Türk Budun(u) Mustafa Büyükgüner Sayı:
94 - Ekim / Aralık 2017
1709 yılında Ruslarla İsveçliler arasında yapılan Poltova Muharebesi, insanlık tarihi açısından önemsiz bir savaş olabilir. Ancak belki de adını ilk defa duyduğunuz bu savaşta Ruslara esir düşen bir subay insanlık için büyük, biz Türkler için ise çok daha büyük bir keşfe imza atmıştı.
Strahlenberg ismindeki bu İsveçli subay esaret yıllarını Sibirya ovalarında geçirmiş, 13 sene yaşadığı Rus topraklarında kendisine verilen özel izin sayesinde, nebatatçı Daniel Gottlieb Messerschmidt’e refakatçi olarak Rus topraklarında serbestçe gezinmişti.
Bu gezintiler sırasında yaptığı incelemeleri, 1722 yılında kendi ülkesine döndükten sonra, 1730 yılında yayınlamış ve çalışmalarında ilk defa Yenisey Kitabeleri’nden bahsetmişti. Yenisey Kitabeleri Avrupa bilim dünyasında öyle büyük bir etki oluşturmuştu ki, peş peşe gönderilen araştırma heyetleri Yenisey Kitabeleri’ne benzer pek çok eser bulmuş ve konu sürekli bilim dünyasının gündeminde sıcaklığını korumuştu.
Bundan yaklaşık olarak bir buçuk asır sonra 1889 yılında Rus bilim adamı Yadrintsev, bölgede kuzeyden güneye doğru atalarımızın yaşadığı Orta Asya topraklarında araştırma yaparken, Çin kaynaklarının çok eski çağlardan beri bahsettiği tarihçi Cüveyni’nin ise 12. Asırda Tarih-i Cihanküşa isimli eserinde anlattığı Orhun âbidelerini bulmuştu.
Yadrintsev bu taşları bulduğunda elbette henüz ne bulduğunun bilmiyordu, ancak birbirlerinden uzağa dikilmiş bu üç anıt taştaki ince ustalığı, taşların bulunduğu bölgede bulunan mezar kalıntıları ve heykelleri gördüğünde taşların bilim açısından önemli bir keşif olduğunu hissetmişti.
1890 ve 91 yıllarında bu sefer bölgeye önce Heikel’in başkanlığında bir Fin heyeti ve ardından da Rodloff başkanlığında bir Rus heyeti gönderildi. Her iki heyet de bölgede yaptıkları incelemelerde taşları fotoğraflayarak üzerindeki yazıyı çözmeye çalıştılar ve bu hususta âdetâ birbirleriyle yarıştılar.
Ancak bu yarışı kazanan bu heyetlerin çektiği fotoğraflar üzerinde yaptığı çalışmalar ile Danimarkalı âlim Vilhelm Thomsen oldu. 1893 yılında öncelikle Bilge Kağan ve Kültigin kitabelerinin bir yüzünün Çince olduğunu keşfeden Thomsen, Çince olan yüzü okuyarak kitabelerin kadim Türkler’e ait olduğunu anladı. O halde kitabelerin diğer yüzlerindeki Çince olmayan yazının başka bir alfabeyle yazılmış, başka bir dil olma ihtimali artmıştı…
Yazıtlarda geçen şekillerden en fazla kullanılanlar arasında yaptığı incelemeler ile Thomsen, Orhun Kitabeleri’nde ilk olarak “Tanrı” (Tengri) ve “Türk” kelimelerini okumayı başardı. Gerisi çorap söküğü gibi geldi ve bir yandan Orhun Âbideleri okunurken diğer yandan Kadim Türk Devleti Göktürkler'in tarihi de gün yüzüne çıktı.
Bundan sonra, Orhun bölgesinde pek çok milletten pek çok ilim adamı çalışmalar yaptı ve bölgede çeşitli heykeller, mezarlar ve başka kalıntılara da ulaşıldı. Kültigin heykelinin baş bölümü de bu çalışmalardan birinde meşhur Çekoslavak âlimi L. Jisl tarafından bulundu.
700’lü yılların başlarında, kendilerine ilk defa “Türk” diyen Göktürkler tarafından dikilen bu heykeller unutulup, sadece tarihî kayıtlarda hatırlanır hale geldikten sonra da, Türkler yine pek çok devlet kurdular. Göktürk alfabesinden sonra Uygur alfabesini de kullandılar. İslâm'la şereflendikten sonra doğudan batıya doğru akmaya başladılar ve bu esnada Arap alfabesi ile tanıştılar. Büyük Türk medeniyetine Selçuklu kapısından girip, bu medeniyeti Osmanlı kubbeleri ile yedi iklim dört bucağa çil çil serptiler. Osmanlı'nın mirasına sahip çıkan biz Anadolu Türkleri de yirminci asır başlarında Lâtin alfabesine geçtik.
Aradan bir asır daha geçtikten sonra ise, günümüzde, “Türk Kağan'ı Ötüken ormanında oturursa ilde sıkıntı yoktur.” diyen atalarının evlâtları, omuzlarında Göktürk alfabesi ile “Türk” yazan çıkartmaları yüzünden eleştirilip, bunları kullanmaları engellenmek isteniyor.
Bu edepsizliğe cevabı biz vermeyelim. Cevabı bundan 13 asır evvel kendi adına diktirdiği anıtında, kendi dili ve alfabesi ile asırlar öncesinden bize seslenen Bilge Kağan versin:
“Beyleri, milleti âhenksiz olduğu için, aldatıcı olduğu için, Çin milleti hilekâr ve sahtekâr olduğu için, küçük kardeş ve büyük kardeşi birbirine düşürdüğü için, bey ve milleti karşılıklı çekiştirdiği için, Türk milleti il yaptığı ilini elden çıkarmış, kağan yaptığı kağanını kaybedivermiş. Çin milletine, beylik erkek evlâdını kul kıldı; hanımlık kız evlâdını cariye kıldı. Türk beyleri Türk adını bıraktı. Çin beyleri Çin adını tutarak, Çin kağanına itaat etmiş…”
İlk defa Çinliler’in ve Farslar’ın bahsettiği, öncüllerini bir İsveçli’nin bulduğu, Ruslar’ın bilmeden yerini tespit ettiği, yine Ruslar ile Finliler tarafından okunmaya çalışılırken, bir Danimarkalı tarafından çözüldüğü ve sistemleştirildiği, bundan sonra yetmiş iki millet tarafından üzerinde çalışıldığı, kitabelerden birinin adına yazıldığı hükümdarının heykelinin başının dahi bir Çekoslovakyalı’nın bulduğu Orhun Kitabeleri’nde ilk defa geçen ve ilk önce okunan “Türk” kelimesini; kuruluşunu Hun İmparatoru Mete Han’a kadar götürdüğümüz ordumuzdaki Mehmetçik'in omzunda görmeye dahi tahammül edemeyenlere, biz bir şey demeyecek miyiz?..
|