“DERİN DEVLET” DERİN MİLLETE KARŞI Haceloğlu Sayı:
44 - Nisan / Haziran 2004
Batılı bir müzik eseri, bir âletten çıkan hafif ve yumuşak bir melodi ile başlıyor ve buna birer ikişer yeni melodiler ve sazların katılması ile devam ediyor. Ses yavaş yavaş yükselirken, ritim belirli hale geliyor. Sanki uzaklardan ana yol üzerindeki bir topluluk, yan caddelerden ve sokaklardan katılanlarla yaklaşıyor. Evlerden dışarı fırlayanlar da onlara katılıyor ve orkestra sizin bulunduğumuz yere geliyor. Evinizin, sokağınızın, mahallenizin hattâ beldenizin tek hâkimi oluyor. Artık deniz üstünde bir ceviz kabuğusunuz; siz dâhil herkes, icranın içindedir…
Bizdeki başörtüsü düşmanlarının umumî stratejisi buna benziyor.
Başörtüsü düşmanlığı, bir üniversite rektörünün kaprisi gibi başladı. Daha doğrusu bazı çevrelerde zaten vardı, fakat bu kadar saldırgan ve katı değildi, ferdî nefret ve tiksintiden ibaretti. İlim çilesi çekmektense “intihal” (başkasının eserini kendi eseri gibi gösterme) ucuzculuğunu tercih buyuran bir rektör, başörtüsü yasağını, kendisine aslî görev yaptı. Zamanla rektörlük görevinin sadece bu olduğu âdetâ söylenmeden ilân edildi ve kabul ettirildi…
Nihayet fanatik bir kişi, bir zaman sonra oyuncağından bıkan çocuk gibi vazgeçer diye düşünüldü, başlangıçta. Adı “olgun” mânâsına gelen; Amerikalı bir ilim adamının eserini tercüme edip (belki de ettirip) kendi eseri gibi üstüne ismini yazarak neşreden, hırsızlığı ayyuka çıkınca, haksız ve kanunsuz uygulamasının en azgın zamanında, inadına âlet ettiği canım mevkiinden mecburen koparılan Bay Rektör’ün ilim dışı “alemdarlığına” başkaların da katıldı. Kısa zamanda bulaşıcı bir hastalık gibi diğer okullara sıçradı. İmam Hatiplere tebelleş oldu. Aynı stratejinin devamı olarak, önceleri Kur’ân ve din dersleri dışında başlarını açmaya mecbur edilen İmam Hatipli kız öğrenciler, sonra bu derslerde bile, başlarını açmaya mecbur edildiler. Şimdilerde okul bahçesinde bile başörtüsü yasağı uygulanmasından söz ediliyor. Yerden mantar biter gibi yasakçı mevkiler arttı; intihal pişkini rektöre; okul müdürleri, kaymakamlar, valiler katıldı; bunların sayıları da o nisbette arttı. Başbakan ağzı ile başını örtmek “suçunu” Meclis’te işlemek “hainliğini” gösteren bir milletvekili hanımın “haddinin bildirilmesi” gerektiği marazî bir hırçınlıkla haykırıldı. Başörtülüleri okula almamakla başlayan yobazlık; Meclis’ten başörtülü milletvekilini atmaya, daha sonra da başörtülü hanımları aday adayı bile yaptırmayacak kadar güçlü bir terör iklimi, sadece İslâm’a değil, devlet çarkını döndüren “ilkelere” aykırı olarak, meydana getirildi. Başörtülü milletvekilini Meclis’e getiren işgüzarlar, onu yalnız bıraktılar; yanlış taktikleri ve beceriksizlikleri yüzünden onu koruyamadılar. Onların suskunluğu, başörtüsü düşmanlarının gözükara uygulamaları, Meclis’e ve devletin yüksek kademelerine başörtülü olarak girmeyi istemenin bile suç olduğu “imajının” haksız yere hâkim kıldı.
Ülkedeki her güzelliği çirkinleştiren, tıkır tıkır işleyen müesseseleri lâçkalaştıran, doğruları saptıran, her kötülüğü azdıran, her iyi şeyi yok eden, çevresine hastalık saçan uzaydan gelmiş “nerede görülürse öldürülmesi” şart zararlı yaratık muamelesi, başörtülülere karşı, intihalci rektörün elinden ve dilinden yetkili, etkili ve güçlü makam ve kişilere doğru sistemli olarak hem arttı, hem şiddetlendi, hem de kararlı bir şekilde ülkenin her tarafına yayıldı. Okul birincisi bile olsalar, gözlerinin yaşına bakmaksızın, okumaktan başka bir isteği olmayan, ince ve zayıf sesleri ile arzularını ifadeden başka bir şeye güçleri yetmeyen zavallı kızlar; 30 kişiyi öldürmüş “Ada Kralı”ndan daha tehlikeli, pırasa doğrar gibi insan kesmiş bilmem nere kasabından daha zalim bir canavar muamelesine maruz bırakıldılar… “Başörtüsü sorunu”ndan gayri hiçbir derdi olmayan ve tıkır tıkır işleyen “mevcut düzeni” değiştirerek “ortaçağ karanlığına itecek Şeriat devleti” kuracak potansiyel tehlike görülerek, sadece başlarını örtmek gibi en tabiî ve masum bir hakkı kullandıkları için, tarihte benzeri görülmemiş bir linçe tabi tutuldular… Doğru mudur, yanlış mıdır demeden, doğruysa sebebini araştırmadan yıllardır “kızlarını okutmuyor” diye “cahil milleti” fırçalayan “halka rağmen halk için”ci, “ilerici ve demokrat” zihniyet, sadece başlarını örttüğü için “Öz yurdunda garip, öz vatanında parya” muamelesine tabi tutularak bu kızların bir kısmını evlerinde iç çekerek ağlamaya, bir kısmını tükürdüklerini yalayarak başlarını açmaya, bir kısmını da yurt dışında çare aramaya mahkûm etti.
Yavaş yavaş çıkan bir gazın uyuyanları, sessiz sedasız öldürmesi gibi iyi plânlanmış ve sahneye konmuş, kanunla, fikirle ve estetikle tamamen alâkasız olarak sadece gözükara bir strateji becerisi ile muhtemel tepkiler kırıldı. “Bu rektörler, bir gün gelecek karşınızda selâm duracak” diyerek ümit veren ağızlar tıkandı; “erkekçe” meseleyi kesin olarak “Meclis’te çözecek” eller bağlandı. Firavun’un, Nemrut’un bile yapmadığı, yapmayı akıl edemediği veya onların bile bu kadarına tenezzül etmediği bu zulmü yapanlara; yolsuzluklar da yapsalar, görevlerini de aksatsalar, ilmî kariyerleri sıfırın altında da olsa, kimsenin gücü yetmedi. Hattâ gözükara uygulamaları, bütün suçlarını “örten” bir “dokunulmazlık” zırhı kazandırdı, “irtica” karşısında “sıradağlar gibi” duran bu aslanlara…
Başka tarzda ortaya çıkacak olsa bir kaşık suda –tarihte görüldüğü gibi- boğulabilecekken, kadınlarının yüzde doksan bilmem kaçı başörtülü ve erkeklerinin bu nisbetten fazlası da örtüye taraftar olanların, hattâ örtünmeyen karısını dövmeye ve boşamaya kadar işi ileri götürenlerin memleketinde başörtüsü düşmanları, Ali kıran baş kesen oldular. Fikir, hak, kanun ve estetik seviye hakkıyla ve kanun, yönetmeli, usul ve erkân yoluyla değil; sadece bir strateji becerisi ile… Yıllardır direnci kırılmış bir topluluğa karşı, fikir yoluyla değil, gözükara bir “operasyonla”; “ikna odaları” yöntemi, “yassah hemşerim!” kabalığı ve “başını açmayana şeker yok” tehditleri ile âdetâ cephe savaşı kazanıldı. Öyle ki başörtülü hanımların ve gerekirse cinayet işleyecek kadar başörtüsünden yana olan erkeklerin reyleri sayesinde anayasayı değiştirecek bir çoğunlukla, çoğunun hanımı başörtülü olan milletvekillerini Meclis’e doldurduğu halde millet; bu en üstün “referandum”a ve başörtüsü düşmanlarının karşısına eşi başörtülü milletvekillerini dikmek gibi harika “stratejiye” rağmen bu konuda “iktidar” olamadı. Halbuki millet, bu güruha karşı, bir “strateji” dehasıyla, demokratik bir mukabelede bulundu. Başörtülüleri gönderip kurbağaları ürkütmek yerin, hanımı başörtülüleri Meclis’e gönderdi. Başörtüsüne kırmızı görmüş boğalar gibi saldıranların tepesindeki kişiye “haddini bildirdi” ve partisini tuzla buz etti; “Dışarı!.. Dışarı!..” amigolarını “dışarı” attı. Başörtülü milletvekilini korumayanları, “erkekçe” karşı çıkamayanları, sükûtlarıyla karşı cephede yer alanları çöpe attı ve hanımları başörtülü olanları ve başörtüsüne taraftar olanları Meclis’e doldurdu. Böyle bir Meclis’e dayalı, yine hanımları başörtülü, her biri sahasında birer değer millet temsilcilerinden kurulu hükümet; bu konuyu değil halletmek, açmaya bile cesaret edemedi. Bir başkasının gündeme getirmesinden bile ödü koptu. Böylece hükümet, farkında olmadan ve maksadı asla bu olmadığı halde, zulmü meşru kabul etmiş gibi oldu.
Derin, asîl ve basiretli milletin “Osmanlı tokadı”ndan sonra bile “Kamusal alanda başörtüsü istemezük!” çığlıkları karşısında ne çoğunluk olmak, ne Meclis Başkanlığı’nı basiretle akıllıca ve basiretle yürütmek, ne “Kasımpaşalı” fakir babası olmak, ne de “Kayserili zekâsı” kâr etti. Eşlerinin davet edilmeye lâyık olmadığı herkesin gözü önünde, hem de isimlerine gönderilmiş “allı pullu” davetiyelerle açıkça ifadelerine karşı, birkaç cesur (!) milletvekilinin protestosu dışında sessiz kalındı. Hareket ve hakaret sineye çekildi; üstelik bunun en basiretli politika olduğunda, oturup konuşmaya ve karar almaya lüzum bile görmeden, -yine maksat bu olmadığı halde- ittifak edildi.
Halbuki ortada iddia edildiği gibi “başörtüsü sorunu” yok… Bunu iddia sahipleri bile biliyor. Sadece haksız ve kanunsuz bir yasağı gözükara uygulayanlar var. İş onlara haddini bildirmekten, haksızlığa âlet ettikleri mevkilerinden uzaklaştırmaktan, mevcut kanunlara göre mümkün olmayanlar için kanunî imkânları hazırlamaktan ibaret. Benzer şartlarda fert olarak, yetmiş milyondan kimin başına gelse, neyin “temizleyeceği” malûm olan hareketler ve hakaretler karşısında, başta başörtüsü zalimlerine “hadlerini bildirmek”, zulümlerine âlet ettikleri mevkilerini başlarına çalmak olmak üzere bütün meseleleri çözmesi için milletin görev havale ettiği, dalları bastı kiraz misali yetki verdiği “Cesur Yürek”, mahzun, mahcup ve mükedder “bu hareketi millete havale ediyorum” diyebildi sadece. Böylece zulüm, haklı bir kuvvetin duruma hâkim olması payesini kazandı. Kimse, yahu millet sana havale ettiği için o mevkidesin demeye cesaret edemedi.
İntihalci fikir çilesine uzak olduğu için yobazlığının da mevsimlik nezle gibi geçici olacağı sanıldı. Patlayan üç-baş maytabın, çıtırdayan beş-on kibritin bütün şehrin cayır cayır yandığını zannettirmesi gibi bu yolda etkili üç-beş beyanat, başörtüsü aleyhtarlığının her yeri sardığını zannettirdi. Sivrisinek vızıltısı, üç-beş mikrofon sayesinde gök gürültüsünden baskın oldu. Öyle anlaşılıyor ki, bundan sonra Avrupa ve Amerika’da da; insan hakları, inançlara saygı sakızları ağızlardan atılacak ve aynı iklim, oraları da saracak. Bunun bir adım ötesi, sokakları ve evlerin içini bile “kamusal alan” ilân ederek, başörtülüler memleketinde başörtülülere ve başörtüsüne taraf olduğunu beyana cesaret edenlere “tamusal alan” haline getirmek olacak (tamu: cehennem).
KİM(LER) BUNLAR?
Kim(ler) bunlar?..
Bütün ülkeyi havaya uçuracak bir tehlikeyi gören yüksek kapasiteli bir gözlemci ve fikir adamının tespiti ve çığlığından sonra, haklı bir davayı savundukları için başlangıçta bütün vatandaşların tepkisini göze alan, sonra da haklılık ortay çıkınca çığ gibi kabaran ve bütün vatandaşları kapsamaya doğru giden bir “basiretli insanlar hareketi” ile mi karşı karşıyayız; küçük fakat güçlü bir kliğin, “toplum mühendisliği operasyonu” ile mi?
Bir referandum yapılsa, yüzde yüze yakın başörtüsü yasağını lânetleyen bir sonuç çıkacağı muhakkak olan bir ülkede, bu sorunun cevabını vermeye lüzum mu var? Hem haklı olan ve fikre dayanan, sadece strateji başarısına tenezzül eder mi? Yasak demekle yetinir mi? Sebebini makul, sakin, kendinden emin bir şekilde ve her şeyden önemlisi, zararı göremeyenlere merhametle açıklamaz mı? Yasakçıların bile kızları değilse eşleri, eşleri değilse anneleri, anneleri değilse mutlaka nineleri başörtülü olan bir ülkede, kimler, kime güvenerek 70 milyonu (yurt dışındakiler, diğer Türk devletlerinin halkı ve İslâm dünyası da cabası) karşısına almaya, hem de açıklama yapmaya bile lüzum görmeden karşısına almaya cesaret edebilmiştir?
Önceleri kulaklara fısıldanırken, şimdi en çok seyredilen dizilerde herkese kendini “umudumuz Karaoğlan” misali alkışlattıran ve artık açıkça telâffuz edilen, resmî ağızların bile ifadeden çekinmediği “derin devlet” mi?
Her meselede kolay bir izah olarak herkesin dilinde yer alan “dış güçler” mi?.. Eğer öyleyse hangileri?
Etkililerin ve yetkililerin kişiliklerini esir alıp, bedenlerinin kullanan uzaylı işgalciler mi?..
Bunun sonunda, “şimdi başörtüsünü emreden ruh kökünü terk et!” emri de gelecekse, yani “başını aç!” bir ikazsa, ikazlarını topuktan vurarak yapan, dinlemezlerse öldüren, ikazını topuktan değil, baştan yapacak kadar gözükara “mafya” mı? Türk kabadayılık geleneği ve “delikanlılık” bunu imkânsız kılacağına, hattâ “başını aç” diyenin “başına sıkacağına” göre, bizimkileri imha ettikten sonra yer altından yer üstüne çıkmanın zamanının geldiğini düşünmüş “Sicilya Mafyası” mı?
Kaba ayaklarıyla İslâm dünyasını kirleten Rambo mu?
Her yerde hattâ memleketimizdeki cenaze töreninde bile giyildiği halde kimsenin karşı çıkmadığı, çıkamadığı “kippa” mı?
Hepsi birlikte mi?..
Hiç biri değil de, bizim görüş alanımızın dışında bir güç mü?
Fesüphanallah!..
Niye kim(ler) olduğu üzerinde duruyoruz ki?
Bu bizim görevimiz mi?
“Derin” veya aşikâr, yer altında veya yer üstünde, dış veya iç; “iktidarına” hiçbir rakibi ve alternatifi olmaması gereken, bağımsızlığın timsali ve garantisi devletin görevi bu… İdare tarzımız olduğu rivayet edilen “demokrasi” icabı, inanmayı teminat altında tuttuğu söylenen “lâiklik” gereği, devlet mekanizmasını işleten “ilkeler” sebebiyle bunun cevabını vermek devletin görevi… Böyle bir yasak gerekiyorsa bunu; kanunu varsa uygulayarak, yoksa çıkararak, sebebini izah ederek, usule, edebe ve erkâna uygun olarak, zulümle değil, merhametle yapması gereken devletin görevi…
Kim veya kimler olduğunu ve bunu nasıl becerdiklerini söylemek değil ama bu hareketi, kim yaparsa yapsın tahlil etmek, maksatlarını söylemek, fikir yoluyla mücadele etmek, kalem erbabına düşer.
Bir klik; haksız olara, kanunsuz olar, usule, anlayışa, idrake, izana, edebe, inceliğe, estetiğe ve güzelliğe aykırı olarak şunu kabul ettirmek istiyor:
Patron millet değil biziz! Biz yasak demişsek, yasaktır! Başlar örtülecekse, bizim vereceğimiz izinle örtülür. Bu memlekette bizim borumuz öter; bu örtülü veya örtüsüz, şapkalı veya şapkasız bütün kafalara dank etsin artık! Herkesi şaşkınlık narkozu altına alarak, stratejisini adım adım başarıyla uygulamayı beceren klik; “kayıtsız şartsız hâkimiyeti elinde tutmak” hakkına sahip millete; onun seçimle görev verdiği Meclis’e, ona dayalı hükümete, idare mekanizmasına yani devlete karşı, kelime dışı yolla, kanunsuzluğu gözükara uygulayarak, bunu söylüyor. Dünya kurulduğu günden beri Firavunlar ve Nemrutlar’da bile görülmeyen, hiçbir inanış, idare sistemi ve fikir ekolünün baş vurmadığı, haksız, kanunsuz ve kaba bir yasakla, verilen mesaj bu… Milletin başından, “İslâm’ın emri de olsa yasaktır!” demeye getirmek için başörtüsü; ve devletin elinden hâkimiyet hakkı alınmak isteniyor.
Derin milletin; sözünde durmayanlar, sözünün eri olmayanlara, açık veya gizli başörtüsüne hakarete kalkışanlara vurduğu “Osmanlı tokadı”ndan ibret almak herkesin menfaatine olacaktır. Taktik ve strateji dışında bir dayanağı olmayanların, bunda ne kadar üstün olurlarsa olsunlar ve ne kadar güçleri olursa olsun, eninde sonunda burunları sürtecektir. Zira “haklı olandan güçlü yoktur”!
|