O'ndan sonrası Ahmet Mahir Pekşen Sayı:
92 -
Ramazandı… 1970’li yılların sonuydu… Küçük bir ilçenin, küçük bir gazetecisinin, küçük vitrinindeki Tercüman gazetesinin sağ üst köşesinde, sarı zemin üzerinde kitaplık çapta bir beyit vardı; beni çarpan bir beyit:
“Güzel Allah’ım, Senden ne gelecekse gelsin;
Sen ki, rahmetinle de, kahrınla da güzelsin.”
O gün o gazeteyi, sırf bu beytin hatırı için aldım… Ve mesajı ezberledim.
İşte, ilerideki hayâtımın şekillenişinde çok önemli rolü olacak bir Üstadı, bu güzel mısralarda tanıdım. Bu şâire o zaman “Şâirler Sultânı” demiştim. Ve bir zaman sonra bu unvan ona otoriteler tarafından verildi.
Acaba bu mısralar bir tesâdüf müydü? Sadece bunu yazmış, devâmını getirememiş miydi?
Ertesi gün yine o küçük gazetecinin, küçük vitrinindeki Tercüman gazetesinin sarı zeminine göz attım;
Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber,
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber?..
Birinci beytinde Rabbimin kahrının bile güzelliğinden bahseden üstad, hemen ardından ölümü güzelleştiren, Peygamber öldüğüne göre ölümün de güzel olduğu müjdesini veren mısraları nakşetmişti sarı zemine.
Ondan sonra, hiç âdetim olmamasına rağmen, bir gazeteye abone olma gereğini hissettim.
Büyük randevu… Bilsem, nerede, saat kaçta?
Tabutumun tahtası bilsem hangi ağaçta?
Bu beyti, şâirini merak etme-
den, yıllar önce ezberlemiştim. Hayranı olduğum şâirin Necip Fazıl KISAKÜREK ve ezberlediğim beytin de ona ait olduğunu ve benim doğduğum yıllarda yazıldığını sonra öğrendim.
Daha sonra, yine ezbere bildiğim, tâ 1939 yılında yazdığı mısranın da Üstâd’ın olduğunu anladım;
Son gün olmasın dostum, çelengim, top arabam.
Alıp beni götürsün tam dört inanmış adam.
O, öylesine bir gençlik yoğurmuş, öylesine bir topluma hitâp edip, öyle bereketli tohumlar saçmıştı ki, “Toprak utanmamak için” bire bin vermiş ve dört inanmış adam değil, belki dört yüz bin inanmış adam tabutunu bir an taşımak için sıraya girmişti.
Ve ondan sonra ilk işim “Çile”yi almak ve içine dalmak oldu.
“Zindandan Mehmed’e Mektup”unu kaç yüz kere okumuş, kaç kere gözlerim yaşarmıştır…
“Sakarya Türküsü”nü, kaç meydanda, kaç gecede, nice tok sesli alperenden dinlemişimdir…
“Muhasebe”si ile kaç kez muhasebe yapmışımdır.
Ve şimdi bile, onun sesinden, o kısır tekniklerde doldurulan kasetleri, CD’leri dinliyor, boşluk bırakmadığı için boşluğu doldurulamayan şâiri rahmetle, saygıyla anıyorum.
O, mukaddes dâvâsının sabırlı tâkipçisiydi…
Hiç yılmadı… Kalemini susturmaya bâtılın gücü yetmedi…
Kaç sefer demir parmaklıklarla tanıştı, yağlı zindan duvarları beynini içmeye çalıştı.
O, hep mahkûmdu… Ölürken bile çekmesi gereken hapis cezâsının mahkûmuydu… Ama inşallah ebedi âlemin hürlerin hürüydü o…
Onunla uğraşan bakanlar, başbakanlar, hâkimler, savcılar hiç anılmıyorlar… Ama o, milyonlarca insanımızın gönlündeki sarsılmaz saltanatını, ölümünün üzerinden 20 yıl geçmiş olmasına rağmen koruyor ve nice yirmi yıllar koruyacağı gün gibi ortada görünüyor.
Evet, o bizim gibilerinin hayâtının önemli bir milâdıdır. Bir o’ndan öncesi vardır, bir O’ndan sonrası…
O’ndan sonrasında, O’nun izinden giden gönül erlerini görüyorum. Ve, O’nu hep aramızda hissediyorum.
Yüzlerce dergide, binlerce defa tekrarlanan mısraları, tüylerim ürpererek yazıyorum;
"Mehmed’im sevinin, başlar yüksekte,
Ölsek de sevinin, eve dönsek de,
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte..
Yarın elbet bizim, elbet bizimdir.
Gün doğmuş, gün batmış, ebet bizimdir…"
Ne diyordu O;
Küçükken gün batınca, bir köşede ağlardım,
Nihayet döne döne aynı noktaya vardım…
O, döne döne aynı noktaya, toprağa ve canı verene vardı… Allah (cc) ondan râzı olsun…
“Çöle İnen Nur” şefaatçisi olsun… Onun ve bizlerin… Âmin…
(Kardelen yıl 11, sayı 34; Temmuz/Eylül 2002)
|