Biz Bilecikliler II. Abdülhamîd’in öz hemşehrileriyiz Mustafa Turan Sayı:
91 - Ocak / Mart 2017
“Sultan Hamid devri, tarihimizin ne kadar girift bir safhasını teşkil ederse, onun şahsiyeti etrafında ileri sürülen görüşler de o derece birbirine aykırı, hissi ve maksatlı olmuştur…” Tarihe açtığımız pencereden Cumhuriyetin gerisine doğru baktığımızda, II. Meşrutiyet ve İttihat yönetimini, bir yaprak daha çevirdiğimizde de II. Abdülhamid’in kendine özgü mutlak yönetimini, bazılarının ifadesiyle de “İstibdat Yönetimi”ni görürüz. Çok konuşulan, çok tartışılan ve hakkında pek çok eser kaleme alınan bir dönem ve dönemin hükümdarı Sultan Hamid. Benim ise, hafızamda ve ruh dünyamda heykelleşen kocaman kocaman istifhamları çözmek için, harcadığım mesai dolayısıyla, aşina olduğum bir isim Sultan II. Abdülhamid.
1960 yılının ikinci yarısında Gölpazarı ilçesinin bir dağ köyünde ilkokul öğrencisiydim. O günlerimi hatırlarım. Karnımız zil çaldığı için, öğleden önce son saat bitiş zilinin çalmasını iple çekerdik. Çalar çalmaz da bir ok gibi yerimizden fırlayarak 4x100 bayrak yarışçısı hızında evimize koşardık. Bir gün yine aynı hızla koşuyordum. Ama her günkünden farklı bir atmosferde eve dönüştü bu. Sinirliydim. Kin ve hınç içinde kan beynime fırlamış bir vaziyette burnumdan soluyordum. Eve varır varmaz babama: “Bana av tüfeğini verir misin?” dedim. Ne yapacaksın evladım?” dedi. Bu gün öğretmenimiz söyledi. Padişah Sultan Hamid, Mehmet Reşad, Vahdettin vatanı düşmana satan hainlermiş. Elime geçirsem vallahi boğacağım onları. Madem bu imkânım yok, hiç değilse bu hainlerin ruhlarına ateş açayım ki, hıncımı öyle alayım. Sınıfta bir de şiir okuduk. Şu kâğıda bir kısmını yazmıştım. Okuyayım hele bir dinleyin. Dışarıda boyumca karın olduğu o soğuk kış gününde ailem öğle yemeğine çoktan başlamıştı. Ama ben olayın heyecanını yaşıyor, gözüm yemek memek görmüyordu. “Sonra okursun dedilerse de, hemen elimi cebime atıp buruşuk defter yaprağını çıkardım. Bir çırpıda elimle ütüledikten sonra okumaya başladım:
“Öğren yavrum ki On Temmuz bayramların en büyüğü,
Esir millet böyle bir gün zincirini kırdı, söktü.
Ondan evvel geçen günler, bilsen ne siyahtı.
Milletin her iyiliğini düşünecek padişahtı;
Hâlbuki o zaman sultan, insan değil, canavardı,
Canlar yakar, kan dökerdi, millet ondan pek bîzardı!”
O sahne hâlâ gözlerimin önünde taptazedir. Babam yaratılış itibariyle çok hassas bir insandı. Epey canı sıkılmış ve anneme dönerek:“Lâ havle velâ kuvvete… Yahu bu körpecik çocuklara öğretecek başka bir şey kalmadı da sıra buna mı geldi?” diye mırıldanıp tekrar oturmamak üzere sofradan yarı aç kalkmıştı. Eliyle başımı okşayıp: “Evlâdım o işler senin dediğin gibi değil. Her söylenene inanma. Hattâ söyleyen öğretmenin dahi olsa. Büyüdüğün zaman her şeyin gerçeğini öğrenirsin” diyerek zihnime kocaman bir soru işareti kondurmuştu. Oysa öğretmenim hayal dünyalarımın perisiydi. Bana göre dünyanın en iyi bileniydi. Söylediği her şey doğruydu.
Acaba? Acaba padişahlar vatanı satmamış mıydı? Sattılarsa kime, kaç kuruşa satmışlardı? Yahu vatan bizim her şeyimiz. O öyle parayla satılır mıydı? Bu sorularla beynim zonk zonk olur cevabını bulmaya çabalardım. Sınıfın duvarları kocaman kocaman yaldız şapkalı ve üniformalı fotoğraflarla doluydu. Çok yakından tanıdığımız ve sevdiğimiz Atatürk dahi o fotoğraflar arasında kenarda kalmıştı sanki. Ne tarafa baksam ters ters bana bakıyorlardı. Adeta bir göz hapsindeymişim gibi gelirdi bana. Sanki yapacağım bir yaramazlığı görecek ve cezalandıracaklarmış gibi gelirdi. Gece rüyalarıma dahi girdikleri olur, ağlayarak uyanırdım. Meğerse onlar 1960 ihtilalini yapan ve milletin kalbine taht kuran Menderes’i asan Cemal Gürsel ve arkadaşlarıymış.
Padişahlar kim bilir nasıl insanlardı? Şiirde “insan değil canavar, can yakar, kan döker “deniyordu. Hâlbuki bizim diyarda kurtlara cenfa (canavar) denirdi. Madem insan değilse padişah böyle yırtıcı ve vahşi hayvan gibi bir şey miydi? Peki bunca insanı vahşi hayvan olan padişahlar mı yönetmişti yüzyıllar boyu???
Bu şüpheler âdeta bir saat rakkası gibi zihnimde sallandı durdu yıllar boyu. O gün nereden bilebilirdim ileride İstanbul Üniversitesinde tarih eğitimi alacağımı… Ve yine nereden bilebilirdim ki, o gün elime geçirsem boğacak kadar nefret edip, vatan haini bildiğim, Sultan II. Abdülhamid hakkında bir gün kitap yazarak, onu milyonlara anlatacağımı. O gün nasıl bilebilirdim ki, kan dökücü dedikleri padişah II. Abdülhamid’in, 33 yıllık saltanatı boyunca sadece bir katilin ölüm fermanını imzaladığını. Alman Devlet Adamı Bismark’ın : “Dünyada 100 gram akıl varsa; 90 gramı ABDÜLHAMİD HAN'da 5 gramı ben de, geri kalan 5 gramı da diğer devlet liderlerindedir” diyerek, ona gerçek değeri verdiğini.
İşte küçük çocukların körpe dimağlarını bu tür şeylerle doldurmanın, zihinlerde meydana getirdiği rihteri yüksek depremleri yaşayarak büyümüş bir çocuk olarak kaleme alıyorum okuduğunuz bu satırları.
Sultan II. Abdülhamid’in hiç taviz vermediği, temel öğelerden biri milli, diğeri de dini kimliktir. Elbette Osmanlı çok uluslu, çok dinli ve çok kültürlü bir yapıydı. Lâkin her zaman Türk unsuru sahip ve yöneten konumunda olmuştur. Deyim yerindeyse trenin lokomatifi her devirde Türkler, vagonları ise diğerleri olmuştur.
“II. Abdülhamid’in önemli özelliklerinden biri de Türklük şuuruna sahip olması idi. Ve İslâm cemaatleri arasında en güvendiği unsur da Türklerdi. Bu yüzden dış Türklerle yakından ilgilendi. “Sultan Hamid en uzak ve en ufak olasılığı bile hatırından geçirirdi…” Daha saltanatının ilk yıllarında Türk âlimi Şeyh Süleyman Efendi’yi Türkler ve Türkmenlerle temas etmek üzere resmî vazifeyle Orta Asya’ya gönderdi. Peşte toplanan Turan Kongresinde de Padişahı yine Süleyman Efendi temsil etti. Azerbaycan’da Türkçe öğretimini yasaklayan İran Şahı nezdinde teşebbüse geçerek Türkçe’nin yeniden öğretim dili olmasını sağladı. O, Türk unsurunun kuvvetlenmesi için çalışılması gerektiğini savunmakta ve Anadolu’nun Türk’ün son sığınağı olduğunu söylemekte idi.
Öte yandan bugün hâlâ buram buram vatan kokan, bayrak kokan, inanç kokan, tarih kokan ecdadımız Osmanlı’nın beşiği Söğüt’ü yeniden imar etti. Buradaki Türk büyüklerinin türbe ve mezarlarını tamir ettirdi. Merkezi Söğüt olmak üzere Bilecik ve çevresinde yaşayan ve kendisinin “özhemşehrilerim” dediği karakeçili aşiretinden iki yüz kişilik bir Maiyet Bölüğü kurdu.”
Evet, II. Abdülhamid Osmanlı Devleti’nin asıl kurucusu olan, Ertuğrul Gazi’nin aşireti olan Karakeçili Türkmenlere ayrı bir önem veriyor, onları seviyor ve onlara güveniyordu. Çünkü onlar, Türklüğün su katılmamış mümessilleriydiler.
Bu sebeple en yakınına, bu günkü anlamda muhafızlığına “özhemşehrilerim” dediği, Bilecik yöresindeki Türkmenleri almış ve onlardan “Ertuğrul Hassa Alayı”nı kurmuştu. Bu alayın görevi doğrudan Padişahı korumaktı. Nitekim 1905 Yıldız Camiindeki bombalı saldırı da, Sultan’ın etrafında etten duvar ören 15 Türkmen de, bunların ta kendileriydi. Hattâ bu alayın bir Yüzbaşısı her gece Abdülhamid Han’ın başucunda nöbet tutuyordu.
Alman İmparatoru II. Wilhelm İstanbul’a geldiğinde Ona, Ertuğrul Alayından iftiharla bahsederek onları “hemşehrilerim” diye takdim etmişti.
Sultan II. Abdülhamid, Bilecik’te bir saat Kulesi, Hükümet Konağı ve bir de şu an hâlâ kullanılmakta olan Ertuğrul Gazi Lisesi binasını yaptırmıştı.(Şimdi Bilecik Belediyesi olarak kullanılmaktadır)
Söğüt’te de bir Mekteb-i Sıbyan ile Mekteb-i Eytam (Yetimler Mektebi) inşa ettirmişti.
Ee şimdi bu keyfiyetten, kendimize de bir pay çıkarma hakkımız doğdu sanırım. Bu durumda Bilecikli Türkmenler olarak, biz de Sultan II. Abdülhamid’in “özhemşehri”lerindeniz desek, abartılı bir övünme olmaz sanırım.
Necip Fazıl: “Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır” demişti. Bugünkü nesillerin gerçek bir tarih şuuru kazanabilmeleri için, deha derecesinde ve Fatih ayarında bir hükümdar olan II. Abdülhamid’i okumaları, genişliğine ve derinliğine tahlil etmeleri ve tanımaları istiklâlimiz ve istikbalimiz açısından çok çok hayatî bir meseledir. Biz Bilecikliler ferd ferd hepimiz, tarihte iz bırakan Sultan II. Abdülhamid Han’a minnettarız ve onu rahmet ve minnetle anıyoruz. Bütün bir millet de aynı duyguları taşımaktadır. Ruhu şad olsun…
|