınarların çıkıp aktığını, kiminin bahçesini suladığını, kiminin çeşmeler akıttığını görür. Osman Gazi, ertesi gün gelip bu rüyasını Şeyhe anlattı.
Şeyh ona “Ya Osman, müjdeler olsun. Hak Teâlâ sana ve senin evlâdına saltanat verdi. Bütün dünya evlâdının himayesi altında olacak, hem de kızım Mal Hatun sana helâl (eş) oldu” diyerek, hemen kızını Osman Gazi ile evlendirdi.
Osman Beyin rüyası asırlar sonrası gerçekleşdi ve Osmanlı Devleti üç kıtaya hakim oldu. XV. ve XVI. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin sınırları haylı genişlendi ve yüzölçümü artdı. Hatırladak kı Yavuz Sultan Selim’in devrinde Osmanlı Devleti’nin yüzölçümü 6 milyon 557 bin km2 idi. Bu toprakların 1 milyon 702 bin km2'si Avropa’da, 2 milyon 950 bin km2'si Afrika’da , 1 milyon 905 bin km2si Asiya’da idi.
Sultan Süleyman Kanunî’nin saltanat döneminde Devlet-i Aliye’nin yüzölçümü 14 milyon 893 bin km2'ye ulaşmışdı. Bu topraklar üç kıtaya şöyle taksim edilmişdi:
1 milyon 998 bin km2 toprak Avropa’da
4 milyon 169 bin km2 toprak Asiya’da
8 milyon 726 bin km2 toprak Afrika’da.
Osmanlı'da adalet
Diğer eski Türk-İslâm devletlerinde olduğu gibi Osmanlı döneminde de teb’ayı birbirine bağlayan en önemli faktör İslâmiyet’ti. Hıristiyanlık’tan daha farklı bir etki yapmıştı. İslâmiyet’in prensiplerinin, Osmanlı’nın fethettiği yerlerin halkına yaklaşımında büyük etkisi vardı. Zira İslâm hukuku, vatan ve millet mefhumları yerine, insanları, mensup oldukları dinlere göre birbirinden ayırt ediyordu. Vatandaş demek olan ra’iyye (teb’a), müslüman ve gayr–i müslim olarak ikiye ayrılıyordu. Osmanlı devletinde millet tabiri ümmet mânâsında kullanılmış ve millet-i Müslime ve millet-i gayr-i Müslime fıkıh kitaplarındaki esaslara göre düzenlenmiştir. Diğer Müslüman Türk devletlerinde olduğu gibi Osmanlı’nın da halkı dinlerine göre böyle iki farklı gruba ayırması, kişilerin hak ve hürriyetleri açışından bir fark meydana getirmemişti. Bilâkis bu ayrım, farklı dinlere inanan teb’anın dinî inanç ve ibadetlerinin güvence altına alınması açısından gerekliydi. Yoksa, Osmanlı devleti hakimiyeti altındaki fertlerin hak ve özgürlüklerinin korunması ve güvence altına alınması konusunda oldukça hassas davranmıştı. Gayr-i Müslim vatandaşlar (zimmîler), şahsî hak ve hürriyetlerden aynen Müslümanlar gibi faydalanabilirler; mesken ve ikâmetgâh dokunulmazlıkları; din ve vicdan hürriyetleri; düşünce toplantı ve eğitim hürriyetleri vardır. Gayr-i Müslim vatandaşlar, devletin bütçesinden finanse edilen kamu hizmetlerinden yararlanma hakkına sahiptirler ve çalışma hakları da vardır. Bununla birlikte, müste’men adı verilen yabancılar da Osmanlı memleketinde bulundukları süre içerisinde bir çok haklara sahip idiler.
Osmanlı’da din (İslâm) bir yandan halk arasında hâkim bir ideolojinin oluşmasını sağlarken diğer yandan da Müslüman olmayan başka dinlere mensup halk kendi inanç ve ibadetlerinde serbest bırakılmıştır. ‘II. Mehmet, 1453’te İstanbul’u fethettiği zaman, Kur’ân’dan ayetler okuyarak, halkı İslâm’a davet ediyor ve İslâmiyet’in dinden döndürmek uğruna zulmetmeyi yasakladığını bildiriyordu. Müslüman halka, diğer dinlere inanlara ve özellikle kitap ehline hoşgörü ile yaklaşmalarını emrediyordu’. Şüphesiz böyle bir dinî serbesti sadece İstanbul’daki gayr–i Müslimler için değil Osmanlı Devleti’nin hakimiyeti altında bulunan bütün memleketler için geçerliydi.
Osmanlı Devleti adaletin kalesi hesab olunurdu. Osmanlı’da olmuş batılı seyyahlar ve sefirler öz notlarında bunu kayt etmekdedirler.Onların notlarından bazı örnekler: “Türk’ün adaleti, Hristiyan olsun, Mûsevî olsun, müslüman olsun, herkese eşit şekilde tatbik edilir. Kadı’nın kürsüsü üzerinde Kur’ân’ın yanında bir haç ve bir Tevrât bulunur. Kadı, Hristiyan’a haçı, Mûsevîye Tevrât’ı öptürerek yemin ettirirdi. Gerek kadı mahkemesinde, gerek Dîvân-ı Hümâyûn’da dâvâlar bitince mübaşir: ‘Kimin maslahatı var?’ diye üç defa bağırır. Dâvâlar bitmeden kadı veya kazasker, kürsüden kalkamaz..."
Hatırladak kı,Osmanlı Devleti’nde insana ve onun hukukuna gösterilen saygıda müslüman-gayr-i müslim ayırımı yapılmamıştır. Müslüman ecdadımız, her meselede olduğu gibi, Osmanlı Devleti’ne ait topraklarda yaşayan gayr-ı müslimler hususunda da, “şer’-i şerif” dedikleri hukukun çizdiği sınırlar çerçevesinde hareket etmişlerdir. Osmanlı Devleti’nde “şer’-i şerif” denilen İslâm hukukuna göre, müslümanlarla sulh yapan ve müslüman bir devletin hâkimiyetini kabul eden gayr-ı müslimlere “zimmî” adı verilmektedir. Renk, dil ve ırk farkı gözetilmeksizin hepsine aynı şekilde ve “şer’-i şerif” ne diyorsa öyle muamele yapılır. Fikrimizi aydınlatmak üçün Fatih Sultan Mehmet’le bir Rum arasında vaki bulmuş bir hadiseni dikkatinize arz ediyorum.
Fatih Sultan Mehmet bir Rum’dan talepte bulunuyor, diyor ki: “Orada cami yapacağım, arazini bana satmanı istiyorum.”
Biliyorsunuz, her arazinin bir rayiç bedeli vardır. Yani o çevrede o arazinin ne kadar para ettiği, aşağı yukarı herkes tarafından bilinir. Bir alt hududu , bir de üst hududu vardır. Fatih Sultan Mehmet, üst hududun iki katını veriyor. Ama Rum vermemekte ısrarlı. Bir Hristiyan olduğu için caminin kurulmasına gönlü razı olmuyor.
Fatih Sultan Mehmed ise “O kadar para verdiğim halde, bu adam arsayı vermiyor. Demek ki bunu, inadından yapıyor; nefsanî bir davranış bu. Ben cami yapacağım, benimki nefsanî değil ruhanî.” diye düşünüyor ve sonuçta Rum’un arsasını alıyor, camiyi yaptırıyor.
Adam perişan. Sonra, diyorlar ki: “Ya, bu kadar üzüntünün sebebi ne?”
“İşte, yapabileceğim bir şey yok ki! Bunu yapan padişah; daha ötesi yok. Onun üstünde kimse yok. O bana bunu yaptığına göre. Her şey bitti!” diyor.
Diyorlar ki: “Her şey bitmedi, bu memlekette kadılar vardır.”
“Yani? Ne demek istiyorsunuz?” diyor. (Adam hiç inanamıyor bir defa söylenenlere.)"
Diyorlar ki: “Gidersin kadıya, adaletsizliği anlatırsın, Padişah da olsa, o hesabı görür.”
Adamcağız hiç inanamıyor böyle bir şeye; ama diyor hadi gideyim mahkemeye, ben müracaat edeyim. ve kadıya müracaat ediyor.
Adamın gözleri hayretten açılıyor; Fatih Sultan Mehmet mahkemeye geliyor. Padişah ayakta, kadı efendi oturuyor ve mahkeme başlıyor. Fatih Sultan Mehmed, adamın arsasını zorla iktisab etmektan suçlu bulunuyor ve elinin kesilmesi kararı alınıyor. Fatih Sultan Mehmet’in eli kesilecek; ama Osmanlı adaletinde, bir müessese daha var; eğer bir şeyin bedeli ödenirse ve alacaklı taraf, hak sahibi taraf bunu kabul ederse, o ceza düşer. Bu kanuna göre teklifte bulunuluyor.
Deniyor ki: “Bunun bedeli şu kadar altın, bu kadar altına karşılık, onun elinin kesilmesinden vazgeçiyorsan, o ödemese bile (Padişah ödemese bile) onu sana beytülmal öder. Razı mısın?”
Rum: “Tabiî razıyım. Razı olmaz mıyım? O, Padişah.”.
Fatih Sultan Mehmet diyor ki:"Benden beytülmalın talebi 200 altın; ama ben 2000 altın vereceğim ve her gün de bir altın daha ödenmesini istiyorum. Senenin 365 günü, her gün bir altın ödenecek bu zata."ve kadı yerinden kalkıyor, Fatih Sultan Mehmet’in ayaklarının yanına gelip diz çöküyor:"Padişahım, şu ana kadar ben Allah’ı temsil ediyordum. Ben oturuyordum, siz ayaktaydınız. Çünkü siz maznun mevkiindeydiniz. Allah’ı temsil eden siz değildiniz. Adaleti veya adaletsizliği temsil ettiğiniz, mahkemenin sonunda belli olacaktı. Ben Allah’ı temsil ediyordum; adaletin sahibi bendim o sırada. Şimdi benim görevim bitti. Şimdi bana, size tâbî olan, sizin imparatorluğunuzun bir kadısı olarak el etek öpmek düşer.".
Padişahın eteğini öpüyor ve ondan sonra Padişah oturuyor, ötekiler dışarı çıkıyorlar.
Osmanlı içtimaî yapısı üzerine uzman olan Erlanyen Üniversitesi profesörlerinden Hutterrohta: “Osmanlı Devleti, geniş topraklarını ve üzerindeki çeşitli kavimleri, Topkapı Sarayı’ndan mükemmel bir şekilde idare ediyordu. O saray da batıdaki en mütevazi bir derebeyinin sarayı kadar bile büyük değildi.”
Altı asır gibi uzun bir süre üç kıtada hükmünü yürüten ecdadımızın medeniyet mirasını inceleyip araştırmadan içte ve dıştaki bazı gafil ve hainlerin ona, “emperyalist” yaftasını yapıştırarak mahkûm etmeye çalışmalarına mukabil, Macaristan İlimler Akademisi tarafından ortaya çıkartılıp yayınlanan bir belgede belirtildiğine göre, Osmanlı Devleti’nin Macaristan’da hakim olduğu devirlerde, Macar halkından yılda 7 milyon akçe 21 milyon vergi toplayıp, buna karşılık aynı yıl Macaristan’a 21 milyon akçe yatırım yaptı.
Çok geniş bir sahayı asırlar boyunca hâkimiyeti altında mâmur ve müreffeh tutmaya muvaffak olmuş bir imparatorluğun siyasî nizâmının temelinde çok sağlam ve mükemmel bazı unsurların bulunacağı muhakkaktır. İmparatorluk kânunla birleşik hâle getirilmiş din temeli üzerinde öyle sağlam bir şekilde inşâ edilmiş ve bütün tebaânın tefâhur, alâka ve heyecanlarıyla öylesine mükemmelleştirilmiştir ki, asırlar boyu süre gelen felâketlere göğüs gerdikten sonra hâlâ dimdik ayakta durmakta ve devrin her türlü idbar ve zaaflarına cesâretle karşı koymaktadır.Osmanlı, hâkimiyetleri altına aldıkları milletlere, Hıristiyanların yaptığı gibi zorla İslâmiyet’i kabul ettirmiş olsalardı –ki buna kimsenin bir îtirazı olamazdı- bugün ne Ermeni ne Girit meselesi ve muhtemelen ne de Şark meselesi olurdu. Oysa Türkler bunu yapmadılar; Kur’ân’ı Kerîm’e uyarak, herkesin kendi usulünce ibâdet etmesine müsaade ettiler. Hıristiyan Avrupa’nın bizzat Hıristiyan kanı döktüğü ve inançları değişik olanlara vahşîce zulümler yapmaktan zevk duyduğu bir devirde Osmanlı İmparatorluğu, engizisyonun bulunmadığı yegâne memleket oldu. İnançları yüzünden tâkibe mâruz kalanların tarih boyunca hep Osmanlı İmparatorluğu’nda melce bulabildiklerini görüyoruz. Türkiye’yi kendilerine yeni bir vatan yapmış Yahudiler’in, Polonyalı, Macar, Alman ve İtalyan hürriyetperverlerin sayısı hesap edilemeyecek kadar çoktur. Osmanlı, idâreleri altındaki çeşitli milletleri Türkleştirmeye çalışmamış; onların din ve âdetlerine saygı göstermişler.
Osmanlılar diğer milletler gibi sömürgecilik zihniyetiyle bu toprakları işgal etmemiş, hiçbir zorlama ve baskıya başvurmadan dinlerini yaymayı ve Müslüman dünyasını güçlendirmeyi amaçlamışlardır. Avrupalı güçler ele geçirdikleri topraklarda yaşayan halkları kendilerinden aşağı, bir nevi ikinci sınıf insanlar olarak değerlendirip gaddar ve zalim bir politika izlerken, Osmanlılar sahip oldukları Kur’ân ahlâkı ile her milletten insana karşı adaletli, hoşgörülü ve merhametli bir tutum sergilemişlerdir.
Avrupalı devletler bu ülkelerin tüm yeraltı zenginliklerini ele geçirip, halklarını fakirleştirirlerken, Osmanlı’yı veya Selçuklu’yu yöneten Türkler gittikleri ülkelere zenginlik, refah ve medeniyet götürmüşlerdir. Fethedilen ülkelere camiler, medreseler, kervansaraylar, köprüler, çeşmeler yaptırılmış, yıkmayı ve yok etmeyi değil, yeniden inşa etmeyi hedeflemişlerdir. M. Baudier’e göre “Türkler merhamet, şefkat ve insanlara yardımda bütün milletlere ve hattâ Hıristiyanlara da üstündürler”
Batı kaynaklarında Osmanlı hoşgörüsü ve ahlâkı
Batı kaynaklarında Osmanlı’nın adaleti, hoşgörüsü ve ahlâkları hakkında çok sayıda yazılar vardır. Onlardan bir kaçını sizlerin dikkatine arz edelim.
“Osmanlı Türkleri, umumî ve ferdî ahlâklarının ciddiyetini Şeriat’ın iffet ve hayâ ahkâmına medyundurlar.Türkler arasında içtimaî ve ailevî faziletler, kendi ihtiyaçlarına ve bilhassa ilk Resûller devrine lâyık nâzigâne muâşeret kâidelerine uygun bir tahsil seviyesiyle birleşir.Türkler, çok dindar ve merhametlidirler. Birbirleriyle pek münâkaşa etmezler. Şehirde askerler de dahil, kimse silâh taşımaz. Pek az kavga ederler, düello nedir bilmezler. Hâlis Türkler şarap içmezler. Çok sayıda oyunları vardır ama, parasız oynarlar. Az yerler; ne çok çeşitli ne de çok nefis yemeklere düşkündürler. Kötü taraflarına gelince; çok izzet-i nefis sahibidirler; kendilerini bütün milletlerin fevkinde görürler. Yeryüzünün en cesur ve asil kavmi olduklarına inanırlar. Bu memlekette hemen hiçbir cinâyet vakâsı duyulmaz. Eğer bir iki fevkalâde vakâ zuhur edecek olursa; onlar da ya ânî bir feveran neticelerinden veya yol kesen haydutların şekâvetlerinden ibârettir. Haksızlık, mübârahacılık, inhisarcılık ve hırsızlık gibi suçlar Türkler arasında âdetâ meçhul cinâyetlerdir. Hâsılı ister vicdânî bir akîdeden ister cezâ korkusundan mütevellid olsun, o kadar dürüstlük gösterirler ki, insan çok defa Türkler’in doğruluklarına hayran kalır”
Başka bir kaynakda kayd olunur: “Türk, sessiz, sâkin ve ciddidir. Büyük bir sağduyu sahibi ve iyi bir müşâhittir. Evinde çalışkan, fakat ağırdır. Bu ağırlığı bazı Almanlar’daki gibi hantallıktan ileri gelmez. Ruhî kudret ve sükûnunun, kendine duyduğu derin bir güvenin ifadesidir. Türkler, millet olarak şarkın en üstün ve şerefli ırkıdır. Çok asil ve necip karakterlidirler. Cesâretleri sonsuzdur. Dinî, ailevî ve beşerî faziletleri bütün tarafsız insanlara takdir ve hayranlık ilham edecek çaptadır.Bir menfaat elde etmek yahut göze girmek için aslâ dalkavuklukta bulunmazlar. Kimseye hakâret etmek istemezler. Az ve öz konuşurlar. O kadar dürüst ve namusludurlar ki, başka türlü olunabileceğini düşünmediklerinden ve herkesi kendileri gibi sandıklarından dâimâ aldatılırlar. Türkler’de güzel olan her şeye karşı köklü bir saygı ve zayıfa karşı derin bir merhamet mevcuttur”.
Sonuç
Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkimiyeti altındaki topraklarda bugün 45 ülke, nüfuzu ve etkisi altındaki topraklarda ise 31 ülke bulunmaktadır. Daha da çarpıcı göstergelerle ifade edilirse, bugün Osmanlı Coğrafyası’nda 76 ülke ve devlet bulunmakta, bunların yüzölçümleri toplamının dünya geneline oranı yüzde 37,8; burada yaşayan nüfusun dünya nüfusuna oranı ise yüzde 40,1 olmaktadır. Osmanlı Geniş araziye ve Osmanlı’nın uzun müddet var olmasının sebebleri çokdur.En önemlisi Osmanlı’nın bir hükuk devleti Olması,adalete bağlı olması, sınırları içinde yaşayan farklı milletlere karşı hoşgörülü ve marhemetlı olmasıdır. Osmanlı Devleti, açıkça görüldüğü üzere, fertlerin hak ve hürriyetlerini koruyan ve adaleti şiar edinen gerçek bir hukuk devletiydi. Bu nedenledir ki Voltaire, Türkler’in pek çok hasletlerini anlattıktan sonra Osmanlı Devleti’nden bahsederek “Türk devleti bir demokrasidir” demeyi ihmal etmez.
Osmanlı’nın hoşgörüsü düşmanları tarafından bele kabul edilmekdeydi. Niketım, bir İngilis tarihcisi öz eserinde “Evet Osmanlı’yı bitirdik, fakat dünyada hüzur ve hoşgörü çağını da kendi elimizle yok etdik. Bir gün bunun hisabını mutlaka bizden soracaklar”
Kaynaklar:
1.Nejat GÖYÜNÇ “Türk Toplumu ve Hoşgörü”
2.Fafameddin Başar “Kuruluş Devri Osmanlı Hükümdarlarında Adalet ve Hoşgörü
3.M. BAUDIER “Historie de la Religion des Turcs”
4.B. Mümtaz AYDIN “Osmanlı Barışı” (Pax Ottomana)
5.İlber ORTAYLI “Osmanlı barışı” Ufuk yayınları
6.M Hutterrohta.”Histoire Générale des Turcs”
7.Doç. Dr. Said ÖZTÜRK “703. Yılında Osmanlı’yı Anarken”
8.PROF. DR. AHMED AKGÜNDÜZ “Osmanlı Devleti’nde İnsan Hakları ve Hürriyetleri”
9.Prof. Gilles VEINSTEIN “Osmanlı’nın 700. yılı”
10.Prof Dr Niyazi BERKES “Osmanlı Devlet ve Toplum Kuruluşunun Özellikleri”
11.Benjamin BRAUDE ve Bernard LEWIS “Osmanlı Devleti İçerisindeki Hıristiyanlar Ve Yahudiler” (Çevirenler: Halil Erdemir,Hatice Erdemir)
12.Mustafa BAŞ “OSMANLI DEVLETİ VE AZINLIKLAR”
13.Doç. Dr. Said ÖZTÜRK “OSMANLI’DA HOŞGÖRÜ”
14.Prof. Dr. Ahmed AKGÜNDÜZ “OSMANLI DEVLETİNDE İNSANI İNSAN YAPAN ŞAHSİ HAK VE HÜRRİYETLERİN KORUNMASI VE GÜVENLİK İLKESİ”
15.Hatice Palaz ERDEMİR “Tarihî Gelişim Sürecinde İnsan Hakları ve Osmanlı Modeli”
16..Selahattin TANSEL, Osmanlı Kaynaklarına Göre Fatih Sultan Mehmet’in Siyasî ve Askerî Faaliyeti, TTTK (Ankara).
17.Yavuz ATAR, “Çağlar Boyunca Türk Dünyası Dışındaki Devletlerde İnsanî Değerler ve Hukuk”,
18.Aydın TANERİ, “Tarih Boyunca Milletlerarası Münasebetlerde Adalet ve Türkler”.
|