Necip Fazyl’yn poetikasy-Mehmet Niyazi Sayı:
44 - Nisan / Haziran 2005
(Zaman; 06.06.2005)
Doğumunun yüzüncü yılını bugünlerde kutladığımız rahmetli Necip Fazıl’ı ancak Baudelaire, Rimbaud, Hölderlin, Kleist’la mukayese edersek dünya şiirinde yerine oturtabiliriz. Hemen belirtmek gerekir ki bu büyük sanatkarların birbirlerini çağrıştırmaları sadece şiir dehaları itibarıyladır; yoksa hayatı değerlendirmeleri bakımından aralarında dünyalar kadar fark var.
Mesela şiirlere çok konu olan şehvet objesini ele alırsak, telakki farklarını net bir şekilde görürüz. Baudelaire’de karşı cins aşkı hemen hemen her şeydir; tutkuların karşılık bularak dindirileceğine inanır; doyuma ulaşıldı mı da “Bu muydu?” denilerek pişmanlık duyulur. Pişmanlık da tutkunun yeniden alevlenmesine kadar sürer. Necip Fazıl’da ise bu gibi tutkular insanı dünyaya bağlayan prangalardır. Bunlardan kurtulmakla kişi yüceleşir; gerçeğe ermenin biricik yolu buradan geçer. Birisi tatminin, yani hüsranın; diğeri ise kurtulmanın, yani yücelmenin peşindedir. Dünya görüşleri taban tabana zıt bulunan bu iki dahiyi nasıl aynı görebiliriz? Bir de Necip Fazıl’ın değerini düşürmek gayretiyle Baudelaire’i taklit ettiği kulaktan kulağa fısıldanmaktadır. Her sanatkar kendinden öncekilerden faydalanır; kimilerini de beğenir. Necip Fazıl da hiç çekinmeden Baudelaire’i beğendiğini yazıyor. Fakat aralarındaki telakki ayrılığından dolayı Baudelaire’i taklit etmesine imkan yoktur. Sonra Necip Fazıl şiir kabiliyetine alabildiğine güvenen bir sanatkardır; böyle kendisine güvenen bir insanın başkasını taklit etmesini düşünmek abesle iştigaldir.
Mayaları şiirle karılmış bu dört dahiden Necip Fazıl’ın hayatı bambaşka bir seyir takip etti. Çılgınca bir hayat süren Baudelaire henüz yirmi dört yaşındayken vesayet altına alındı. Olağanüstü yetenekli, aynı zamanda asi bir çocuk olan Rimbaud on dokuz yaşında şiiri bıraktı; başıboş bir hayat sürmeye başladı. Adeta dünyaya sığmaz hale geldi; Afrika’da, Yemen’de, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde dolaştı. Zengin olmak hayallerinin peşinde koşarken sarkom hastalığına yakalandı ve öldü. Hölderlin daha genç yaşta akli dengesini kaybetti. Tübingen’deki marangoz Zimmer’in yanına yerleştirildi. Ölünceye kadar orada ruhi sıkıntılar içinde yaşadı. Kleist ise genç yaşta Ren nehrinin kenarında intihar etti; Henritte Vogel adında genç bir hanımı da peşinden sürükledi. Bu dört büyük muzdaripten farklı olarak Necip Fazıl o yılanlı kuyudan “Kurtarıcım” dediği merhum Abdülhakim Arvasi’nin delaletiyle sarıldığı iman urganıyla çıktı. Başını koyduğu gayeye layık bir hayat sürdü; bazen kalabalıkları aydınlatırken coştu, bazen zindanlarda azap çekerken idealine bir adım daha yaklaşmakla kendisini teselli etti. Süngülerin arasında giderken de davasına yakışan bir vakarla başını dik tutup çevresine moral verdi. Ardında bıraktığı yetmiş dokuz yıllık hayatı nice inanmış yiğitlerin gıpta edeceği kadar şanlı ve dolu oldu.
Kendi hayatında önemini idrak ettiği iman, kanaatince fert için olduğu kadar, cemiyet için de lüzumludur. Poetikasını bu anlayışla ördü: “Ben şiiri her türlü hasis gayenin üstünde doğrudan doğruya kendi zat gayesine -sanat için sanat- fakat kendi zat gayesinin sırrıyla da Allah’a ve Allah davasını topluma -cemiyet için sanat- bağlı kabul etmişim.” Şiirin gayesini de mutlak hakikatı aramak olarak ifade ediyor. Kendisini vasıflandırırken “Beni de Allah ve Peygamber divanesi olarak hatırlayın.” diyen bir sanatkârın poetikasını bir başka konuda düşünmek mümkün mü? Bunun için de takip edilmesi gereken usulü şöyle izah ediyor: “Mutlak hakikati aramaya doğru müşahhas tezahür gergefinde tecrit ve terkiplerin en girift ve muhteşemlerini örgüleştirerek kah onları bütün düğümlerinden çözerek ve kah yepyeni düğümlere bağlayarak, idraki tek an içinde eşya ve hadiselerin maverasına sıçratabilmektir.”
POETİKA’dan
(Çile’den)
Bizce şiir, mutlak hakikati arama işidir. Eşya ve hadiselerin, bütün mantık yasaklarına rağmen en mahrem, en mahcup, en nazik ve en hassas nahiyesini tutarak ve nisbetlerini bularak mutlak hakikati arama işi...
Nebatlaşmaya doğru giden cemad, hayvanlaşmaya doğru giden nebat, insanoğluna giden hayvan, en sonra da kendisini aşmaya doğru giden insanın, hulâsa bütün âlemin;akan su, uçan kuş ve düşünen insanla beraber, bilerek veya bilmeyerek cezbesine sürüklendiği mutlak hakikati aramak yolunda, çocukça, cambazca ve kahramanca bir usul... Sırdaşlık ve lâubalilikte en verimli ve en pervasız, kaba fayda ve kuru akılda da en boynu bükük ve en korkak cehd ve onun usûlü...
Şiir, mutlak hakikati aramakta, fevkalâde sarp ve dolambaçlı, fakat kestirme ve imtiyazlı keçi yoludur. Oradan kalabalıklar değil, gözcüler, işaret memurları ve kılavuzlar geçer. Şiir söyleyen, onu gerçek söyleyen, kılavuzdur...
Mutlak hakikat Allah’tır.
Ve şiirin, ister O’na inanan ve inanmayan elinde, ister bilerek ve ister bilmeyerek, O’nu aramaktan başka vazifesi yoktur.
Şiir, Allah’ı sır ve güzellik yolundan arama işidir.
|