Dünyayı İmar Kadir Bayrak Sayı:
115 -
Saadet asrında umre niyetiyle yola çıkan kutlu kafile, Hudeybiye’ye vardıklarında, Allah Resulünün (sav) devesi Kusvâ, oradan ileriye, Mekke’ye doğru bir adım dahi atmadı, atamadı. Yönünü Medine’ye çevirdiklerinde hızla yürüdü ama aksi istikamette bir güç onu durdurdu.
Mübarek dudaklardan, “Ebrehe’nin filini Mekke’ye girmekten men eden Allah, Kusvâ’ya da müsaade etmiyor.” sözü işte o zaman döküldü…
“Çağrı” filmini izleyenler şu sahneyi hatırlayacaktır; Peygamber mescidinin yerini de zahirde, görünürde Kusvâ belirledi. Temelinde takva, iman, teslimiyet olan, Yesrib’i medenî kılacak, Medine yapacak mescidin yeri bu şekilde tayin edildi.
Derin ve gerçek mümin, mescidin yerini kimin belirlediğini idrak etmek, anlamak zorunda…
Medine’de yaşanmaya değer hayatın bütün ölçülerini; iman, ibadet, ahlâk, temizlik, iktisat, ziraat, ordu, eğitim, aile, komşuluk ve hayata dair her ne varsa inşa edecek olan nesil, o mescitte yetiştirildi.
Anlıyoruz ki neslin, beşeriyetin ihyası, inşasıyla birlikte, belki de neslin, beşeriyetin ihyasından, inşasından önce maddenin, dünyanın imarına ehemmiyet verildi.
İnsanlığın atası, babamız Âdem peygamber dünyaya indirildiğinde, O’na da ilk olarak Kâbe’nin inşası emredilmişti.
Dünyayı imar, mahlûkların en şereflisi insanın, vahye muhatap insanın, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya ve hemen ölecekmiş gibi âhirete memur insanın, hak ve vazifesidir.
Bugün, diğerlerinin güneşini yok etmek hırsıyla birbirinin sırtına binmiş ve altta kalanın canı çıksın misali yükselen, modernlik adı altında sıkıştırıldığımız apartman ve gökdelenleriyle, en verimli tarım arazileri üzerinde inşa edilen, suyu, toprağı, gıdayı ve soluduğumuz havayı kirleten sanayi tesisleriyle, ağacı, ormanı, denizi yok etme pahasına dikilen otelleri, tatil siteleri ve daha neleriyle dünyayı imar değil ifsat ediyorsak, bu insanın kendisine tanınan hakkı suiistimal ettiğinin ve vazifesini idrak edemediğinin delilidir.
İnsan, güneşin doğduğu topraklardan, son ışığının görüldüğü coğrafyaya kadar, tek metrekaresini, tek zerresini ihmal etmeden dünyasını Kâbe’ye, Kâbe’nin temsil ettiği mânâya göre inşa ve imar etmeliydi. Küfürde kalan kısmına hak vermemekle birlikte onları anladığımızı farz edelim; en azından İslâm’la şereflenen kısmı, mezarlıklarında ölülerinin yüzünü döndürdüğü istikâmete, asıl hayattayken dönmeli ve yaşanmaya değer hayatın her alanını o istikâmete göre tanzim etmeliydi.
Olmadı.
Dergimizin sahibi Ali Erdal’ın, Üstadın Veliler Ordusundan 333 isimli eserini değerlendirdiği konuşmasında dikkat çektiği şu ölçüye muhtacız;
Sözün sahibi Hicrî yedinci asırda yaşamış bir büyük, bir velî; Ebülmekârim (Alâüddevle)…
“Allah bu yeryüzünü ve istihsal sahalarını hikmetle yaratmıştır; mamur, semereli ve faydalı kılınması hikmetiyle… Eğer halk dünya mamurluğundan ne fayda erişeceğini ve yeryüzünü kupkuru bırakmaktan ne günah doğacağını bilseydi, gayesini ve vücut hikmetini tamamiyle anlamış olurdu. Toprağından bin batman mahsul çıkacak bir insan, eğer ihmal ve isteksizlik yüzünden dokuz yüz batman mal elde edecek olur ve aradaki yüz batman fark insanların istifadesinden uzak kalırsa biliriz ki, bunun hesabı kendisinden sorulacaktır. İnsanların faydasına sarfedecek bir vaziyeti bulunduğu halde bundan kaçan yeryüzünün ümranında pay sahibi olmak istemeyen ve üstelik bunun ismini, dünyayı terk, züht ve takva koyan insan, şeytandan başka kimseye tâbi değildir.”
İnanan adam, şartların, konjenktürün, zamanın, mekânın esiri olmaz, olamaz. O, her hâl ve şartın üzerine çıkar, inandığı doğruları hayata hâkim kılar. Bugüne kadar olmaması, bundan sonra olmayacağını, böyle sürüp gideceğini göstermez. “İki gününü eş geçiren aldanmıştır” ve “İşini iyi, güzel ve doğru yapanı Allah sever” hadisleri ve “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya, hemen ölecekmiş gibi âhiret” ölçüleri mademki kıyamete kadar var olacaktır, bir gün bu ölçüleri tatbik edecek bir nesil gelir. Ve dünyanın da âhiretin de hakkını teslim eder.
|