Batylylar Osmanly?yy Anlatyyor Cavid Kasımlı Sayı:
53 - Ekim / Aralık 2006
BİR ANEKDOT:
Ünlü Avusturyalı diplomat ve devlet adamı
Metternich, 1800’lü yıllarda, bir Osmanlı devlet adamına “Yönetim işlerinizi
düze- ne koyunuz ve düzeltiniz. Lâkin âdetlerinize ve yaşayış tarzlarınıza
uymayan bir idare usûlü kurmak için eski idareyi yıkmayınız. Avrupa
medeniyetinden, sizin kanun ve nizamınıza uymayan kanunları al- mayınız. Çünkü;
Batı’nın kanunları, hükümetinizin temeli olan kanunların dayandığı usûl ve
kurallara katiyen benzemeyen kaideler üzerine kurulmuştur.” diye öğüt
vermiştir.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşu dünya tarihinde
önemli bir hadisedir. XIII.yüzyılda kurulan ve XVI.yüzyılda dünyanın süper
gücüne çevrilen Osmanlı, Balkan Yarımadası’nın batı sınırlarından Arabistan
Yarımadası’nın en ucuna kadar uzanan ve tüm Ortadoğu ile Kuzey Afrika’yı içine
alan dev bir coğrafyayı kontrol ediyordu. Osmanlı bir cihan devleti olarak, 3
kıtada 600 yıldan fazla hüküm sürmüş, tarihin akışını değiştirmiş, birçok
milleti asırlarca hakkaniyet prensibi ile içinde yaşatmış, kültür ve medeniyet
alanında büyük gelişmeler göstererek insanlığın ve yeni medeniyetlerin
gelişmesine ışık tutmuştur. Osmanlı Devleti, İslâm dünyasının liderliğini
asırlarca sürdürdüğü gibi XVI. asırdan itibaren Türk-İslâm dünyasının sığınağı
olmuştur.
Fakat, bu şanlı büyük devletin tarih sahnesine
çıkışı maalesef lâyıkıyla anlaşılamamış ve oryantalistler tarafından Türkler
(Osmanlı) “geri, barbar, ilkel bir millet” olarak, batı insanına anlatılmıştır.
Dünya ve İslâm tarihinin önemli bir kesitini oluşturan Osmanlı Devleti, bir çok
ciddi çalışmaya konu olmakla birlikte, hak ettiği düzeyde araştırmalara muhatap
olamamıştır. Toynbee ve Braudel’e kadar, dünya tarihçilerinin Osmanlı tarihine
bakışı, 19.yüzyılın “Şark Meselesi” çerçevesini aşamamıştır. Hattâ, birçok
araştırmacı, Osmanlılar’ın yaptığı her şeyi sadece yakıp yıkmak olarak görüyor,
fakat Devlet-i Âliye’nin altı asır hükümran olabilmiş bir toplum yapısını nasıl
inşa edebildiğini görmek için hiçbir gayret göstermiyordu.
XIX.yüzyıldan başlayarak batı devletleri arasında
“sömürgeleştirme” yarışı sürüyordu. Bu dönemde İngiltere, dünyanın en büyük
siyasî gücüydü. Ayrıca Britanya İmparatorluğu, dünyanın en güçlü donanmasına
sahipti ve Hindistan’dan Güney Afrika’ya, Mısır’dan Avustralya’ya kadar uzanan
bir coğrafyada koloniler edinmişti. Fakat Britanya İmparatorluğu, fazla sömürge
elde etmek çabasından el çekmemişti. İngiltere’nin sömürgecilik hedeflerinden
biri de Osmanlı Devleti idi. Bu bakımdan İngiltere, 19.yüzyılın son çeyreğinden
itibaren hedef aldığı ve sömürgeleştirmeye çalıştığı Osmanlı İmparatorluğu’na
karşı sistemli bir propaganda savaşı uyguladı. Bu politikanın mimarlarının
başında William Ewart Gladstone geliyordu. 1880-1885 yılları arasında
İngiltere’nin başbakanlığını yürüten William Ewart Gladstone, Türk milletine
sayısız hakaretler yöneltmiş ve tüm bunları da “Türkler, Asya’nın içlerine geri
sürülmelidir.” şeklindeki emperyalist projelerine dayanak olarak kullanmaya
çalışmıştı. O, bir konuşmasında: “Türkler insanlığın insan olmayan
nümuneleridir. Medeniyetimizin bekâsı için onları Asya steplerine geri sürmeli
veya Anadolu’da yok etmeliyiz. Türklerin yaptığı kötülükler sadece bir surette
ortadan kaldırılabilir: Kendileri yok olmakla”. Gladstone, bu gibi sözlerinin
yanında birtakım propaganda malzemeleri de oluşturuyordu. Londra’da Türkler’le
ilgili “Bulgar Terörü ve Doğu Sorunu” isimli bir broşür yayınlamıştı. Kısa
sürede birkaç baskısı yapılan broşürle İngiliz halkı Türkler’e karşı
kışkırtılıyordu. Gladstone’un Osmanlı’yı alabildiğine kötüleyen broşüründe,
“Türkler için en iyi yol pılı pırtılarını toplayıp, gitmeleridir.” çağrısı
yapılmıştı.
Gladstone, 1880-1885 yılları arasında başbakan
olarak iktidarda kalır ve onun zamanında Türk düşmanlığı politikası iyice
yayılır. Özellikle basın, İngiliz kamuoyuna Türklük ve Osmanlılık kavramlarına
karşı şiddetli bir beyin yıkama programı uygular. Uydurma haberler, “Türk
barbarlığı”, “Türk vahşeti” gibi başlıklarla ön plâna çıkarılır.
Ancak Avrupa’da hakim olan bu ırkçı rüzgâra
kapılmayan ve Türk insanını takdir edebilen sağduyulu kimseler de vardı. Onlar,
Osmanlı topraklarına yaptıkları seyahatler ve araştırmalarla, Osmanlı barışını,
adaletini, ahlâkını, temizliğini, yönetimi bizatihi görerek yazmış oldukları
eserlerde gerçekleri anlatmışlardı. Bu makalede, yabancıların Osmanlı hakkındaki
fikirlerini sizlere takdim ediyoruz.
OSMANLI BARIŞI
Fatih’in İstanbul'u fethiyle büyümeye başlayan
Osmanlı Devleti, çok kısa sürede Balkanlara, Ortadoğu’ya, Kuzey Afrika’ya,
Kafkasya’ya ve Avrupa’nın bir kısmına sahip olmuş ayrıca buralara komşu ülke ve
coğrafyalarda da hâkim unsur haline gelmiştir. Osmanlı’yı en ilgi çekici kılan
hususların başında daima, bünyesindeki farklı etnik-dinî kimliğe mensup sayısız
millete ve uçsuz bucaksız bir coğrafyaya yüzyıllarca nasıl hükmettiği gelmiştir.
Günümüzde, dünyaya güya nizam vermeye kalkışan batılı güçlerce dâhi bu durum
“fevkalâde” olarak nitelendirilmektedir. Osmanlı yedi iklim üç kıtada,
İslâmiyet’in insanlığa vaad ettiği ideal sulh ve selâmeti, çatısı altındaki
topluluklar arasında herhangi bir ayrım gözetmeksizin, uzun asırlar boyunca
gerçekleştirmeyi başarmıştır. Avusturyalı Türkolog Anton Cornelens Schaendinger,
bu konuda şu isabetli tespitleri yapıyor: “İskender, Batı’dan Doğu’ya ve Hint’e
kadar yayıldı. Cengiz Han, Avrupa ortalarına kadar at koşturdu. Lâkin hiçbirisi
Osmanlı Türkleri gibi diğer insanların kültür ve din özgürlüğüne saygı
göstermediler. Osmanlılar, hârikulâde bir nizam ve düzende asırlarca
kendilerinden olmayan insanlarla barış içinde yaşadılar. Onun içindir ki,
Avrupa’da dört asır boyunca kalabildiler.” İngiltere’nin Osmanlı
büyükelçilerinden Sir Charles Elliot’un bununla alâkalı teşhisi fevkalâde
yerindedir: “Uysallığın ve alçak gönüllülüğün diğer meziyetlerden daha fazla
mükâfatlandırılması bir yana, eşitlik bakımından padişahların idare ettiği
Osmanlı İmparatorluğu’nda, en az ABD’deki kadar eşitlik vardır.” Sicilyalı
Türkolog Dr. Giovani Pampanini, bugün de geçerliliğini koruyan şu orijinal hükme
varmıştır: ”Barış ve hoşgörü içinde birlikte yaşamak konusunda bugün dünya,
Osmanlı’nın çok gerisindedir.”
Osmanlı, Avrupa, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da bir
denge unsuruydu. Pek çok etnik yapıları ve dinleri farklı toplum kesimlerinin
taleplerinin buluştuğu ortak bir noktaydı. Kilise ile caminin yan yana durduğu
bir üst kültürü tesis etmişti Osmanlı. Bu üst kültürün tesisi “ilâhî mesuliyet”e
dayanıyordu. Fetihlerin zaten temel felsefeleri de bu ilâhî mesuliyete dayanan
bir zihin dünyasının ürünü idi. Devletler fethetmek, yeni topraklar kazanmak,
güçlü bir devlet kurmak, geniş halkalara hükmetmek gibi seküler dünyanın temel
ideali olarak görülen hedefler, Osmanlı yöneticisi için bir araç olmaktan öteye
gitmiyordu. Zira bütün İslâm toplumlarında hâkim zihniyet dünyalık elde etme
esası üzerine değil “i’lây-ı kelimetullah” gibi üst bir ideal etrafında
şekillenmişti. En azından teorik olarak böyleydi. Temel hedef, dinin yücelmesi,
korunması, İslâm nimetinden bütün insanlığın istifadesi idi.
Tarihçi Gibbons, aynı mevzuda şu ifadeleri sarf
etmekte: “Osmanlıların hoşgörüsü ister siyaset, ister hâlis insanlık, isterse
başka bir şey olsun; şu bir gerçektir ki, Türkler yeni zaman içinde
milliyetlerini tesis ederken, din hürriyeti umdelerini temel taşı olarak koymuş
bir millettir. Sürekli Yahudi ve Hıristiyan tazyiklerine mukabil, Türkler'in
Balkanlar’a girmesinden sonra, yerli gayrimüslimlerle yeni gelen Müslümanlar
yüzyıllarca âhenk içinde yaşamışlardır.” Gibbons’un, başka bir değerlendirmesi
de şöyledir: “(Osman Gazi) Ne kendisinin ne de kendisinden sonra gelenlerin
müsamahakârlığına kimse bir şey diyemez. Eğer bunlar, Hristiyanlara ezâ etmeye,
sıkıntı vermeye kalkmış olsa idi; Rum ve Ermeni kiliselerini yıktırmış olsaydı;
Osmanoğulları’nın bu kadar gelişmesi, yerli halkın Müslüman olması mümkün
olamazdı. Osman Gazi’nin eseri, daha devamlı ve neticeleri itibariyle tesiri çok
daha geniş ve kapsamlı idi. O, sükûnet içinde iş görüyordu. Osman Gazi’den başka
hiç kimse, 600 sene hüküm süren bir devlete adını verememiştir.” Fransız filozof
Voltaire de yukarıdakilerle hemfikirdir: “Türk hükümdarı 20 ayrı dine mensup
halkı, sulh ve sükûn içinde idare ediyor. Türk vakâyinâmelerinde, çeşitli din
mensuplarının tevessül ettikleri herhangi bir isyana tesâdüf edilmiyor.
(Filistin’e) İsrail’e, İran’a, Türkistan’a gidin, oralarda aynı sükûnet ve
müsâmahaya rastlayacaksınız.” Lamartine’ye göre: “Onların yurdu, efendiler
diyârıdır. Fazilet ve âlicenaplık bu milletin en büyük vasfıdır. Müslümanlar ile
Hristiyanlar arasında, fâtih millet ile fethedilen millet unvanından başka bir
ayrılık yoktu. Müslüman Türkler’in, egemenlikleri altına aldıkları Hristiyan
toplumlara, uygarca tanıdıkları dinî hoşgörünün kesin delilleri, bu yerlerdeki
hayatın kendisidir. Bağdat ve Şam’dan Tuna’ya kadar, Karadeniz’den Adriyatik
kıyılarına kadar her yer, İran, Suriye, Güney ve Orta Anadolu, Trakya,
Bulgaristan, Sırbistan ve Arnavutluk, Hristiyan köy, kasaba ve şehirleriyle
doludur.”
Osmanlı’nın, himayesindeki gayrimüslim tebaaya,
hiçbir zaman müstemlekeci bir tutumla yaklaşmadığına, E. Alexander Powell tarihî
misaller eşliğinde şöyle işâret ediyor: “Haçlılar, Filistin’de Müslüman esirleri
keserken, İspanya’da engizisyonun dehşeti had safhada iken, bütün Avrupa
ülkelerinde Musevîler hesapsız zulüm ve vahşete tâbi tutulurken, Küçük Asya’da
Müslüman, Hristiyan ve Musevîler’in yan yana, tam bir dostluk içinde
yaşadıklarını hatırlamak yerinde olur.” Batı âleminde yaşanan zorbalık ve
barbarlık dönemlerinde, değişik din ve mezhebe mensup pek çok millet için yegâne
“sığınak ve iltica cenneti” olarak Osmanlı ülkesinin tercih edildiği hakikatine
ise, Felix Valyi şu şekilde temas etmektedir: “Müslüman yönetimin hoşgörüsü
konusunda en mühim tanıklık, takibe uğrayan Hristiyanların ve diğer mezhep
mensuplarının kendi dinlerini serbestçe icra edebildikleri Müslüman topraklarına
iltica edişleridir. l5.asır sonlarında takibata uğrayan İspanya Musevîleri büyük
bir topluluk olarak Türkiye’ye iltica etmiştir.” Hans Barth’a göre: “Türkler,
Kur’ân-ı Kerim’e uyarak, herkesin kendi usûlünce ibadet etmesine müsaade
ettiler. Hristiyan Avrupa’nın bizzat Hristiyan kanı döktüğü ve inançları değişik
olanlara vahşice zulümler yapmaktan zevk duyduğu bir devirde Osmanlı
İmparatorluğu, engizisyonun bulunmadığı yegâne memleket oldu. İnançları yüzünden
takibe maruz kalanların tarih boyunca hep Osmanlı İmparatorluğu’nda melce
bulabildiklerini görüyoruz. Türkiye’yi kendilerine yeni bir vatan yapmış
Yahudilerin, Polonyalı, Macar, Alman ve İtalyan hürriyetperverlerin sayısı hesap
edilemeyecek kadar çoktur.”
Konuyu daha fazla uzatmadan şunu söyleyebiliriz
ki: Osmanlı Devleti, kuruluşundan yıkılışına kadar Müslüman olmayan tebaasının
inançlarını yaşamalarına onların haklarını daha rahat bir şekilde kullanmalarına
zemin hazırlıyordu. Arşiv belgeleri ile mahkemelerde verilen kararların
yazıldığı ve adına “Şer’iyye Sicilleri" dediğimiz defterlere bakıldığı zaman,
Osmanlı tebaası arsasında sırf dinlerinden dolayı bir ayırımın yapılmadığı
görülür.
OSMANLI İNSANINDA AHLÂK, NAMUS VE
HAYÂ
Osmanlılar’daki dînî yaşayış, imanı
güçlendirdiğinden ve içtimâî dengeyi sağladığından hırsızlık ve gasba giden
yollar vakıf müesseseleri ile kapanmış oluyordu. Maddî ve manevî zaferlerin
temelindeki müessir, helâl kazanç idi. Osmanlılar, doğruluk hususunda eşsiz,
namus konusunda da son derece hassas bir gönül yapısına sahiptirler. Bu halleri,
pek yüksek ve müstesna bir fazilet arz eder ki, bu da, Kur’ân-ı Kerim ile sünnet
ahkâmından kaynaklanır. Diğer taraftan Osmanlı’da doğruluk ve namus anlayışı,
yalnız kendilerine değil, ırk ve mezhep ayırımı yapılmaksızın bütün milletlere
karşı tatbik edilen umumi bir şuur halindedir. Gerek sultanların talimatları,
gerekse ahali ve askerlerin tavır ve davranışlarında pek bariz bir şekilde
görülen bu hassasiyet, düşmanlarımız tarafından bile itiraf ve ikrar edilmiştir.
Bu yüksek faziletin yaşandığı Osmanlı’da tabiî bir netice olarak birçok ticarî
ve iktisâdî antlaşmalar senetsiz yapılmıştır. Tek bir kişinin yıllarca dağlardan
altınlar naklettiği halde hiçbir tecavüze uğramaması da, Osmanlı’daki eşsiz
doğruluk ve namus mefhumunun başka yerlerde misli görülmemiş bir tezahürüdür.
Memlekette görülen birtakım hilekârlık, sahtekârlık ve eğrilik gibi
menfiliklerin, müslüman ahaliden ziyade gayrimüslimlere münhasır olduğu
yabancılar tarafından da açıkça ifade ve itiraf edilmiştir. Meşhur seyyah de La
Motraye “Ben Osmanlı mülkünde takriben ondört sene kaldım. Bütün şekâvetler gibi
hırsızlığın da son derece nadir olduğunu gördüm. Hususiyle İstanbul’da hiçbir
hırsızlık hadisesi olmadığına şahit oldum. Yol kesip haydutluk yapanların cezası
ağırdı. Ondört sene içinde bu cezaya altı haydut çarptırıldı. Bunlar da hep Rum
ırkından idi. Türkler’de yankesicinin olduğu malûm değildi. Bunun için ceplerin,
el çabukluğundan korkusu yoktu.” diye yazıyordu.
İngiltere’nin İstanbul sefirliğinde bulunmuş olan
Sir James Porter “Osmanlı’da yol kesme, ev soyma, dolandırıcılık ve yankesicilik
gibi hadiseler âdeta meçhul gibidir. Harp halinde olsun, sulh halinde olsun,
yollar da evler kadar emindir. Bilhassa anayolları takip ederek bütün Osmanlı
mülkünü en mutlak bir emniyet içinde baştan başa dolaşabilmek her zaman
mümkündür. Dâimi bir seyr-u seferle yolcu adedinin çokluğuna rağmen vukuâtın
fevkalâde azlığına hayret etmemek kâbil değildir. Nice yıllar içinde ancak nadir
hadiselere tesadüf edilebilir.” Fransız generallerinden Comte de Bonneval:
“Haksızlık, tefecilik, tekelcilik ve hırsızlık gibi suçlara Türkler arasında
rastlamak mümkün değildir. Gerek vicdânî bir akideden, gerekse ceza korkusundan
dolayı olsun, Türkler o kadar dürüstlük gösterirler ki, insan ister istemez
onların doğruluklarına hayran kalır.” der. Ubucini “Bu muazzam payitahtta dükkân
sahipleri, herkesçe malum vakitlerde dükkânını açık bırakıp namaza gider.
Geceleri evlerin kapıları alelâde bir mandalla kapatılır. Buna rağmen senede
yalnız üç-dört hırsızlık vak’ası bile olmaz. Ancak ahalisi sırf Hristiyanlardan
ibaret olan Galata ile Beyoğlu’nda ise hırsızlık ve cinayet vak’alarının
yaşanmadığı bir gün bile geçmez. Taşralarda da iffet ve istikamet aynı
derecededir.” A de la Motraye şöyle der: “Türkler’in namuslu oluşlarını ifâde
etmek hususunda bir an bile tereddüt edemem. Ben dalgın bir kimseyim. Muhtelif
dükkânlardan öte beri satın alırken bazen kesemi, bazen vakti anlamak için
baktığım saatimi eşya yığınları arasında unuttuğum çok olmuştur. Bazen de
vereceğim paranın iki mislini bıraktıktan sonra, dükkâncının fazla verdiğim
parayı görmesine vakit kalmadan çekip gittiğim olur. Fakat şunu ifade edeyim ki,
benim bütün bu hallerime rağmen Türk dükkânlarında hiçbir şeyim ve bir tek
meteliğim bile kaybolmamıştır. Zira dükkâncılar, vaziyeti anlar anlamaz peşimden
hemen adam koştururlar. Eğer dalgınlığımın neticesini anladıktan sonra dükkâna
dönememişsem, o zaman da unuttuğum şeyi iade için ikâmetgâhımın bulunduğu
Beyoğlu’na kadar adam gönderirler. Bu hal bir kez değil, defalarca tahakkuk
etmiştir.” İsveç’in İstanbul sefirliğini yapan d’Ohsson: “Osmanlı Türkleri,
diğer faziletleri kadar namusluluk, dürüstlük ve doğruluk gibi Kur’ân’ın en
kıymetli ahkâmına dayanan meziyetleri itibariyle de takdire şayandırlar. Onların
medh-ü senâ edilecek meziyetlerinden biri de, verdikleri söze sadık olmalarıdır.
Onlar, başkalarını aldatmaktan ve emniyeti suiistimal ile bir kısım insanların
saflığından istifadeye kalkışmak ve istismar etmekten büyük bir vicdan azabı
duyarlar. Kendi aralarındaki bütün muamelelerine yerleşmiş bulunan bu kemali,
hangi din ve mezhebe mensup olursa olsun, bütün yabancılara karşı da aynı
şekilde gösterirler. Bu noktada müslimle gayrimüslim arasında hiçbir fark
gözetmezler. Çünkü onlar, her türlü gayrimeşrû kazançları İslâmiyet bakımından
haram sayarlar ve meşrû olarak kazanılmamış bir servetin ne bu dünyada, ne de
ahirette hiçbir hayrı olamayacağına kat’î surette iman ederler.” demektedir. A.
L. Castellan’ın Osmanlı’daki eşsiz namusa dâir anlattığı şu hadise, çok
ibretlidir: “Dostlarımdan biri anlattı: İçinde bin kuruş bulunan bir torba ile
İstanbul’dan Beyoğlu’na dönüyordum. Tophane iskelesine çıkarken torbam yırtıldı.
İçindeki bütün paralar da dökülüp rıhtımın üstüne dağıldı, bazıları da denize
yuvarlandı. Ben «Eyvah!» bile diyemeden hemen oradaki halk, paraların üstüne
üşüştü. Herkes bulabildiği kadar topluyordu. Ben şaşkınlıktan donmuş bir
vaziyette ne yapacağımı bilemiyor, sadece bu hareketleri büyük bir endişe içinde
takip ediyordum. Ne göreyim! Herkes, topladığı paraları deniz kenarında kalan
torbama koyuyordu. Bunun üzerine içim biraz ferahladı. Hattâ kayıkçılar da, suya
dalıp, denizin dibine gitmiş olan kuruşları çıkarmışlardı. Bütün bunlara karşı
cömertlik göstermek istedimse de vazifelerini yapmış olduklarından bahsederek
her biri bir tarafa çekildi. Zaten o kadar kalabalıktılar ki, hepsine bahşiş
yetişmezdi. Toplanan bütün paralar torbaya konduktan sonra bir hamal da onu
yüklenip doğruca evime kadar götürdü. Eve girdikten sonra büyük bir merak içinde
paramı hemen saymaya başladım. Birçok ziyana uğramış olduğumu zannediyordum ki,
bin kuruşumun da tam olarak torbada olduğunu görünce hayretler içinde kaldım.
Gözlerime inanamadım; bir daha saydım. Evet tek bir kuruşum bile eksik değildi.
”
Fransız şairi Lamartine de, seyahatnâmesinde
İstanbul’dan ayrılırken Eyüp Sultan’da bir kahvenin önünden hareket edişini
şöyle anlatır: “... Yola çıkışımızı seyretmek için halk etrafımıza toplanmıştı;
fakat hiçbir hakarete uğramadığımız gibi eşyamızdan da hiçbir şey zâyi olmadı.
Osmanlı’da doğruluk, sokaklarda dahi bir fazilet halindeydi. Kahvenin önündeki
ağaçların altında oturanlar ve yoldan gelip geçen çocuklar, at ve arabalarımıza
eşyalarımızı yüklerken bize yardım ettiler. Yere düşen öte berilerimizi ve
unuttuğumuz şeyleri toplayıp kendi elleriyle bize getirdiler.”
İmandan bir şube olan hayâ ve buna bağlı olarak
gönle yerleşen tevâzu, Osmanlı’nın mümtaz vasıfları arasındadır. İffet ve ismet
mefhûmunun hayata tatbiki hususunda Osmanlılar, son derecede hassas davranmışlar
ve bu sayede cemiyet nizâmını ayakta tutabilmişlerdir. Edep ve hayâ ile
tevâzunun menbaı olan İslâm’a pek sıkı bir şekilde bağlılık göstermişler, birçok
mevzuda olduğu gibi bu hususlarda da asla taviz vermemişlerdir. Öyle ki, bir
kadının saçına uzanmaya yeltenen kâfir elini, bir harp sebebi saymışlardır.
Onlar, hayâ esaslarına riayetle yükselmiş ve öz benliğini koruyabilmişlerdir.
Bugünkü tabirle o yapının halkı, “temiz toplum” halinde tarihte tebârüz eden
müstesna bir mevkii hâiz olmuşlardır. A. Brayer şöyle der: “Müslüman Türkler
arasında hayânın bir neticesi olarak kibir ve gurur adetâ yok olmuştur. Çünkü
kibir ve gurur, İslâm’ın pek şiddetli bir şekilde yasakladığı menfîliklerdendir.
Şöyle buyurulur: “Yeryüzünde sakın azametle yürüme, insanlardan nazarlarını
gururla çevirme!” “Mütekebbir ve mağrûr olandan Allah nefret eder.” “Harekâtında
mütevazi ol, yavaş sesle konuş!” “Kibir cehâletten ileri gelir, âlim asla mağrûr
olmaz.” “Tevâzu insana necâbet verir.” Bundan dolayıdır ki, Osmanlı’nın
yürüyüşünde vakar ve ihtişam olmakla beraber asla kibir ve azamet yoktur. O,
daima yavaş sesle konuşur. El ve kol hareketlerinde hiçbir zaman mütehakkimâne
bir edâ sezilmez. Hizmetinde tatlılık ve kolaylık vardır.”
Türk’ün namuslu bir hayat yaşamak konusundaki
kararlılığı batılı yazarların kitaplarına konu olmuştur. Örneğin, Türkiye’yi
gezen Fransız yazar Aubry de la Motraye, Türk milletinin namusuna düşkünlüğünü
özellikle belirterek başından geçenleri şöyle anlatmıştır: “Birçok
tanıdıklarımın ve bilhassa daimî dalgınlığımdan dolayı herkesten fazla benim
başıma gelmiş bir hal vardır: Muhtelif dükkânlardan öte beri satın alırken para
vermek için koynumdan çıkardığım kesemi veyahut vakti anlamak için baktığım
saatimi eşya yığınları arasında unuttuğum çok olmuştur. Bazen de vereceğim
paranın iki mislini bıraktıktan sonra dükkâncının mallarını ortadan kaldırıp
yanlışlıkla fazla verdiğim parayı görmesine vakit kalmadan çekip gittiğim
olurdu. İşte bu dalgınlığıma rağmen Türk dükkânlarında hiçbir zaman tek bir
meteliğim kaybolmamıştır; çünkü o gibi vaziyetlerde dükkâncılar peşimden adam
koşturmuşlar ve hatta eğer dalgınlığımın neticesini anladıktan sonra dükkâna
dönmemişsem, unuttuğum şeyi iade için ikametgahımın bulunduğu Beyoğlu’na kadar
adam gönderip bir çok defalar beni aratmışlardır. Meselâ bir gün küçük bir Türk
dükkânının önünde durmuştum. Bu yelpazeci dükkanında Türk erkeklerinin yaz
sıcaklarında kullandıkları yelpazeler satılıyordu. Bir çoklarına baktım; düz
deriden ve en harcıâlem olanlarından birini alıp parasını verdikten sonra çekip
gittim. Aradan tam üç hafta geçtikten sonra bir gün tesadüfen yelpaze aldığım
dükkânın önünden geçerken, yelpazeci beni görür görmez çağırıp saatimi gösterdi.
Elime teslim etti. Ben bu Türk namuskârlılığının daha yüzlerce misalini
sayabilecek vaziyetteyim. Bizzat kendi başımdan geçen vak’alar otuzdan fazla
olduğu halde, bunların hiçbirinde hiçbir zaman Türkler’in namuskârlılıktan
ayrıldıklarını görmedim.”
OSMANLI YÖNETİMİ VE ADALET
Osmanlı idaresindeki topraklarda, tarihimize kara
bir leke olarak geçecek herhangi bir sömürgeciliğe, ırkî asimilasyona, kültür
emperyalizmine, din değiştirme baskısına, hele de etnik temizlik uygulamalarına
rastlamak kesinlikle söz konusu olmamıştır. Osmanlı bir Türk Devleti olduğu
halde, hükümet başkanlığına gelen 215 vezir-i azamın (638 yıllık dönem içinde)
ancak 78’i Türk ötekiler de muhtelif milliyetlere mensupturlar. Hatta Osmanlı
vezir-i azamları içinde Türkçe’yi hiç bilmeyenler de vardı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetiminde adalete
öylesine saygı duyulmuştur ki, kadı, Fatih Sultan Mehmet gibi bir hükümdarın
ellerinin kesilmesine karar verebilmiş, Fatih de kadı’nın kararına saygı
duymuştur. Bir başka Osmanlı kadısı, Yıldırım Beyazıt’ın şahitliğini kabul
etmemiştir. Başka bir olayı dikkatinize arz edelim. Sultan Süleyman bir gün
Süleymaniye Camii’ni inşa ettireceği arsa üzerindeki bir Yahudi’nin evini
parasıyla istimlâk etmek istedi. Yahudi, bu satışa razı olmadığından Sultan
müftüye müracaat etti. Müftü şu kararı verdi: Sultan bir mukavele ile Yahudi’nin
evini kiralayabilir. Kanunî, karara boyun eğdi. Tarihçi Malet’in “Orta Çağ”
isimli eserinde yer alan şu enfes tahlili, mevzuyu kat’i bir sarâhatle
ispatlıyor: “Osmanlı fütuhatı zamanında bir Sırp, Bulgar, Yunan Hükümetleri
olmamıştır; ama Türkler milletlerin sosyal varlıklarına hiç dokunmadıkları
içindir ki, bağımsızlıklarını kazanınca kolayca millî devlet haline
gelebilmişlerdir.” Voltaire’in şu görüşü, mezkûr gerçeği daha da
muhkemleştirmekte: “Sultanlar müstebit değildir... Türk Devleti demokrasidir...
Hiçbir Hristiyan Devleti, kendi topraklarında Türkler’in bir camisi bulunmasına
müsaade etmez. Oysa, Türkler bütün Rumlar’ın kiliseleri olmasını hoş görürler.”
Ubicini de bunu teyid ediyor: “Avrupa’nın, sinesinden söküp attığı bedbahtlar,
padişahın misafirleri olunca, kendi vatanlarında mahrum oldukları hürriyet ve
emniyete kavuşuyorlardı. Aynı himaye bütün dinler ile mezheplere teşmil edilmiş
ve Türkler’i barbar sayan Garp milletleri, onlardan müsâmaha ve insaniyet
dersleri almaya başlamıştı.”
Osmanlı ile ilgili derin tetkikleri neticesinde,
tesis ettiği düzen ve medeniyete hayran kalan Yunanlı Yazar Michel de Grece de,
Osmanlı’nın yeri doldurulmaz bir denge unsuru ve emniyet sübabı vazifesi ifâ
ettiğine şu çarpıcı yaklaşımıyla parmak basmıştır: “Osmanlı Devleti’nin
yıkılmasından çok üzüntü duyuyorum. Çünkü Osmanlı Devleti dünya dengesini ayakta
tutan bir güç olmuştu.”
İngiliz Tarihçi Albert Howe Lybyer’ın “Osmanlı’nın
idaresi uzun bir tecrübe devresinden geçiyor. Yeryüzünde bu kadar büyük çapta ve
o nispette cesarete, atılganlığa bağlı bir teşebbüs pek o kadar görülmüş
değildir. Tarihte bunun benzerlerini iki yerde görüyoruz: Biri Eflâtun’un İdeal
Cumhuriyeti’nde ki bu, mefkûreci bir hüviyet taşır. Diğer hakiki olanı da Mısır
Memlûklarıdır. Osmanlılar, Memlûk sistemine galebe çalmış ve ondan daha uzun
ömürlü olmuştur. ABD’de, memleketin ücrâ köşelerinde kaba saba işlerle meşgul
olan insanlar başkanlık sandalyesine oturmuşlardır. Fakat bu mevkilere namzet
olanların Hristiyan dinine mensup olmaları gerekmektedir. Osmanlılar, bu
namzetlerin çoğunu bilerek köleler arasından seçtiler. Onlardan devlet bakanları
yetiştirdiler. Sığırtmaçlar, çobanlar saray memurları oldu; padişah kızlarıyla
evlendiler. Babaları, anaları yüzyıllardan beri Hristiyan olan delikanlıları,
vali ve general olarak terbiye ettiler. Bunlar arasında, hilâli yükseltmek,
sâlibi yok etmek için savaşan ordulara kumanda edenler vardı. Modern demokrasi,
Osmanlı’nın tarzıyla mukâyese edildiğinde; kifâyet, fırsat verme ve
mükâfatlandırma cihetlerinden kör, şekilsiz ve müsrifâne olduğu görülür.”
OSMANLI’DA TEMİZLİK
Avrupalı seyyahların kayıtlarında Osmanlı
insanının çok temiz olduğu yazılmaktadır. Bunlardan bazılarını dikkatinize arz
edelim. Fransız Doğu gezgini Jean Thevento,1655-1656 yıllarında İstanbul’da
kalmış ve Osmanlı insanının nasıl yaşadığını kendi sefernâmesinde kaydetmiştir.
Onlardan bazıları: “Türkler sıhhatli yaşarlar ve az hasta olurlar. Bizim
memleketlerdeki böbrek hastalıkları ve daha bir sürü tehlikeli hastalıkların
hiçbiri onlarda yoktur. İsimlerini dahi bilmezler. Öyle zannediyorum ki,
Türkler’in bu mükemmel sıhhatlerinin başlıca sebeplerinden biri de sık sık
yıkanmaları ve yiyip içmedeki itidalleridir. Onlar, gayet az yerler. Yedikleri
de, Hristiyanlar gibi karmakarışık değildir. Yemeklerden evvel ve sonra elleri
yıkamak, Türkler arasında vazgeçilmeyecek derecede umumi bir âdet hükmünü
almıştır.” Yine aynı yazara göre: “Türkiye’de sofradan kalkılır kalkılmaz
mutlaka ellerle ağızlar yıkanır. Önünüze sıcak suyla sabun getirilir. Büyüklerin
konaklarında ya gül suyu ya da güzel kokulu başka bir su da ikram edilir.
Bunlarla da mendilinizin bir ucunu ıslatırsınız.” Başka bir Avrupalı, Durdent:
“Türkler, dînî bir vazife olarak günde beş vakit namaz kılmak ve birçok defa
abdest almakla mükelleftirler. Onlar bu şekilde rûhen de temizleneceklerine
inanırlar.” diye yazıyordu. Bu konuda Dr. Brayer de Durdent ile hemfikirdir. O,
bu konuda şöyle yazmaktadır: “Osmanlı, yıkanıp temizlenmeyi hiçbir zaman ihmal
etmez. Tâkatten düşse bile çocukları, uşakları veya hanımı vasıtasıyla yıkanıp
temizlenir. Öldüğü zaman da cenazesi bile şeriat ahkâmına göre yıkanıp
temizlenmeden tabutuna konulmaz. Oysa Avrupalılar, hastalandıklarında veya
tâkatten düştüklerinde temizlik kaygısını umumiyetle unutuverirler. Ölünce de
evinde bulunabilen en kötü beze sarılıp dikildikten sonra tabuta konulurlar.
Ailesi cesedinin en sathî bir şekilde temizlenmesini aklından bile
geçirmez.”
OSMANLI’DA MİSAFİRPERVERLİK
İyilikseverlik, hayırseverlik gibi faziletler Türk
ahlâkının ayrılmaz parçalarıdır. Türk’ün insaniyeti, misafirperverliği, hayrat
ve hasenatı asırlar boyunca dillere destan olmuştur. L.H. Delamarre bu konu
hakkında şöyle yazmaktadır: ”Bütün gezilerimde Türkler’in hatırşinaslıklarıyla
lütufkârlıklarını gösteren birçok olaylarla karşılaştım. Şahit olduğum deliller
beni bu milletin iyi kalpli ve insanı minnettar edecek hareketlere pek meyyal
olduğuna... ikna etmiş oldu. İstanbul civarındaki gezintilerimde ben hep bu
milletin lütufkârlığıyla misafirperverlik aşkına şahit oldum. Rast geldiğim
hangi Türk’e yol sorsam, hemen bana rehberlik etme teklifinde bulunuyor, yiyecek
ve içecek şeyler hususunda elinden gelen ikramda kusur etmemek suretiyle de hep
aynı kibarlığı gösteriyordu." Du Loir’in “Les voyages du sieur Du Loir “ adlı
eserinde Osmanlı hakkında şöyle yazmaktadır: “Türk örf ve âdetlerinin son
özelliğini de birkaç kelimeyle özetleyeyim.Yalnız insanlar değil, hayvanları
bile kapsayan hayırseverlikten söz etmeğe değer. İnsanlara ait olan Türk
hayırseverliği cemiyetin her kesimini içine alır.Bütün Osmanlı’da imaret denilen
misafirhaneler vardır. Bunlarda hangi dinden olursa olsun bütün fakirlere
ihtiyaçları oranında yardım edilir. Hiçbir ayırım yapılmaksızın bütün yolcular
imaretlerde üç gün kalabilirler ve kaldıkları müddetçe her öğün birer tabak
pilavla ağırlanırlar. Bu misafirhanelerde atlar için büyük ahırlardan başka
çeşmeler de yer alır. Bazen bu çeşmelerin suları çok uzak yerlerden getirilir.
Şehirlerdeki bu imaretlerden başka, yol boylarında herkese açık Kervansaray
denilen binalar da vardır. Yakındoğu’da bunlardan başka otel yoktur. Bazı
Türkler de hayrat olarak yol boylarında yolcuları susuzlukdan kurtarmak için
çeşmeler yaptırırlar. Bazıları da şehirlerde sokaklardan gelip geçenler için
sebiller yaptırır; bunların içinde aylıklı memurlar bulunur,vazifeleri
isteyenlere su vermektir. Yine aynı iyilik ve yardımseverlik duygusu kimisinin
nehirler üzerine köprüler yaptırmalarına sebep olur. Bütün bunlardan daha ilgi
çekici ve takdir edilecek olanı da binaları yaptıranlar kendilerini beğenmiş
kimseler olmamalıdır.”
SONUÇ
Sonuç olarak, yukarıda zikredilen, sözlerin hemen
hemen hepsi, gayrimüslimlere aittir. Kendi içimizdeki gözlerle ecdadı tanımaya
çalışmak taraflı bir sonuca götürebilir belki ama, kimi zaman Osmanlı’nın
hasımları sayılabilecek seyyahların söylemiş oldukları sözler, ne temiz ve pak
bir ecdada sahip olduğumuzun isbatı...
Kaynaklar:
1.H. A. Gibbons, "The Fondation of the Ottoman Empire", Londra, 1968
2.Vehbi Vakkasoğlu, "Osmanlı İnsanı", İstanbul 1999
3.Voltaire, "Türkler, Müslümanlar ve Ötekiler"
4.Mehmet Kafkas, "Geçmişi Bilmek", I cilt, İzmir 1994
5.İsmail Parlatır, "Yabancıların Gözüyle Türkler ve Türkiye", İstanbul 1993
6.M. Turhan Tan, "Tarihte Türkler İçin Söylenen Büyük Sözler"7.İsmail Çolak, "Yeni Dünya Düzeninde Osmanlı’yı Aramak", İst. 2000
8.Cemal Kutay, "Tarihte Türkler Araplar", İst. 1970
9.İbrahim Refik, "Tarih Şuuruna Doğru", c.3, İst. 2001
10.Ömer Naci Bozkurt, "Türk ve Türklük", Ankara 1994
11.Muhammed Yahya, "Osmanlı Nizamı Çatışmaya Deva", Tarih ve Düşünce Dergisi
12.Halil İnalcık "The Ottoman Empire, The Classical Age 1300-1600", Phoenix 1994
13.Ahmed Akgündüz "Belgeler Gerçekleri Konuşuyor", İzmir 1990
14.Cemil Meriç "Umrandan Uygarlığa" İst. 1979
15.Sencer Divitçioğlu, "Osmanlı Beyliğinin Kuruluşu", Eren, İst., 1996
16.Paul Wittek, "The Rise of the Ottoman Empire", Londra 1967
17.H. İnalcık, "Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu Problemi", Doğu-Batı, S. 7 (Mayıs-Temmuz 1999).
18.M. F. Köprülü, "Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu",TTK, Ankara, 1984
19.Samiha Ayverdi, "Türk Tarihinde Osmanlı Asırları", cilt 1, Damla Yy, İst. 1976
20.Halil İnalcık, "Osmanlı’nın 700.Yılı" COGITO,özel sayı.
21.Feridun M.Emecen, "Cihan Devleti’nde Hukukî Yapı", Tarih ve Medeniyet Dergisi,1995
22.Dr.Baymirza Hayit, Türkistan’dan Osmanlı Devletine, (VII Uluslararası Türkoloji Kongresi’ne sunulmuş tebliğ-1999)
23.Yılmaz Öztuna "Büyük Türkiye Tarihi", Ötüken Yy1983
24.Ömer Faruk Yılmaz, "Belgelerle Osmanlı Tarihi",Osmanlı Yy 1998
25.Seyfullah Arpacı, "Osmanlı Hoşgörüsünün adı: Millet Sistemi", Sızıntı
26.Ahmet Akgündüz, "Bilinmeyen Osmanlı", Osam yayınları, İstanbul 2000
27.Rıfat Pirim, "Osmanlı Tarihini Nasıl Okumalıyız?", Sızıntı
28.Ziya Demirel, "İnsana saygı medeniyeti "Sızıntı, 2005
29.Haluk Sena Arı, "Osmanlı’da Aile Hayatı",Nesil Yy, İst. 2000
30.İbrahim Refik, "Ulu Çınarın Gölgesinde" Albatros Yy, İst. 2004
31.Yahya Kemal Beyatlı, "Kendi Gök Kubbemiz", İst. 2004
32.Norman İtzkowitz "Osmanlı İmparatorluğu ve İslamî Gelenek", İst. 1989
33.Yılmaz Öztuna, "Türkler,Araplar,Yahudiler",İst. 1998
34.Necdet Sevinç, "Osmanlılarda Sosyo-ekonomik Yapı", I cilt Kutsun Yy 1978
35.Raphaella Levis, "Osmanlı Türklerinde Gündelik Hayat" İst. 1973
36.Muzaffer Sencer, "Osmanlı Toplum Yapısı", İst. 1969
37.Paul Coles, "Avrupa’da Osmanlı Tesirleri", İst. 1975
38.Richard Peters, "Batı Gözü İle Türk Tarihi", İst. 1975
39.Ogier Ghiselm de Busbecg "Türkiye’yi Böyle Gördüm"
40.Ö.Demirel, A.Gürbüz, M. Tuş, "Osmanlı’da aile,Ev,Eşya,Giyim,Kuşam", Sızıntı
41.M.Philips Price "Türkiye Tarihi-İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e Kadar", İst.1977
42. M. d’Ohsson, Tableau General de I’Empire Otoman
43. A. Ubicini, La Turquie Actuelle, Paris, 1855
44. T. Thornton, Etat Actuel de la Turquie
|