Kelebeğin Cesedi Ahmet Mahir Pekşen Sayı:
117 -
Bismillahirrahmanirrahiym. Rabbim seni kurtarmak için tez öldürdü.
Beyaz bulutlar irileşmeye başladı. Gri bulutlar da geldi yanlarına. Sanki onlar birer çekirdektiler ve bir yerlerden dökülen su ile kuvvet bulmuşlar, patlamışlardı. İçten içe kaynayan, kaynadıkça her dakika bir öncekine göre daha devleşen bir hal aldılar. Masmavi kalmış göğün güneydoğusu da bu bulut kümesine destek vermek isteyen küçük bulut yumaklarıyla doldu. Bulutlar kaynamaya başladı. Çok değil, bir saat içinde tüm gökyüzü ağladım ağlayacağım diyen siyaha yakın gri renkteki bulutların hâkimiyetine girmişti.
Bu sahnenin artık bir sesi eksikti. Hani şu yağmurlar gelmeden kurda kuşa, köylüye şehirliye, arıya karıncaya artık geliyorum sireni olan sesler.
Gök bir yerlerinden yarılıyor, yırtılıyor hissini veren gürültülerin gelmesi de gecikmedi. Birkaç dakika ara. Görsel ve ses efektleriyle hazırlanan rahmet önce cılız damlacıklar halinde başladı. İnsanlar bol sulu, şöyle düştükleri yerde avuç içi gibi yaşlıklar oluşturacak damlalar bekliyorken fındık büyüklüğündeki damlalarla karşılaştılar.
Eeee, gökten ne yağmış da yer kabul etmemiş. Düştükleri yere göre sesler oluşturan, arabalarda saca, pencerelerde cama, yollarda asfalta bahçelerde çimene, ormanlarda yaprağa dokunurken farklı sesler çıkaran dolu taneleri kelebeğin kanadına vururken de ayrım yapmadılar.
Baharın henüz çiçek açmış bir dalında, belki de repertuarının en güzel şarkılarını seslendirerek dans eden güzel hayvancık neye uğradığını şaşırmıştı tabi. Kanatları çok narindi. Tozdan binlerce belki de yüzbinlerce mücevher tozunun birleşimiydi nihayet. Bir terasın damında konduğu çiçeklere hayat suyu olacak dolu ona acı bir son gibi gelmişti. Bir iki kıpırdandı. Canı acıyordu. Kanadının kendisini kaldıracağından hele hele havalandırabileceğinden hiç ümidi yoktu. Göklerden taş gibi gelip, sıcaktan yumuşayarak artık adı su olan doluya teslim oldu. Dolu kanadını kırmakla kalmamış eriyince de ağzına burnuna dolmuştu.
Camı açmış göklerin, bulutların ve suyun elbirliğiyle oluşturduğu olayı seyrediyordu genç adam.
Pencerenin pervazına vurup üstüne doğru sıçrayan küçük su damlacıkları ürpertiyordu. Odadan çıkan ılık hava ile dışarıdan giren serin havanın ortasında duruyordu.
Gözleri bir an kelebeğe takıldı. Neredeyse yere düşüşünü görmüştü. Bir iki hamle yapışına da şahit oldu. Bir an kapıdan çıkıp terasa geçmeye üşendi. İri yağmur tanelerine karşı şemsiyesi bile yoktu.
Çıkmakla çıkmamak arasındaki tereddüdü bindi omuzlarına. Bir çıkma fikri ağır basıyordu bir de çıkmama. Kelebek terasın zemininde kalkma, kanatlanma çabalarını sürdürüyordu.
Tereddüdünden utandı genç adam. Terasa çıkmak için iki ayrı kapıyı sert bir şekilde açtı ve kapamaya zaman ayırmadı.
Kelebeğin başucuna geldiğinde hayat belirtilerinin olduğunu görmesi düşen dolu tanelerinin soğuğuna inat ısıttı içini.
Nazik kanatlarından sadece birini olabildiğince hassas tutarak geldi yoldan ama yine kapıları kapatmadan odaya döndü.
Kimilerinin kobra kimilerinin dua çiçeği diye andığı bitki bembeyaz bir güzellik açmıştı. Onun üzerine bıraktı. Bu bembeyaz ve okşayıcı zemin kelebeğe çok yakışmıştı.
Yakışmıştı yakışmasına ama bu hayatın zevkini sürecek kadar uzun bir ömre sahip miydi?...
Kanatlarında küçük bir kıpırdama görünce sevindi. Sevinci bir şimşek çakışı kadar kısa sürdü. Çünkü bu kıpırdamanın bir sebebi vardı ve bunun hayat belirtisi ile bir ilgisi yoktu. Pencereden gelen çok hafif rüzgâr narin kanatlarını okşuyordu kelebeğin.
Islaktı kanatları. Bembeyaz zemine de bulaşmıştı bu ıslaklık. Bir laborant hassaslığıyla eğildi kelebeğin üzerine. Neredeyse boyu kadar uzun olan antenlerinden birinin ucu kıvrılmış ıslaklığa yapışmıştı. Sanki bu kıvrılan uçta bir hareket, bir küçük titreyiş vardı. Umutları sulanmış çiçekler gibi yeşillendi.
İyice baktı. Antenler kelebeğin ağzına yakın duruyordu ve sanki aldığı nefes anteni kıpırdatıyordu.
Kelebek hakkında çok az bilgisi olmasından dolayı kendi kendisine kızdı. Onların alıp verdiği soluk antenlerini kıpırdatacak kadar güçlü olabilir miydi? Bunu bilemiyordu işte.
Yoksa bu kıpırtı bizzat kendi nefesinden mi kaynaklanıyordu.
Birkaç saniye de olsa geciktiği için kendisine kızdı. Bu güzel kanatlar ilk darbeyi yediğinde koşup gitse belki de kurtarırdı.
Bu fikir onu çok üzüyordu. Kurtarabileceği bir canı kurtaramamaktan dolayı kendi kendini suçluyordu.
Kıvrık antenin ucunda yine bir kıpırtı. Kelebek son nefesinde Allah’ı mı anıyordu acaba.
Elini dokundurmadan büyük bir merak ve merhamet yoğunluğuyla izledi çiçek yaprağı üzerindeki enfes yaratığı.
Ne diyordu acaba kelebek.
“Niye geç kaldın be adam” mı?
Ya da;
“Sen görevini yaptın. İlk dolu darbesinden sonra ben zaten bitmiştim. Yapacağın bir şey yoktu. Sen merhametini gösterdin ey insanoğlu” mu?
Keşke bu ikincisini söylemiş olsaydı.
Genç adam merhamet konusunda çok hassastı.
“Merhamet edin ki merhamet olunasınız” anlamında ilâhî bir söz hatırladı.
Şimdi kendi kendine sorduğu soru buydu?
Yeterince merhamet etmiş miydi?
Merhamet olunmayı hak edecek kadar merhamet etmiş olmayı dünyanın her türlü varlığından üstün tutuyordu.
Karşısında dilinden anlayan bir varlık varmış gibi sordu;
“Söyle bana konuşan tablo. Benden memnun musun?...”
Antenlerde bir hareket. Hâlâ hayat belirtisine yorumlanabilecek bir kıpırdanış.
“Geç kaldığım için merhametimi yetersiz mi buluyorsun?”
Sustu. Cevap yoktu.
“Susma be kelebek. Yıllardır konuştun benimle. Yıllardır anlaştık seninle. Senin narin, nazik, nefis, harika kanadında ben Rabbimi gördüm. Ağzın sustu belki ama kanadındaki renkler bir milyar kelimelik bir lügattaki bütün kelimeleri kullanarak anlattı bana Allah’ı.
Hep dedin ki;
“Böylesi bir kanadı yaratan Allah kim bilir ne kadar güzeldir. Sana tehlikelerden kaçmak için kanat veren Rabbim ne kadar koruyucudur. Kelebek dudaklarına çiçek öptüren Rabbim ne yücedir.”
“Ahh kelebek. Gene konuş. Sen susarsan bana mutlak hakikati kim haykıracak.”
Odanın içinde birkaç tur attı. Zamanın ıslaklığı kurutmasını beklemekten başka bir şey gelmiyordu aklına. Veteriner çağırmayı bile düşündü bir an ama yapacağı hiçbir şeyin olamayacağı endişesiyle vaz geçti.
Gökler ışıkların en güçlüsüyle yarılıp duruyordu.
“Yarıl dur bakalım mavi sonsuzluk. Bir gün, belki çok uzak bir gün yarılacaksın ve döküleceksin. O zaman ben olacak mıyım olmayacak mıyım bilmiyorum ama senin de bir sonun olacak.”
Kelebekle konuşmaya kısa bir süre ara veren adam gökleri seyrediyordu. Bulutlar vazifesini yapmış, hedeflenen mevzileri ele geçirmiş komutan edasındaydı. Dolu yağmura dönmüş, terası iyice yıkamıştı.
|