Kardelen'i DergiKapinda.com sitesinden satın alabilirsiniz.        Ali Erdal'ın yeni kitabı TÜRK KİMLİĞİ çıktı        Kardelen Twitter'da...        Kardelen 32 Yaşında!..       
    Yorum Ekle     8659 kez okundu.     6 yorum bırakıldı.     Yazara Mesaj

Baty kaynaklarynda Osmanly Ordusu?nun tasviri
Cavid Kasımlı

  Sayı: 57 - Temmuz / Eylül 2007

Bir Anekdot
Adı dünya tarihindeki büyük kumandanlar arasında anılan Napolyon Bonapart’a, Saint Helena adasında hapiste bulunduğu sırada “Kimler büyük adamdır?” diye sormaları üzerine Bonapart’ın Fatih Sultan Mehmed’den bahsederek: “Büyüklükte ben onun çırağı bile olamam. ‘Niçin?’ derseniz, bana pek acı gelen bir gerçeği açıklamam icap eder ki o da şudur: Ben kılıçla fethettiğim yerleri, hayatta iken geri vermiş bir bedbahtım. O ise, fethettiği yerleri nesilden nesile intikal ettirmenin sırrına ermiş bir bahtiyardır.”

XIII.yüzyılda tarih sahnesine çıkan Osmanlı Devleti, 14. ve 15. yüzyılda şekillenmiş ve coğrafî yönden 16. ve 17. asırlarda yayılışı en yüksek seviyeye ulaşmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’daki batı cephesi Trieste ile Viyana’nın yakınlarında, kuzey cephesi Polonya’nın bitişindeydi. Karadeniz ile Azak Denizi birer Osmanlı gölü haline gelmişti. 1475’ten 1768’e kadar Osmanlı İmparatorluğu ile ona bağlı devletlerden başka hiçbir devletin bu denizlerde kıyısı yoktur. Kafkasya’nın batısı gibi Asya’nın batısında Dicle ve Fırat nehirlerinin yatakları da ta İran Körfezi’ne kadar Osmanlı yönetimi altındaydı. İmparatorluk, Suriye’yi de en geniş coğrafi anlamıyla elinde tutuyordu. Arabistan’ın batısı bütünü ile, en güneydeki Yemen’i içine alacak şekilde Osmanlı idaresindeydi ki bu da İmparatorluğa Hint Okyanusu’nda bir kıyı sağlıyordu. Aynı şekilde, Kuzey Afrika’da Mısır’dan en batıdaki Fas’ın doğu sınırına kadar Osmanlı topraklarıydı. Kuşkusuz böylesine büyük bir devletin bu kadar uzun ömürlü olmasını manevî değerlerle birlikte askerî güçle de  açıklamak mümkündür. Bu yazıda Osmanlı ordusunun sahip olduğu tekniği ve manevî gücün Batılılar tarafından değerlendirilmesini sizlere arz edeceğiz.
Osmanlı ordusu ilk dönemlerde daha doğrusu Orhan Gazi devrinin sonlarına kadar Türkmen aşireti birliklerinden oluşmaktaydı. Bu aşiretlerin ileri gelenleri padişaha müracaat ederek savaşta görev alacaklarını arz ediyor, savaş kazanıldıktan sonra da elde edilen yeni arazilerden pay alıyorlardı. Ki, bu uygulamaya sonraları “tımar” yahut “zeamet” denilmiştir. Askerî teşkilâtın ikinci bir unsuru da tamamen gönüllülerden oluşan “yaya” ve “müsellemlerdi”. Askerî yapı kurumlaşmaya doğru gidince köylü aşiretlerden müteşekkil gönüllülerin yerini bu ücretli askerler almaya başlamıştır. Böylece Orhan Gazi, basit beylik kurumları yerine daha güçlü bir hükümet ordusu kurmayı başarmıştır. Eski aşiret askerlerinden de vazgeçilmiş değildir. İhtiyaç anında onlara da başvurulmaktadır. Divana bağlı esas orduyu “sipahiler” ve “azaplar” teşkil ederken, aşiretlerden oluşan “müsellemler” de yedekte tutulmuştur. Dolayısıyla ordu iki ayrı gruptan oluşmaktaydı.
Osmanlı’nın ilk kuruluş yıllarında hükümet güçlenip idarî işler düzene sokulunca düzenli ordu düşüncesi doğdu. Bu fikri ortaya atan da Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’dır. O tarihte Osmanlı tabiiyetine giren Hristiyanların hukuk ve vazife açısından Müslümanlardan pek farkı bulunmadığından, önce “devşirme kanunu” ihdas edilmiş ve peşinden bin kişilik daimî düzenli bir birlik kurulmuştur. Bu teşkilât Orhan Gazi döneminde kurulduğundan adı geçen sultan Hacı Bektaş Veli’ye giderek onun hayır duasını almak istemiş ve bu yeni teşekküle onun tasvibiyle “yeniçeri” adı verilmiştir. Ordunun “Peygamber  ocağı”  olduğu  şeklindeki  niteleme de sanırım manevî   destek  almış  olması  itibariyle  bu  olaydan  kaynaklanmıştır. Yoksa Peygamber’in döneminde ve hattâ onu takip eden dört halife döneminde herhangi askerî bir teşkilâta rastlanmamaktadır.

İtaat, Nizam, İntizam ve Temizlik
Osmanlı ordusunun en önemli özellikleri ve onu muvaffakiyete ulaştıran en önemli unsurlar şüphesiz âmirlerine itaat, nizam, intizam, temizlik, kısaca disiplindir. Osmanlılar karşısında mağlup olan batılılar, onların bu başarısını çoğu kez ordularının çok kalabalık oluşuyla açıklamışlardır. Halbuki araştırmalar bunun doğru olmadığını ortaya koymaktadır. Osmanlı zaferleri, ordunun kalabalıklığı ile değil; komuta kalitesi, disiplin, eğitim ve taktik üstünlüklerle kazanılmıştır. Muhtelif vesilelerle Osmanlı ordusunu yakından tanıma fırsatı bulmuş yabancılar, sefirler ve  komutanlar kendi yazılarında Osmanlı ordusundaki itaat, nizam, intizam, temizlik ve disiplin hakkında malumat vermişlerdir. Meselâ, Busbecq, Kanuni’nin Amasya ordugâhını şöyle tasvir eder: “Bu muazzam kalabalık içinde medhe değer görünen nokta, sessizlik ve disiplindir. Hiçbir bağrışma ve uğultu yoktur. Halbuki alelâde kalabalıklarda böyle şeyler eksik olmaz. Herkes kendisine tayin edilen noktada rahatça duruyordu. Paşalar, sancak ve alay beyleri, yüzbaşılar ve daha küçük Türk subayları yerlerine oturmuşlardı. Alelâde neferler ayakta idi. En çok göze çarpan topluluk, sayıları birkaç bine erişen yeniçerilerdi. Bunlar, diğer birliklerden ayrı bir yerde uzun bir saf halinde duruyorlardı. O kadar sessizdiler ki, benden çok uzakta bulunmadıkları halde, acaba canlı insanlar mıdır, yoksa birer heykel midirler diye tereddüt ediyordum. Bu mevkiden ayrıldığım zaman, hoş bir manzara göründü. Sultan’ın hassa alayı, atlar üzerinde, yerlerine dönüyorlardı. Atlar gayet güzel ve yüksek olmalarının yanında, gayet bakımlı ve süslü idi.”
Busbecq başka bir yazısında Osmanlı ordusundaki nizam, intizam ve disiplini şöyle kaydeder: “Teşkilâtının kudreti ne olursa olsun, Türk ordusu nâmağlup bir ordu değildi. Pekâlâ mağlubiyetlere de uğradığı oldu. Ona mukavemet edilemez kudretini veren başlıca iki hususiyet vardı: Daima seferberlik halinde, daima emre âmâde idi ve sefer yolu ne kadar uzun olursa olsun yürümeye hazırdı. Halbuki Avrupalılar her yeni sefer için büyük masraflarla yeniden asker toplamaya mecburdular. Üstelik bu askerlerin iradesi kısa zamanda gevşiyordu. Diğer taraftan Türkler, bir başarısızlıkla karşılaşınca aynı teşebbüsü tekrarlamak, gene tekrarlamak karakterinde idiler. Bu sebat, inatçılık ve takip fikri Osmanlı prensibi idi. Cengiz’in, Timur’un, Babür’ün prensibi de bu idi. Bu takip fikri ve muvaffak oluncaya teşebbüse devam azmi, şüphesiz devletin malî gücü sayesinde olabiliyordu. Ordu ile devlet iyice kaynaşmıştı ve maliye bu gücün emrindeydi. Halbuki Batı’da ordular, sosyal yapının üzerinde ve dışında, sonradan eklenmiş müesseselerdi. Bunun neticesi olarak Avrupa orduları için normal kaynaklar bulmakta müşkilât içindeydi. Avrupa hükümdarları üst üste yığılan istikrazların yükü altındaydı. Charles Quint bile bu durumdaydı. Osmanlı’da ise aksine ordu hükümetin normal imkânları içinde hayatını devam ettiriyordu.”
Osmanlı ordusunun sahip olduğu meziyyetler hemen hemen bütün yabancı seyyahların kayıtlarında geçmektedir. II. Murad ve Fatih Mehmed zamanında 22 yıl Türkler arasında esir olarak yaşayan ve sonradan Almanya’ya dönerek hatıralarını yazıp bastıran Georg von Mühlenbach şöyle yazmaktadır: “100.000 atın bulunduğu Türk ordugâhında bir tek atın kişnemesi bile duyulmamakdadır. Sessizliğin savaş sırasında ne derecede işe yarayacağı aşikârdır. Türk ordusu günde 5 veya 6 saat yürür, daha fazlası cebrî yürüyüştür ve fevkalâde hallerde olur. Ordunun bütün ağırlıkları at, katır ve develerle taşınır. Otağ kurucular, bir menzil önden giderek otağı hazırlarlar. Otağın sahipleri menzile gelince, otağlarını kurulmuş ve hazır bulurlar. Otağ kurucu ekip, ordudan daima bir gün ileridedir. Aslında her otağ çifttir, birinde otağ sahibi yatıp dinlenirken, diğer otağ bir menzil ileride kuruluş halindedir. Türkler her menzili ”konak" tabir ederler. Bu durum Türk ordusunda çok büyük sayıda deve, katır ve diğer yük hayvanlarının bulunmasını icap ettirir. Bu hayvan kervanlarına memur askerler de çok büyük sayıdadır. Bu da büyük masrafı mucip olmaktadır. Fakat benim fikrime göre, bu halden daha fazla bir ihtişam gösterişi mümkün değildir ve Osmanlı İmparatorluğu bunu gerçekleştirmiştir.”
Georg von Mühlenbach başka bir yazısında: “Orduda düzen tek kelimeyle fevkalâdedir. Fikrimce bu düzen, içki yasağı ile sağlanmaktadır. İçki yasağı, Türk askerini itaatkâr, uyanık ve kanaatkâr yapmıştır. Ordugâhta en küçük bir gürültü ve münakaşa duymak mümkün değildir. Halk, ordularının geçişi sırasında en ufak bir endişe hissetmez. Ordu, geçtiği yerde her şeyi peşin para ile satın alır; hanlarda geceleyen asker, parasını öder. Türk ordugâhına, kızlarına tecavüz edildiği için şikâyete gelen anneler görmek mümkün değildir. Malının asker tarafından yağma edildiğini, hoş olmayan herhangi bir muameleye muhatap olduğunu söyleyerek şikâyete gelen de yoktur. Zira böyle şeyler olmaz. Bu düzen, Türk ordusunu muzaffer kılmış ve imparatorluklarını muntazam şekilde büyütmüştür. Biz Hristiyanlar’ın ordularına ise şarap, Türk ordusunda görülenlerin tamamen aksine husule getirir. Türkler bunu çok iyi bilmekte ve değerlendirmektedir. Ordugâhlarına şarap girmemesi için her türlü tedbiri alırlar. İki üç gün önce bir konağa vasıl olduk, bu konakta meyhaneler vardı, ordu orada bulunduğu müddetçe meyhaneler kapatıldığı gibi, her türlü şarap alış verişi ve satışı da yasak edildi.” diye yazmıştır.
Osmanlı ordusunun harbî kudretini Mareşel Montecuccoli, birçok Batı diline çevrilerek klâsik olmuş tabiye kitabında şöyle anlatıyor: “...Osmanlı Devleti o derecede kudretli ve kuvvetli bir imparatorluktur ki, hesapsız sayıda, mükemmel eğitim görmüş askerlerden müteşekkil ordusu, her an harbe hazırdır. İstenildiği anda yürüyüşe geçebilen bu ordu, her zaman emre amadedir. Ordunun yürüyüşe başladığını daha düşman öğrenmeden Türk ordusu, muharebe sahasına girmiştir. 1660 yılında gemilere manda ve öküzleri koşup Tuna yoluyla Belgrat’a, Osiyek’e, Budapeşte’ye Türklerin çektirdikleri gemiler ve taşıdıkları yiyecek ve ağırlıklar tarif edilemez, akıl almaz. Gerek ordu yürüyüşünü, gerekse ağırlık naklini Osmanlılar, bütün hileleri kullanarak saklarlar. Düşman casuslarına daima ters hedef verirler. Her seferindeki hileleri de bir öncekinden farklıdır. Nitekim herkesi Venedik seferi yapacaklarına inandırıp birden Transilvanya’da görünen Türk ordusu, şaşkınlık yaratmıştır. Malta’ya gideceklerini yayıp Girit’e sefer etmeleri de böyledir. Savaştan çok önce vaktiyle tedarik görmek, Romalılarda usul ve kaide idi. Osmanlılar, zuhurlarından bu ana kadar Romalıların bu usul ve kaidesini aynen tatbik etmişlerdir. Osmanlı ordusundaki her çeşit san’at erbabı işçinin sayısı, şaşılacak kadar çoktur. Kılavuzları ve casusları da çoktur. Ordunun büyük ağırlıkları ve topları bulunduğu için nakliyeye ehemmiyet verilir. Diğer milletlerin tahammül edemedikleri, takat getiremedikleri meşakkatlere Türk ordusu alışıktır. Çok iyi siper ve tabya yaparlar. Ordunun yürüyüşü fevkalâde sür’atlidir. Bizde ”Türk’te ayak kurşundan ve el demirdendir." atasözü meşhurdur. Türk askeri cesurdur.”
Fransız yazarı Montaine, kendi kayıtlarında Osmanlı ordusunu ve karargâhını şöyle tasvir eder: “İlk dikkat ettiğim husus, muhtelif teşkilâta mensup Türk askerlerinin, kendi karargâhları içinden harice çıkmamaları idi. Bizim karargâhlarda cereyan eden işleri bilenler, buna inanmakta zorluk çekerler. Fakat gerçek şu ki, her tarafta tam bir sükûnet ve sessizlik hüküm sürüyordu. Kat’iyen kavga ve münakaşaya tesadüf edilmiyordu. Hiçbir zorlama ve şiddet harekâtı görülmüyordu. Sarhoşluktan yahut kafa kızgınlığından ileri gelen yüksek sesler bile yoktu. Bundan başka, her taraf tertemizdi. Gübre yığınları, süprüntüler görülmüyordu. Göze yahut buruna fena gelecek hiçbir şeye tesadüf etmedim. Bu gibi şeyleri Türkler yakıyorlar yahut uzağa götürüyorlar. Neferler de büyük bir çukur açarak, pislikleri oraya gömüyorlar ve karargâhı tertemiz tutuyorlar. Bizim askerimiz arasında olduğu gibi hiç bir tarafta bir sarhoşluk, cünbüş yahut kumar gibi şeylere tesadüf edemezsiniz. Türkler kâğıt ve zar oyununu bilmezler.”
Bu konu ile ilgili olarak meşhur İngiliz diplomatı Ricault’un fikirleri de önemlidir. O, orduyu hümayun ile ne katılarak müşahedelerini şöyle anlatır: “...Ordugâhta en küçük bir gürültü ve münakaşa duymak mümkün değildir. Halk, ordularının geçişi sırasında en ufak bir endişe hissetmez. Ordu geçtiği yerde herşeyi peşin para ile satın alır, hanlarda geceleyen asker parasını öder. Türk ordugâhında, kızlarına tecavüz edildiği için şikâyete gelen anneler görmek mümkün değildir. Malının asker tarafından yağma edildiğini, hoş olmayan herhangi bir davranışla karşılaştığını söyleyerek şikâyete gelen de yoktur. Zira böyle şeyler olmaz. Bu düzen, Türk ordusunu muzaffer kılmış ve imparatorluklarını muntazam şekilde büyütmüştür. Biz Hıristiyanların ordularına ise şarap, Türk ordusunda görülenlerin tamamen aksini husule getirmiştir. Türk ordugâhı her zaman için son derece temizdir, en küçük bir çöp görülmez. Her çadırın yanına, tabiî ihtiyaçlar için geçici çukurlar kazılır ve bu çukurlar ordu hareket ederken toprakla doldurulur. Bu suretle Türk ordugâhı, en temiz şehirlerden daha temizdir.”

“İ’lây-ı Kelimetullah” ve İman
Osmanlı ordusunu muvaffakiyete ulaştıran önemli unsurlardan biri de dinî ve millî motivasyondur. İslâmiyet’ten önceki dönemlerde olduğu gibi; Osmanlı Türkleri de kendilerini dünya nizamını temin etmek üzere Allah tarafından vazifelendirilmiş biliyorlardı. Dolayısıyla Osmanlı fütuhatının her biri bu amacı tahakkuk ettirmek maksadına hizmet ediyordu. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u muhasara kararını topladığı meclise bildirmek üzere yaptığı konuşmada: “İ’lâ-yı kelimetullah ve ihya-ı minnet-i Resulullah etmeye makdurumu sarf eyleyem, ta dünyada mûcib-i zikr-i cemil ve ukbâda bâis-i ecr-i cezil ola!” demek suretiyle mefkûresini ilân ediyordu. Osmanlı ordusunun sahip olduğu dinî ve millî motivasyon, yabancıların ilgisini çekmiştir. Bununla ilgili olarak Babinger: “Türk ordusunda hâkim olan maneviyat, muhakkak ki herhangi bir düşman ordusununkinden çok üstündü.” der.
Gene II. Murad devrinde Türkiye’ye gelip Türk ordusunu gören De la Brocqiere şunları yazar: “Ordudaki büyük emirler ve kumandanlar; öyle basit bir kıyafette idiler ki, onları, alayların içinde alelâde neferlerden ayırmak imkânsızdır. Padişahı (II. Murad’ı) camide namazını kılarken görmeye muvaffak olabildim. Ne tahta benzer  bir koltukta ne bir iskemledeydi; yere serilmiş bir seccadede ibadet ediyordu. Çevresinde, arkasında veya başı üzerinde, mevkiini işaret eden hiçbir şey yoktu.”
Osmanlı ordusunun sahip olduğu İ’lây-ı kelimetullah mefkûresi, onu soygunculuktan ve yağmacılıktan korurdu. Bununla ilgili olarak Iorga şöyle der: “Bir Avrupa ordusunun bir ülkeden geçmesi ülkenin halkı için bir felâket, bir Türk ordusunun geçişi bir saadetti. Halk, Türk ordusunun kendi memleketlerinden geçmesini dört gözle beklerdi; zira zengin Türk ordusu ile geniş ölçüde alış veriş yapardı. Balkanlar’da genç Hristiyan kızları, tek başlarına mal satmak için endişesizce Türk ordugâhına girerlerdi. Belgrad’dan geçerken genç Sırp kızları ordugâha geldiler. En iyi elbiselerini giymişlerdi. Getirdikleri malları birliklerin içine girip sattıktan sonra çekilip gittiler. Hangi yerden geçtiysek köylüler, orduyu sevinçle karşılıyorlardı. Türk askerine bol bol mal satıp çok para kazanıyorlardı. Böyle bir durum Avrupa orduları için tamamen imkânsızdı.”
Iorga’nın yazısı ile ilgili çok mühim bir olayı dikkatinize arz edelim. Kanunî, ordusunu güzel bir bahar mevsiminde sefere çıkarmış ve Belgrad önlerine kadar gelmişti. Ordu mola verdi. Önce namaz kılacaklar sonra da yemek yiyeceklerdi. Atlarından inen askerler, hemen çevredeki çeşmelerin başlarına yığıldı. Mola verilen yerde bir manastır vardı. Manastırın başrahibi bu manzarayı görünce, aklına şeytanî bir düşünce geldi. Bu fırsattan istifade ederek, Osmanlı’nın ruh kumaşını deneyecekti. Bakalım bu askerin kalitesi ne kadardı?
Hemen manastırdaki genç rahibe kızları, o devre göre açık saçık sayılabilecek giyimlerle çeşmelere yolladı. Güya manastıra su getireceklerdi.
Kendisi de durumu gözetlemeye ve askerlerin nasıl davranacaklarını anlamaya çalışacaktı. Ancak gördükleri karşısında hayretten hayrete düşmüş, tabiatıyla da çok üzülmüştü. Çünkü bu genç rahibeleri açık saçık vaziyette çeşme başında gören askerler, hemen geriye çekildiler ve arkalarını dönerek onları görmemeye çalıştılar.
Rahibeler çeşme başlarında oyalandıkları müddetçe de asla dönüp bakmadılar. Ancak el ayak çekilince, tekrar çeşme başına geldiler. Rahip bütün bunları hayretler içinde gördükten sonra, daha önce duyduklarına da inanmak zorunda kalmıştı. Bu asker, sıcakta ve susuz olduğu halde, kenarından geçtiği bağlardan bir salkım üzüm koparmamıştı. Hatta üzüm koparan birkaç asker de yerine değerinden çok fazla edecek altın paralar bırakmıştı.
Bunun üzerine rahip, Haçlı komutanlarına bir mektup yazdı. Onlara şöyle dedi: “Osmanlı ordusunun kalbinde müthiş bir Allah korkusu ve sevgisi vardır. Bunlar dünya malına itibar etmezler. Kadına, kıza dönüp bakmazlar. Ancak Allah yolunda ve padişah buyruğunda severek savaşırlar. Kendilerinden çok, din ve vatanı düşünürler. Adaletlidirler. Zulümden çekinirler. Allah için ölmeyi şeref ve nimet bilirler.”
Genellikle ganimet toplamak ve ele geçirilmiş arazilerin yağmalanması birçok ordulara aittir. Fakat Osmanlı komutanları askerleri bu kötü alışkanlıktan korumaya nail olmuşlardı. Meselâ, Mısır seferine giderken Gebze yakınlarındaki bağlık bahçelik bir arazide mola verdiğinde Yavuz Sultan Selim’in bütün askerlerin heybelerini arattığını ve hiçbirinde meyve cinsinden birşey çıkmaması üzerine ellerini Ulu Dergâha kaldırıp: “Allahım, sonsuz şükürler olsun. Bana haram yemeyen bir ordu lütfettin. Eğer askerimin içinde tek bir kişi, sahibinden izinsiz bir meyve yeseydi ve ben bunu haber alsaydım Mısır seferinden vazgeçerdim.” der. Zannımca bu olay, fikrimizi tasdikler.
Osmanlı ordusunun helâl ve herama dikkat etmesini Macar asıllı Bartholomeus Georgievic’un 1544 yılında yazdığı “Turcarum ritu et caere"De moniis" (Türklerin Gelenek ve Görenekleri) isimli eseri de tasdikler. O kendi eserinde şöyle yazmıştır: “Savaş zamanında öyle sıkı bir disiplin vardır ki, hiçbir asker adaletsiz bir şey yapmaya cesaret edemez. Adaletsizlik yapan hiç acımaksızın cezalandırılır. Gözcüler ve düzen sağlayıcılar vardır. Geçip gidilen yolların kıyısındaki bağ ve bahçelerde sahiplerinin izni olmaksızın bir elma bile koparılamaz. İzinsiz koparanın cezası ölümdür. İran seferine katıldığımda gördüm: Ortalıkta dolaşan bir at, birinin tarlasına girdi diye bir sipahinin atı ve uşakları ile birlikte başı vuruldu.”
Charles-Quint’in Kanunî nezdindeki büyükelçisi Baron ve Busbecq kendi sefer kayıtlarında Osmanlı ordusunun manevî durumunu Avrupa ordusu ile kıyaslayarak şöyle yazmıştır: “Türk sistemini kendi sistemimizle mukayese ettiğim zaman, istikbalin başımıza getireceği şeyleri düşünerek titriyorum. Bir ordu galip gelecek ve pâyidâr olacak, diğeri de mahv olacaktır. Çünkü şüphesiz, ikisi de sağlam surette devam edemezler. Türkler’in tarafında, kuvvetli bir imparatorluğun bütün kaynakları mevcut; hiç sarsılmamış bir kuvvet var, sefer görmüş askerler, zafer itiyatları, meşakkatlere tahammül kabiliyeti, birlik, düzen, disiplin, kanaatkârlık ve uyanıklık var. Bizim tarafta ise, umumî fakirlik, hususî israf, sarsılmış kuvvet, bozulmuş maneviyat, tahammülsüzlük ve idmansızlık var. Askerlerimiz serkeştir, subaylarımız tamahkârdır. Disiplini istihkâr ediyoruz. Sebatsizlik, serkeşlik, sarhoşluk, sefâhat, bizde bol bol mevcuttur. Bütün bunların en kötüsü düşmanın (Türklerin) zafere, bizim de hezimete alışkın bulunmamamızdır. Neticenin ne olacağını tahminde tereddüt, artık caiz midir? Yalnız İran, bizim lehimize işe müdahale ediyor. Çünkü düşman, hücuma teşebbüs ettiği zaman arkalarını tehdit eden tehlikeyi (İran’ı) hesaba katmak mecburiyetindedir. Fakat İran, bizim mukadderâtımızı geciktirmekten başka bir iş görmüyor. İran bizi kurtaramaz. Türkler, İranlılar ile işlerini neticelendirdikleri zaman, bütün Doğu’nun kuvvetlerinden yardım görerek, bizim boğazımıza atılacaklardır. Bu tehlikeye karşı ne kadar hazırlıksız bulunduğumuzu düşünmekten korkuyorum. Bundan başka, düşman memleketinde bulundukları ve muharebe yakın olduğu zaman, Türk askeri, ordularını başka bir zaman için geri bırakabilirler. Açlık yüzünden zayıf düşmüş oldukları bir sırada muharebeye girmemeleri için böyle yapılır. Bu emre itaat hususunda tereddüt gösterirlerse padişah, bizzat öğle üzeri, ordunun göreceği bir yerde yemek yer. Bu suretle herkes, aynı vechile hareket etmeye cesaretlendirilmiş olur.Türk ordugâhında (Amasya yakınlarında) bir bayram namazı seyrettim. Sarıklı başlardan mürekkep büyük bir topluluğun toplanmış olduğunu gördüm. Derin bir sessizlik içinde namazı idare eden din adamının sözlerini dinliyorlardı. Her safın belirli bir durumu vardı. Ayrı saflar, dizildikleri açık sahrada, tıpkı bir duvar gibi uzanıyordu.”

Silâhlar ve Teknikî İmkânlar
Osmanlı ordusu, kuruluşundan başlayarak yeniliklere açık olmuştur. Fatih döneminde Osmanlı ordusunda savaş tekniği değişmiş ve hattâ Fatih’in kendisi de bazı topların projesini çizmiştir.
Osmanlı ordusunun sahip olduğu teknikî imkânlar hakkında yabancılar malûmat vermişlerdir. Onlardan bazılarını dikkatinize arz edelim. Kanunî Sultan Süleyman devrinde yıllarca İstanbul’da kalan ve yazmış olduğu eserini en büyük Hıristiyan hükümdarı II. Filip’e takdim eden İspanyol yazar Cristobol de Villalon’un, dönemin Osmanlı topçuluğu hakkında: “Dünyada hiçbir devletin, Türk topçusu ile mukayese edilebilecek topçusu yoktur. İstanbul’da eski model olduğu için kullanılmayıp süs diye surlara konan topları inceledim. Bunlar bile İspanya ordusundaki toplardan çok daha kaliteli idi. Tophane sırtlarında çaptan düşmüş diye yığılan 40 kadar topu hayretle seyrettim. Bunları alıp topçu kuvveti oluşturmak istemeyecek hiçbir Avrupa devleti bilmiyorum.” diye yazmıştır. Thevenot ise Osmanlı askerlerinin giyim ve teçhizatları hakkında şöyle yazmaktadır: ”Bir şeyleri eksik olduğu zaman sadece sabrederler. Giyimleri ve teçhizatları hafif, yorgunluğa mütehammildirler, sür’atleri hayret vericidir. Cengiz Han’ın askerlerine benzerler." diye kaydediyor. Onun yazılarını Grenard, tasdikleyerek şevket devri Türk ordusunu şöyle anlatır: “Muharebe meydanında Türk askeri ölür, teslim olmazdı. İlk çağırma emrine daima hazırdı. Her nefer, yüzbaşısını tanırdı. Her nefer kumandanının kendisinden önce yığınak yerinde bulunacağından emindi ve ona göre davranırdı. Bu suretle en kısa zamanda Sultan’ın emrinde çok tecrübeli, iyi silâhlandırılmış, iyi atlandırılmış, iyi kumanda edilen, sayı bakımından olduğu kadar kalite bakımından da üstün bir ordu amade olurdu. Topçuya çok hususî bir ihtimam gösterilirdi. Top sayesindedir ki II. Mehmed, İstanbul’u almıştı. Top sayesindedir ki Osmanlılar başlıca zaferlerini kazanmışlardı. Top boldu, çeşitliydi, iyi imal edilmişti ve kullanılmasını fevkalâde iyi bilen ellerdeydi. Bilhassa ağır Türk topları, dehşet vericilikleriyle meşhurdu. XVII. asırda bile dünyanın en iyi topu ve topçusu Türk ordusundaydı.”
Osmanlı ordusunda süvariler mühim yer tutmaktaydı. Sir Adolphus Slade, Türk süvarileri hakkında şöyle yazar: “Türk süvarileri atlarına çok hâkimler. Günlerinin çoğu at üzerinde geçer. Eğitimleri sert ve çok disiplinlidir. Atlarını daima muharebe sahasının icaplarına göre terbiye ederler. Eğitimde Türk süvarisi atını alevlere bürünmüş fıçılara, silâh ateşlerine, domuz ayaklarına doğru sürer ve düz duvarlardan aşırır. Onun için Türk atı, muharebe meydanına girince ürkmez. Türk süvarisi atını sürmekteki mahareti kadar, dört nalla giderken nişan alması ve vurması ile de meşhurdur, çok keskin nişancıdır. Cirit atmada Türk süvarisinin üzerine yoktur. Hiç bir süvari, Türk süvarisi ile teke tek döğüşemez, mağlup olur. Türk atlıları kısa bir mesafede baskın tarzında taarruz eden nâdir dünya süvarilerinden biridir. Bu kabiliyetin arızalı arazide ne derecede ehemmiyet taşıdığı aşikârdır. Nitekim Kelefçe Muhaberesi’nden sonra Rus süvari subaylarıyla konuştum. Niye Türk süvarileri karşısında âciz kaldıklarını sordum. Arazinin Rusya’da bile alışmadıkları derecede arızalı olduğunu, atlarının böyle arazide hareket edemediklerini, meşhur Kazak süvarilerinin bile Türk atlarına yetişemediğini söylediler. Bir Rus subayı Osmanlı süvarilerini şöyle anlattı: ”Şumnu Kalesi’nden bize taarruz için çıkan Türk süvarilerinin atlarını şaha kaldırarak gelmeleri, bana şövalye romanlarını hatırlattı, heyecanlandım." diyordu. “Türk süvarileri, ellerindeki mızrakları havaya atıp tekrar tutarak atlarını dört nala sürüyorlar ve yürük atları üzerinde, uçan kuş sürüleri gibi, ovaya akıyorlardı. Doludizgin at süren bu gözü pek insanların bazen kalpakları başlarından uçuyor, cepkenlerinin geniş yenleri yaprak gibi açılıyor, yağız atlarının kuyrukları rüzgârda dalgalanıyor ve ölüme göz kırpmadan ilerliyorlardı. Derken Rus süvarileri ile mızraklaşmaya başlıyor, ölüyor veya öldürülüyorlardı. Bu akım birden bir hengâme halini alıyor, dalgalanıyor, karışıyor, naralar yeri göğü inletiyordu. Kanlı muharebeden arta kalan süvariler, yıldırım gibi çark ederek aynı sür’atle dönüyorlardı. Fakat ric’at taktikleri şaşırtıcıydı. Öylesine dağılıyorlardı ki, iki atlıyı bir arada görmenin imkânı yoktu. Bu suretle kendilerine tevcih edilmiş Rus toplarını hayal kırıklığına uğratıyorlardı. Rus topçuları teker teker her Türk süvarisine bir mermi göndermeyi göze alamıyorlardı. Bu suretle geri çekilen Türk süvarilerinin çok azı şarapnel isabeti aldı. Açıkta Türk süvarisini karşılayamayacağını anlayan Ruslar, bu defa müstahkem tabyaların arkasına sinerek Türk süvarilerini beklemeye ve onları müstahkem siperlerin önünde kırmaya karar verdiler. Türk süvarisi bu defa da taarruza geçmekten çekinmedi. Ölümden zerrece korkuları olmadığı aşikârdır. Rus siperlerine doğru yaklaştılar. Siperlere az kala atlarını dizginleyip bir an siperlerin ardındaki Rus Kazak süvarilerine küfrediyor, onları kızdırıp siperlerden çıkartmak istiyorlardı. Siperlerin önünde bir an kalıp derhal çekildikleri için isabet almıyorlardı. Âdeta şehir meydanında cirit oynuyorlardı. Bu yaptıkları artık süvariliğe bile sığar şey değildi. Tam mânâsıyla at canbazlığı idi. Rus topçusunun ateşi altında, ateşten mümkün olduğu kadar kaçınıp isabet almamaya çalışarak siperlere yaklaşıp piştovlarını Rusların üzerlerine boşaltıyorlardı. Fakat bir an geldi ki Rus toplarının ateşi şiddetlendi. O zaman Türk süvarisi ric’ate başladı. Ama atlarının üzerlerinde görünmüyorlardı, kafalarını atlarının karnına sokup çekiliyorlardı. Fakat başları atlarının karnında çekilmeleri çok kötü netice verdi. Zira çevrelerini görmüyor, yalnız istikamet tayin edebiliyorlardı. Kumandanları Reşit Paşa’nın yalnız başına Rusların önünde kalakaldığını göremediler. Bir Kazak yüzbaşısı, Rus siperleri önünde şaşkın şaşkın bakan bir Türk süvarisini fark etti. Süvarinin üzerindeki parlak üniformadan, bunun büyük bir Türk subayı olduğunu anlamıştı. Reşit Paşa Serdar başkumandandı. Kazak yüzbaşısı atını sürdü, paşanın kolundan tuttu. Paşa şaşırmıştı. Tarihte ilk defa, bir Türk Serdarı’nın düşmana esir düşmesine bir saniye kalmıştı. Fakat o sırada ric’at eden bir Türk süvarisi durumu görmüş, atını gerisin geriye Serdar’a doğru sürmeye başlamıştı. Yıldırım gibi yetişip piştovuyla Kazak yüzbaşısını alnından vurdu. Reşit Paşa’nın atının dizginlerini kavrayıp çekti. Ve paşasıyla beraber Şumnu istikametinde gözden kayboldu. Hadise bir anda olmuştu. Ruslar siperlerinin arkasında sadece şaşkın şaşkın seyrediyorlardı. Böyle bir vak’a olmamış gibiydi, sanki hayal görmüşlerdi.”
1789 tarihli bir Almanya imparatorluk askerî dergisinde: “Avrupa’nın en âlâ süvarisi olan Osmanlı süvarisi” denmektedir. Bu suretle son zamanlara kadar Türk süvarisinin kesin şekilde Avrupa süvarisinden üstün olduğu anlaşılır. Fakat XVII. asırdan sonra muharebelerin mukadderatı artık süvarinin elinde değildi, piyadenin eline geçmişti.

Savaş Ahlâkı
Osmanlı ordusu kurulduğu günden  “İ’lâ-yı kelimetullah’ı” kendine düstur edinmişti. Bu gaye, Osmanlı ordusunu zaferden zafere koşturmakdaydı. "İ’lâ-yı kelimetullah” mefkûresi Osmanlı ordusunda savaş ahlâkı oluşturmuştu. Savaşta zafer kazanmış Osmanlı askerleri ele geçirdikleri esirlere iyi muamelede bulunurlardı. Hattâ bazen yaralı düşman askerleri bile tedavi olunurdu. Osmanlı askerinin bu üstün karakteri hakkında Batı savaş kaynaklarında kayıtlar bulunmakdadır. Bir İngiliz üsteğmeni Caseyin anlattıklarını dikkatinize arz edelim: “25 Nisan 1915 günü Conk Bayırı’nda Türkler ve birleşik kuvvetleri arasında korkunç siper savaşları oluyor. Siperler arasında 8-10 metre mesafe var. Süngü hücumundan sonra savaşa ara verildi. Askerler siperlerine çekildi. Yaralılar ve ölüler toplanıyor. İki siper arasında açıkta, ağır yaralı ve bir bacağı kopmak üzere olan İngiliz yüzbaşısı avazı çıktığı kadar bağırıyor, ağlıyor, kurtarın diye yalvarıyordu. Ancak hiçbir siperden, kimse çıkıp yardım edemiyordu. Çünkü en küçük bir kıpırdanışta yüzlerce kurşun yağıyordu. Bu sırada akıl almaz bir olay oldu. Türk siperlerinden beyaz bir bayrak sallandı. Arkasından aslan yapılı bir Türk askeri, silâhsız bir şekilde siperden çıktı. Hepimiz donup kaldık. Kimse nefes alamıyor, ona bakıyorduk. Asker yavaş adımlarla yürüyor, siperdekiler nişan almış bekliyordu. Asker, yaralı İngiliz subayını okşar gibi yerden kucakladı, kolunu omzuna attı. Ve bizim siperlere doğru yürümeye başladı. Yaralıyı usulca yere bırakıp geldiği gibi kendi siperlerine döndü. Teşekkür bile edemedik. Savaş alanlarında günlerce bu kahraman Türk askerinin cesareti, güzelliği ve insan sevgisi konuşuldu.”
1915’te Çanakkale Savaşı’nda Fransız birliklerine komuta eden General Guro, Osmanlı ordusunun savaş ahlâkını şu sözleriyle anlatıyor: “Bir sabah günün ilk ışıkları ile birlikte Türklerle süngü savaşına başlamıştık. Savaşta Türkler, çok ama çok mahirdi. Kendileri ile başa çıkmak imkânsızdı. Süngü muharebemiz, fasılalı şekilde akşam geç vakte kadar devam etti. Ortalık kararınca Türklerle anlaşma yaptık. Muharebe sahasında gezecek ve yaralılarımızı toplayacaktık. Bizim askerler, sedyelerle muharebe sahasına çıktıkları zaman ben de aralarına katılmıştım. Bir ara kucağındaki askerin yarasına gömleğinden yırttığı bez parçalarını bastıran bir Türk askerine rastladım. Akşamın karanlığında, değme bir ressamın fırçasından çıkmayacak bir tablo karşısında idim. Uzun müddet seyrettiğim bu tablodaki Türk askeri, kendi yaralarına yerden avuçla aldığı toprakları basıyordu. Kucağındaki yaralı için ise durmadan gömleğinden yırtmakla meşgul idi. Tercüman yardımı ile ona bazı sorular sordum:
—Niçin az önce öldürmek istediğin askere şimdi yardım ediyorsun?
Türk askeri, takati tükenmiş bir halde cevap verdi:
—Bu asker, yaralanınca yanıma düştü. Cebinden yaşlı bir kadın fotoğrafı çıkardı. Bir şeyler söyledi, anlamadım; ama her halde annesi olacaktı. Benim ise kimsem yok. İstedim ki o kurtulsun, anasının yanına dönsün.”
Bu sözlerden sonra Fransız generali, etrafındakilere döndü ve âdeta bağırarak dedi ki: “Efendiler! Kendi yarasına toprak bastırdığı halde kucağındaki yaralı için gömleğini yırtan bu asil askerin kucağındaki yaralı kimdi biliyor musunuz? Herkes susmuş, merak dolu nazarlarla emekli Fransız generaline bakıyordu. Guro, göz kenarlarında birikmiş olan yaşları, buruşuk derili elleri ile silerken fısıltı halinde seslendi. Türk askerinin kucağındaki yaralı bir Fransız askeri idi efendiler! Bir Fransız askeri!...”

Sonuç
Osmanlı ordusu, Yükselme Dönemi’nin sonuna kadar bir ordunun başarılı olması için gereken özelliklere sahip olmuştur. Kendinden önceki teknolojik mirasa sahip çıkmakla kalmamış, sürekli yenilenmeyi hedeflemiştir. Çevresindeki gelişmeleri yakından takip etmiş ve kendisine lüzumlu olanları almak suretiyle daha da geliştirmiştir. Bu suretle sürekli bir yenilenme ile çoğu defa düşman karşısına yeni silâhlar ve metotlarla çıkmış ve düşmanlarını dehşete düşürmüştür. Osmanlı askeri sahip olduğu disiplin ve düzen sayesinde düşmanını hayrete düşürecek manevralar yapmış ve çoğu zaman inanılması güç başarılar kazanmıştır. Sahip olduğu dinî değerler ve millî kahramanlık hisleri sonucu kanını ve canını milleti için feda edebilmiştir. Türk komutanının kendini bir neferden ayırt etmemesi askerin fedakârlığını artıran önemli bir unsur olmuştur. Osmanlı Devleti’nde savaş kararları verilirken divanlar toplanmış ve kararlara çoğu zaman halkın katılımı sağlanmıştır. Bu da halkın katılmış olduğu bu kararları sahiplenmesini netice vermiş, başarıyı etkileyen unsurlardan biri olmuştur.
Fakat, Tanzimat devri ve ondan sonraki dönemlerde Osmanlı ordusu, modernleşme sürecine girmiş ve bunun sonucunda kendi ilkelerinden uzaklaşmıştır. Meselâ, Sultan II. Mahmut döneminde Osmanlı ordusunun modernleştirilmesi için danışmanlıkta bulunan Alman komutanı Helmuth von Moltke, Tanzimat dönemi ordusunun halini şöyle tarif eder: “Bu ordu, kaputları Rus, talimatnameleri Fransız, tüfekleri Belçika, sarıkları Türk, eyerleri Macar, kılıçları İngiliz ve öğretmenleri her milletten, Avrupa sisteminde bir ordudur.”


Kaynaklar:
1.Osman Tunç, “Ordu ve Siyaset” Köprü Dergisi, 56. sayı
2., Yeniçeriler,( çev.) 2002
3.Fernand  Grenard, Asya’nın Yükselişi ve Düşüşü, İstanbul. 1992
4.İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, İstanbul. 1994.
5. Robert Lafond, “Yeniçeriler İmparatorluğu”, Askerî Tarih Bül., sayı: 24, Şubat 1988
6.Salih Özbaran, “XVI. Yüzyılda Asya’da ve Afrika’da Ateşli Silâhların ve Askerî Teknolojinin Yayılmasında Osmanlıların Rolü”, Askerî Tarih Bül., XIV-XV (27), Ağustos 1989.
7.V. J. Parry, “İslâm’da Harp Sanatı” (çev. Erdoğan Merçil- Salih  Özbaran), Askerî Tarih Bülteni, X-XI (19) Ağustos 1985.
8.J.Stanford.Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye (çev.M. Harmancı), İstanbul. 1982.
9.Necdet Sevinç, Osmanlı Sosyal ve Ekonomik Düzeni, İstanbul. 1985
10.Aydın Taneri, Türk Devlet Geleneği, İstanbul. 1993.
11. Sabri Zengin, “Osmanlı Ordusunda Başarıya Etki Eden Faktörler” TTK  Yy, VII. Dizi, Ankara.1991
12.S. Zweig, Yıldızın Parladığı Anlar, Türkiye İş Bankası Kültür Yy., İst. 2002
13.Y. Yücel, A.Sevim “Osmanlı Klâsik Döneminin Üç Hükümdarı: Fatih-Yavuz- Kanuni”. TTK Yayınları, VII. Dizi, Ankarab 1991
14.Vehbi Vakkasoğlu, Osmanlı Ahlâk ve Nezaketi, Türk-İslam Birliği Der. 1996
15.Mehmet Yaşar Ertaş, Sultanın Ordusu, Yeditepe Yayınevi 2007
16.Ali Arslan, “Osmanlı’nın Genişleme Stratejisi“, Köprü Dergisi 65. sayı
17.Mehmet Kafkas, Geçmişi Bilmek, cilt 1, Nil Yay., İzmir. l993
18.Nihat Sami Banarlı, Devlet ve Devlet Terbiyesi, Kubbealtı Neş. İst. 1985
19.Necati Kotan, Tarih Fıkraları, M E.B Yay., İst. 1988
20.Yılmaz Öztuna, Tarih Sohbetleri, Ötüken Yay, İst. 1988
21.Samiha Ayverdi, Ne idik Ne Olduk, Hülbe Yay., İst. 1985
22.İbrahim Refik, Efsane Soluklar, T.Ö V. Yay., İzmir. 1992
23.Yavuz Bahadıroğlu, Yavuz Sultan Selim, Yeni Asya Yay., İst. 1989
24. Nevzat Köseoğlu, Türk Medeniyeti Üzerine Düşünceler, Ötüken Yay. İst. 1990
25.Ogier Ghislain de Busbecq, , Doğan Kitapçılık,  2005
26.İbrahim Refik, “Akıncı Millet" Sızıntı, sayı: 143, 1991 27. Necati Özfatura, Osmanlı, Yeşilay dergisi, 1992
28.Erol Güngör, Tarihte Türkler, Ötüken Yay., İstanbul 1988
29.Süleyman Kocabaş, Tarihte Âdil Türk İdaresi, İstanbul 1994
30.İ. Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul 1972, C. III,
31.Osman Turan, İslam-Türk Mefkûresi’nde İstanbul ve Kızıl Elma Efsânesi, Ankara. 1990
32.J. V. Hammer, Büyük Osmanlı Tarihi (Terc. Mehmet Ata) C:1,  İst. 1989
33.Mehmet Sucu, “Hayatı Destanlaşan Meçhuller, “Sızıntı Dergisi Mart 2007
34.İsmat Miroğlu, Tarihten Bir Yaprak, İstanbul 1984
35.İ.Hakkı Uzunçarşılı, Kapukulu Ocakları, I-II, Ankara 1984
36.Bilâl Şimşir, Rumeli’den Türk Göçleri, I-II, Ankara 1970
37.Abdülkadir Özcan, “Akıncı “Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ans.”, 1995
38.A.Galland, İstanbul’a Ait Günlük Anılar (Terc.N.Örik) Ankara. 2005
39.Oktay Özel, Mehmet Öz, Söğüt’ten İstanbul’a, İmge Kitabevi 2005
40.Ş.Tekin, “Türk Dünyasında Gaza ve Cihad Kavramları Üzerine Düşünceler, “TATO XIX 109-110 (1993)
41.C. Cahen, İslâmiyet, Doğuştan Osmanlı Devleti’nin Kuruluşuna Kadar, İstanbul 1990
42.M.Guboğlu, “Kanuni Sultan Süleyman’ın Boğdan Seferi ve Zaferi” Belleten Dergisi

 


Bu yazıya yorum ekleyin

Adınız
E-posta Adresiniz
Yorumunuz
 

CAPTCHA


Resimdeki rakamları bu alana yazınız


Eklenen Yorumlar


Ekleyen : Vurgun    19.09.2007
Yorum : manevi guc her seye bedeldir.




Ekleyen : Vurgun Dostelli    19.09.2007
Yorum : Cavid Beyi,bu gozel meqalesine gore tebrik edirem.Tesekkurler




Ekleyen : Murat    19.09.2007
Yorum : Yeni yazilarinizi bekleriz




Ekleyen : Ilqar    17.07.2007
Yorum : Demek memleketleti feth eden kilinc deyil,maneviyyatdir.




Ekleyen : Elshad Abdullayev    17.07.2007
Yorum : Bu tur yazilar tarihimiz konusunda bizi aydinlatmanin yaninda bu milletin mensuplarinda yarina olan umutlarin daha da yesermesine hizmet vermektedir. Tesekkurler




Ekleyen : sinan    17.07.2007
Yorum : cavit bey, osmanlı ordusunun varlıklarını, kabiliyetlerini tafsilatlı ve dolgun bir şekilde anlatmışsınız, nack ben şuna takıldım, başlangıçta napolyon'un fatih sultan mehmet han'a karşılık söylediği söz:"büyüklükte ben onun çırağı bile olamam. ‘Niçin?’ derseniz, bana pek acı gelen bir gerçeği açıklamam icap eder ki o da şudur: Ben kılıçla fethettiğim yerleri, hayatta iken geri vermiş bir bedbahtım. O ise, fethettiği yerleri nesilden nesile intikal ettirmenin sırrına ermiş bir bahtiyardır." çok güzel... "fethettiği yerleri nesilden nesile ettirmenin sırrı" nerdedir; bu sorunun ucu açık kalmış. bununda bir şekilde tartışılması lazım... osmanlı'da ordu bir dava sahibi, o sebeple ordu bu davanın aracı, onu herhangi bir tafsilatta düzene sokan o davanın ahlâkı... osmanlı tepeden tırnağa nizamdır ve nizam ölçülerini de o davanın ahlakından alır, ordunun işini gayretle, şevkle veya bir motivasyonla yapma ilkesi bütün bu dava keyfiyetinden sonra gelir, fethettiğ yerleri elinde tutabilmesi ise savaştan sonra bir sükûnet iklimini fethettiği yerlerde örebilmesidir, o davanın kıstaslarını bir nizam olarak fethettiği yerlere getirebilmesidir;"İ’lâ-yı kelimetullah ve ihya-ı minnet-i Resulullah etmeye makdurumu sarf eyleyem, ta dünyada mûcib-i zikr-i cemil ve ukbâda bâis-i ecr-i cezil ola!" ifadesinin mücerret anlamı da budur, bunu sadece teknik imkânlarla veya savaş ahlakıyla açıklayamayız, bu topyekun bir davanın nizamıdır ve genel çerçeve de bu minval üzeredir; ben böyle düşünüyorum, sevgiyle ve muhabbetle





 
OSMANLI DEVLETY'nin kurul... - Sayı 60
XVI. ve XVII. Y?zyyl Osma... - Sayı 58
Baty kaynaklarynda Osmanl... - Sayı 57
?eyh Edeb?l?'nin ???tleri... - Sayı 56
Tüm Yazıları

ASKIDA ABONELİK: Siz de "askıda abonelik kampanyası"na destek olmak ister misiniz?

Gelecek sayının konusu (122):
Tarih boyunca izlediği politikalar, güncel meselelerde takındığı tavır çerçevesinde, doğu medeniyetinin aslî unsurlarından İran'a bakış...

Son Eklenen Yorumlardan
 sağlık dileklerimizle, hürmetle...... naci eroğlu

 Elinize emeğinize sağlık sevgili Halis hocam.Yazılarınızı takıp ediyorum hislerimize tercüman oluyor... Ahmet

 Elinize emeğinize sağlık sevgili Halis hocam.Yazılarınızı takıp ediyorum hislerimize tercüman oluyor... Ahmet

 bosch professional gop 185-liBeylikler dönemini hatırlayalım, birbirlerine karşı üstünlük mücadelesi... Feyzi

 "Yürü kardeşim,Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin."Sen ve senin gibi şuurlu insanların sayıları bereke... Nilüfer Mihailoğlu


Bir özel TV kanalı “yılın politikacısı”nı seçtirdi.
Seçilemeyenler üzülmesinler. Çünkü hepsi ayrı ayrı yılın politik acısı olduklarını ispatladılar.
Anlam peşinde
Bizim olmayan gemide kaptan olmak
Parlamenter sistem ve mağdurları
Kırk gün bir ölüyü bekleyeceksin
Niye döktün gözyaşımı


Ali Erdal - Anonim eserlerin kıy...
Ali Erdal - Sıradan bir filme bu...
Ali Erdal - Kırk gün bir ölüyü b...
Ali Erdal - Kırk
Necip Fazıl Kısakürek - Kıraat kitabı
Ekrem Yılmaz - Derinlik
Ekrem Yılmaz - Yapamıyorsan hayal e...
Ekrem Yılmaz - Kürtlerin PKK ile im...
Dergi Editörü - Çare
Site Editörü - Anlam peşinde
Necdet Uçak - Niye döktün gözyaşım...
Necdet Uçak - Olacak
Kardelen Dergisi - Kardelenden haberler
M. Nihat Malkoç - Malazgirtin aslanlar...
M. Nihat Malkoç - Anadolu Türk masalla...
Ayhan Aslan - Yamyam
Mehmet Balcı - Şimdi
Mehmet Balcı - Dönemem
Ahmet Çelebi - Gazzeli çocuğa
Halis Arlıoğlu - Parlamenter sistem v...
Halis Arlıoğlu - İçimde bir yara var
Murat Yaramaz - Artık yeter
Murat Yaramaz - Masal
Mevlüt Yavuz - Sanma ha!
Cemal Karsavan - Seni düşünürüm
Heybet Akdoğan - Gülsema
Emine Öztürk - Hapis
Zekeriya Yılmaz - Bıraktın
Mehmet Ali Metin - Doğu ve Batı’nın hik...
Yaşar Akyay - Bizim olmayan gemide...
 
 
23 Mart 2005 tarihinden beri
 Ziyaretçi Sayısı Toplam : 14454023
 Bugün : 2332
 Tekil Ziyaretçi Sayısı Toplam : 628125
 Bugün : 52
 Tekil Ziyaretçi Sayısı (dün) Toplam : 75
 121. Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 0
 Önceki Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 0
Son Güncelleme: 13 Eylül 2024
Künye | Abonelik | İletişim