Tohumu gazete Ali Erdal Sayı:
53 - Ekim / Aralık 2006
(Medya)nın “tohum”u gazete…
Gazete!.. Çekirge sürüleri gibi dünyaya saçılan “haberleşme araçları”nın ilki… Medya isimli masum görünüşlü devin tohumu, öncüsü; (prototipi)…
Kâğıdı icat eden Doğu, onu kitap basmakta, resmî evrakı, ve mektupta kullandı. Eşyaya ruhçu gözle bakma mizacına uygun olarak kâğıdı, mukaddes bir meta kabul etti. Çünkü ilmin kalıcı olmasını, başkalarının istifadesini, gelecek nesillere intikalini sağlıyordu. Hele İslâm âleminde ekmek (nan-ı aziz / aziz nimet) gibi yerde durması bile hoş görülmedi. Zira kâğıt; kaderi Allah Kelâmı’nı, Allah Sevgilisi’nin hadislerini veya onları açıklayan bir yazıyı taşımak olan bir meta idi. İslâm kâğıtla kitaplar bastı ve yükselerek alınacak raflara koydu, kütüphaneler doldurdu. Maddeci Batı ise, bu güzelim nimeti ayağa düşürdü: Gazete… Bu yüzden gittikçe artan bir ivme ile, sokaklar, evler, bürolar; kısaca insanın olduğu her yer, kâğıt leşleriyle doldu… Sayılamayacak kadar çok Niyagara şelâlesi; insanlığın üzerine malâyanîlik, dedikodu, yalan, fuhuş, küfür, cinayet, rezalet kelimeleri ve resimleri döktü. Hemen ardından görüntülü, sesli ve hareketli araçlarla gazete takviye edildi. Ve sonunda olan oldu… “Tohum”, en zehirli meyvasını verdi: Sır ve sınır tanımayan; ruhu ve ahlâkı hayattan kovan; her şeyi basitleştiren; idraki kamaştıran; kalbi karartan; çocuklara kadar, hattâ evlâda ve ebeveyne kadar tasallutu meşru ve tabiî gören; hayat dahil her şeyi sanallık içinde eriten; idealizmin enayilik olduğunu söylemeden kabul ettiren; ferdi toplumdan, hattâ kendinden koparan (internet)…
Suçu icatların iyiye kullanılıp kullanılmamasında değil de, icatların kendisinde yani eşyada mı arıyoruz? Yükümlülük verilen “Emanet” yüklenen insandır, eşya değil... Öyleyse Doğu’suyla, Batı’sıyla insanlık başını taşlara vursun… Kâğıda; yani üzerine bilgi kaydedilebilmeye müsait bir nesneye, dünyanın bir yarısının doğru bakışa uygun çizgiyi devam ettirememek; diğer yarısının yanlış bakışı nelere mal oldu!.. Kâğıtla başlayan çizgiyi, bakış açısına uygun olarak Doğu, doğru yönde çekemeyince; Batı ters yöne çekti.
VE BİZE GELDİ...
Bize gazete, 1,5 asır önce, içimizdeki Batılı ve Batıcı unsurlar tarafından getirildi. İhtiyaç duyup biz icat etmedik veya görünce ihtiyaç duyup almadık. Madem Batı ileri, öyleyse onda olan her şey bizde de olmalıydı; kimin kızından aşağı kalırdık… Onun kolası varsa bizim de var psikozu ile aldığımız her şey gibi bu da bünye ile uyum sağlamadı. Akıl almaz desteklerle yolu açılan, yerleştirilmesi için her imkân tanınan balenin tutmayışı gibi… Ama bütün yolları tıkandığı, yok edilmesi için bütün zehirler denendiği halde türküler ölmedi; hattâ zincirlerini kırdı.
Lise yıllarında, bazı hocalarımız, geri kalışımızın sebeplerinin en önemlisi olarak, matbaa ile gazetenin bize geç girişini, müslümanların gazete çıkarmakta hevesli olmayışını gösterirler ve bizim şahsımızda, şifa bulmaz geri kafalıları, dilleriyle ve bakışlarıyla linç ederlerdi. O günlerde oturduğum sırada çektiğim sıkıntıyı, ıstırabı, nefreti, şaşkınlığı, yoksa söyledikleri doğru mu vehimlerini ve endişelerini unutamıyorum. Yoksa biz; -süflî olduğunu o zaman bilmediğim- koronun söylediği gibi toplumu insanlık, memleket ve ilerleme yolunda bilgilendiren, gelişmelerden haberdar eden ve bunu, tekniğin hayran olunacak imkânları ile dağ başındaki keçi çobanına bile duyuran güzelim icatları, harika araçları anlayamayan geri kafalılar mıydık?..
GELDİ DE NE OLDU?..
Eh geç de olsa geldi… Bir asrı aşkın zamandır, ne gazeteler çıktı battı. Bizim de her yeri kirleten kâğıt leşlerimiz oldu… Kına yakının… Hattâ kâğıt leşlerinden fazla olarak, ölümleri manşetlerle duyurulan cinayetlerdeki cesetlerin üzerleri gazetelerle örtüldü. Ayakkabılardaki çamurlarınız, arabalara bulaşmasın diye ayaklar altına serildi.
Gazeteden sonra romantik bir eda ile radyo, kanunları ve ahlâkı hiçi sayan bir ukalâlıkla televizyon ve ben girerim arkadaş, beni kimse engelleyemez tavrıyla internet geldi… Peki “toplumu insanlık, memleket ve ilerleme yolunda bilgilendiren, gelişmelerden haberdar eden ve bunu, tekniğin hayran olunacak imkânları ile dağ başındaki keçi çobanına bile duyuran” bir medyamız oldu mu bu bir asrı aşkın zamanda? Cevap vermeye bile lüzum yok… Doğruya, güzele ve iyiye yükseltmekle vazifeli oldukları halde, bizi; -hem de suçsa bile suçlu biz olmadığımız için haksız yere- dilleriyle ve bakışlarıyla linç eden hocalarımızın cevaplarını merak ediyorum doğrusu... Televoleler (ve ifşa programlarından), gelinim olur musunlara; diziler (ve röportajlardan) filimlere; açık (ve kapalı) oturumlardan haberlere; “kâğıt bebekler”den, gedikli uzmanlara; irtica yaygaralarından, ne duruyorsunuz laiklik, devlet ve Atatürkçülük elden gidiyor tahriklerine kadar bol bol örnek var, cevabın ne olabileceği hakkında… Ne çiçektir biliriz!.. Bugün dünyayı kana bulayanların "tetikçisi" olduğunu anlamak için "komplo teoricisi" olmak gerekmiyor.
Yazıyı burada sonuca bağlayabilirdik; ama mausumun ucuna takılıveren bir örnekle, mesleğin nefs muhasebesi hükmünde bir konuşmanın bir parçasını sizlerle paylaşmadan edemedim…
MEDYAKRONİK; 28 Mart 2001 (http://www.otekimedya.com/guncel/yetti.html):
“Sabah’ın (28 Mart) üçüncü sayfasındaki tecavüz haberi şu başlığı taşıyor: (Kestirme yoldan tecavüz)
Şimdi haberin tamamını aktarıyoruz. Okuyun ve başlığa bir daha bakın:
‘Semra Bektaş (21) adlı genç kız, taksi şoförü İrfan Esen’in Fatih Ormanı’nda kendisine tecavüz ettiğini öne sürüp, şikayetçi oldu. Taksici İrfan Esen, çıkarıldığı mahkemede tutuklanarak cezaevine kondu. Önceki gece Taksim’den Bağcılar’daki evine gitmek için 34 TFC 53 plakalı taksiye bindiğini belirten Semra Bektaş, şöyle ifade verdi: “Bilmediğim yollara girince, ‘nereye gidiyorsun?’ diye sordum. ‘Seni kestirmeden götürüyorum’ dedi. Sonra da ormanlık alanda durup benimle zorla ters ilişkiye girdi.’
Gözünüzün önünde canlandırmaya çalışın lütfen: Bir gazete yazıişleri. Şu yukarıdaki haber bir gazetecinin önüne geliyor. O bu haberi okuyor ve içinde kabaran duygular ona şu başlığı attırıyor: (Kestirme yoldan tecavüz).
Bu artık, tecavüze uğrayan kadının duygularını aldırış etmemek, olaya yabancı kalmak, aldırışsızlık, umursamazlık falan değildir. Bu, alenen, cinsellik içgüdüsünün meslekî “korunma araçlarını” da delerek haber masalarına püskürmesidir.
Keşke açıkça tanımlanmış böyle bir suç olsa ve bu yüzden gazeteciler yargılanıp mahkûm edilebilseler. Ceza da, isimlerinin ve kimliklerinin açıklanması olsa. Çünkü, gördüğünüz gibi, haber metninde spermler uçuşmuyor. Marifet, yazıişlerine ait.
Haber metnindeki vahim falso, kızın adının açıkça yazılmış oluşunda. Muhabir de ne bu kızı esirgemeyi aklından geçiriyor ne gazeteciliğin en temel ilkelerini.
Ve olayı daha da vahimleştirmek için Sabah, internet sayfasına kızın fotoğrafını gözleri bantsız, yüzü açıkça teşhis edilebilir şekilde bastı. Henüz bir hafta kadar önce benzer bir olayda bir kadının mağduriyetine yolaçtığı için güya bundan sonra “mutlak hassasiyet” gösterme kararı almış olan “büyük gazete” Hürriyet, bu sefer de bu bahsettiğimiz olaydaki kızın fotoğrafını üçüncü sayfasına koskocaman (yüzü açık, herhangi bir karartma, kapatma, mozaik efekti vs. yapmadan) basarak, elbette Sabah’ın bir adım önüne geçti. Akşam ise, kızın yandan çekilmiş fotoğrafını basarak onların iki adım gerisinde kaldı.
Bütün bunlara gösterilmesi gereken tepki, artık “eleştiri” adını taşıyabilecek bir faaliyetin sınırlarını çok aşıyor. Kınıyoruz ve sadece kadınların değil, duyarlı bütün insanların, gazetecilik adı altında yapılan bu hunharlığa tepki göstermesini umuyoruz.”
Bir gazete sorumlu müdürünün (Behçet Fakihoğlu) bir meslek seminerindeki (Mardin 08.09.2001) konuşmasından:
“(…) Yapılan kamuoyu araştırmalarına göre medyaya güvenenlerin oranı % 27 civarındadır. Yani her 100 kişiden 73’ü biz gazetecilere inanmamaktadır. (…) Türk halkının, medyanın görevini gerektiği şekilde yapmadığına, tarafsız ve objektif bir yayın yapılmadığına inandığı anlaşılıyor. Zaten yaşadığımız bunca olaydan sonra ne beklerdik ki... (…) Fransa’da yapılan bir araştırmada, gazetelere güvenmeyenlerin oranı %56 olarak çıkmış. (…)Amerika’da sıralamada gazeteler 10. sırada yer almış. Japonya’da basın, %42,4’lük güven oranıyla, en güvenilen kurumların başında yer almış. Avustralya’da ise %7 güven oranıyla 26. sırada.
(…) okuyucu, aldatılmak istendiğini, yanıltılmak istendiğini anlamaz mı? Okuduğu gazetelerin kendisine karşı dürüst olmadığını, olayları işine geldiği gibi verdiği kanısına kapılmaz mı? Kısaca okuyucu, kendisinin aptal yerine konduğunu anlamaz mı? Bu durumda neden güvensin? Tencere, tava, kaset gibi cazip promosyonlara kapılıp alabilir, ama güven duymaz. (…)
‘Haber-Türk’ 19 Haziran 2001 tarihli sayfasında bunu çok iyi tespit etmiş. ‘Bazı günler, gazetelerde olan haberler değil, olmayanlar haberdir,’ diyerek; bütün gazetelerin o günkü sayılarını incelemiş. Her gazetenin şu veya bu şekilde bazı şeyleri yazmama, gizleme ihtiyacını hissettiği çok güzel bir şekilde tespit edilmiş. Haklı olarak şu yorumda da bulunmuş: ‘Gazetelerin bugünkü manzarası, vatandaşın medyadan niye soğuduğunun da bir göstergesi. Bütün gazeteler okuyucusundan en az bir haberi saklamış. Hiçbir gazete, kendi grubuyla ilgili haberleri düz bir şekilde bile veremiyor.’
(…) Bir Amerikalı, Birinci Dünya Savaşı yıllarında şunu söylemiş: ‘Bir savaş patladığında ilk kurban her zaman gerçektir.’ Vietnam Savaşı’nda, İran-Irak Savaşı’nda ve diğerlerinde durum hiç değişmemiş. Her şey ‘haber’in kontrolü içindir. En çarpıcı olanlarından biri, Romanya’da Çavuşesku rejiminin son günlerinde yaşandı. Çavuşesku’ya karşı gösteriler olmakta, ama bir türlü onu devirecek noktaya ulaşılamamaktadır. Etnik gerilimlerin olduğu Temeşvar’dan gelen bir kare fotoğraf durumu değiştirmeye yetti. Bu fotoğrafta, Çavuşesku’nun adamlarınca öldürüldüğü söylenen insanların cesetleri görülmekte idi. Bu fotoğraf, tepkileri büyütür, uzaktan seyredenleri de protestolara katar ve bildiğimiz son olur. Bir süre sonra anlaşıldı ki, birileri bir morgda bulunan ve çeşitli sebeplerle ölmüş insan cesetlerini boş bir alana dizmiş, gazeteciler de buna alet olarak bu fotoğrafı bütün dünyaya yaymışlar. Benzer yanıltmalar Körfez Savaşı’nda da yaşandı, bunları burada uzun uzun anlatmayacağım. Şu anda Afganistan’da olanların da gerçek yüzünü belki zamanla anlayacağız...
(…) Medyaya olan güvenin azalmasından, itibarımızın düşmesinden hepimiz şikayetçiyiz. Zaman zaman mesleğimizin kıdemlileri bunu eleştirir. İşte bu tür yazılardan biri, Sedat Sertoğlu’nun yazısı: ‘Gazete başlık atıyor... veya TV’de spiker konuşuyor: ‘Filanca askeri üsse girdik. Muhabirimiz veya araştırmacı gazetecimiz bildiriyor... Soralım: Nasıl girdiniz hazret? Geceyarısı SAT komandoları gibi yüzlerinizi siyaha boyayıp, tel örgülerden sızıp mı girdiniz içeri? Hayatınızı tehlikeye atıp, nöbetçileri safdışı mı ettiniz... Yooo... Sizi davet ettiler. Gündüz gözüyle nizamiyede kontrol edilip kimlik gösterdikten ve kayıt defterine adınız yazıldıktan sonra, gelip sizi nizamiyeden aldılar ve öyle içeri girdiniz. Öyle değil mi hazretler? Girdik ne demek öyleyse? Yine gazetede başlık veya TV’de spiker: ‘Müthiş gazetecilik... Filanca dosyayı ele geçirdik...’ Soralım: ‘Nasıl ele geçirdiniz hazret? James Bond gibi mi devraldınız?.. Kim bilir ne tehlikeler atlattınız? Peki dosyayı ele geçirdikten sonra , merkeze şifreli e-mail gönderdiniz mi? Sahi operasyonun adı ne idi? Sorumlu gazetecilik olabilir mi acaba?.. Çağırıp elinize verdiler o dosyayı. Çünkü işlerine öyle geliyordu verenlerin... Öyle değil mi?’
(…) Zakazuka... Rusça bir kelime, para karşılığı haber yapma… (…) Sistemin adı da konmuş; ‘Zakazuka.’ Bu, Rusça reklam ve röportaj sözcüklerinin birleştirilmesiyle ortaya çıkmış bir sözcüktür. (…) Ülkemizde, 1970’lerde 3 milyon gazete satılıyordu. Aradan 30 yıl geçti, nüfusumuz katlandı, okur-yazar oranımız arttı, milli gelirimiz çoğaldı, ama gazete tirajları artmadı. Yine üç aşağı, beş yukarı aynı miktarda gazete satılıyor. Bu arada habire düşmekte olan gazete tirajlarını promosyonlar da kurtaramamaktadır.”
Bir buçuk asır sonra artık herkes tarafından açıkça görülüyor ve ifade ediliyor ki, Batı; icat ettiği güzelim gazeteyi (ve arkasından gelen) bugün herkesin dilindeki adıyla medyayı disiplin altına alamamıştır. Medya nefsin elinde oyuncak- tır. "İfşa", yani ilgili ilgisiz, herşeyi herkese gösterme silâhını kullanarak, istediğini yerin dibine batırıyor, istediği göklere çıkarıyor. Hakkı hak için söylemek gibi ölçü sahibi değil. Ölçü lâzım denmesine bile tahammül yok, "sansürcü" diye bağırarak kızgın boğalar gibi saldırıyor. Daha da kötüsü herkesi kendisinin istediği gibi konuşmaya mecbur ediyor. Bilindiği gibi İslâm'da; "gevezelik", "sebbâb/sövmeyi âdet edinmek", "le'ân/lânet edicilik", "esrarı fâşetmek", "zem/çekiştiricilik" ve "dalkavukluk" kötü ahlâk zümresindendir. Bazı medya mensuplarında görünür gibi olan "meslek ahlâkı" ve "meslek ilkeleri" ne mânâya geldiği belirsiz sakızdan ibaret kalıyor. Kimse de basının disiplin altına alınmasını dile getiremiyor. Bunu çok iyi bilen "kapital" onu yönlendirici ve tetikçi olarak kullanabiliyor. Batı, bir kere daha (Frankeştayn)... İnsanlık bunu anlamak için maalesef birbuçuk asrını harcadı.
Bu masum görünüşlü canavarı, sadece (nefsi bile terbiye edebilen) İslâm disiplin altına alabilir. Gazetenin bir çerçeve içine alınması gerektiği nasıl zamanla anlaşıldıysa, bir gün bu da anlaşılacak. Çoğu gitti, azı kaldı.
|