Derviş ve namaz Sayı:
66 - Ekim / Aralık 2010
Derviş, cübbesinin eteklerini tutarak, yavaşça kalktı yerinden. Huzuru soluklayan yüreği dinlenmişti bu dergâhta.
Hayatının tüm demlerinde şek ve şüpheler kördüğümün tam ortasındaydı. Ne çözebiliyordu ne de kaçıp kurtulabiliyordu onlardan. Tüm yapabildiği her gün daha da bir düğümlenen fikriyle ince ince tükenmekti. Bir dostu sayesinde gitmiş olduğu camide tanışmış olduğu nur yüzlü müridi onun bu düğümlerini çözmemiş, nazar kılıcıyla ortadan ikiye bölüvermişti sanki. Camide önünde geçerken ne de dev gibi gelmişti gözüne, neredeyse dizlerinin titremesiyle fark ettiği baygınlığa esir olup serilecekti yere. Ama o kendini tutmuş ve doya doya bakmıştı yüzüne, yudumlamıştı gözleri o nuru.
İşte şimdi kalmış olduğu yerden müezzinin ezanına doğru atıyordu adımlarını. Birazdan efendi hazretleri gelecek ve namazı kıldırtacaktı. Dergâhın tam ortasında açık alanda kılınıyordu namaz. Herkes orada cemaatin sırrına eriyor ve efendi hazretlerinin imamlığında buluyorlardı miraçlarını. Dergâhın dışından yükselen ve dergâha doğru eğilen yaşlı bir çınarın dalları kuşlarla doluydu. Öyle sakin ve öyle hareketsiz duruyorlardı ki görenler ağacın meyveleri sanırdı onları.
Herkes sünnet namazını eda etmiş ve müezzinin kamet okuyuşunu dinliyorlardı. Her okuyuşta tebliğin gür sedası her kulak sahibine öyle tatlı ulaşıyordu ki, rüzgârın ağaçlara söylettiği musikiyle tamama eriyordu. Ağacın dallarındaki kuşlar kendilerinden geçmiş Mevlevîler gibi rüzgârın salladığı dallarda bir o yana bir bu yana gidip geliyorlardı.
Müezzin kameti bitirmiş ve şeyh hazretleri cübbesinin de vermiş olduğu o muhteşem heybetiyle ayaklanmıştı. O zamana kadar sessizce bekleşen kuşlar birden cezbeye tutulmuş dervişler gibi hep bir ağızdan bağrışmaya ve oldukları yerde kanat çırpmaya başlamışlardı. Şeyh hazretlerinin kaşları çatmış ve yerden almış oldukları bir avuç toprağı üzerlerine savurmuştu. Aklıma nedense bir hadis takılıverdi o anda: sizi övenlerin yüzüne toprak saçın.
Artık namaz başlamış ve hepimiz gökyüzünde “v” şeklinde uçan leylekler gibi salıvermiştik sonsuzluğun kollarına kendimizi. Her okunan Kur'ân kelâmı kulaklarımdan yüreğime usulca akıyor, akarken de geçtiği yolları kirlerinden, paslarından arındırıyordu. Ne lâhutî bir âlemdi bu. Rükûda saygıyı hissediyor, secdede kulluğa eriyordum. Uzatsam elimi yakalayacak gibi oluyordum. Artık zaman yoktu, mekân yerle bir. Duygular sükûna ermişti, fikir kendine gelmişti. Artık yerimde yeller esiyordu…
Müezzinin soluğu beni kendime getirdiğinde şeyhimin karşısındaydım. Tam bana bakıyordu. Bakışları öyle babacandı ki. İçimi okuyordu nazarları.
Tesbihat bitiminde sadece onun gözleri vardı hayalimde. Yakmıştı yüreğimi. Usulca, edeb içinde yaklaştım kendisine. Başım öndeydi, gözlerim yerlerin en dibindeydi. Şefkatli bir yumuşaklıkla dokundu omzuma. Başımı kaldırmamı istedi. O derinlerden derin gözleri parladı yüzümde. Sonra gül kokulu ağızdan kopan bir iki cümle. “Ben namazda RABBİM'e yönelirim; O'nun iltifatına alışmışımdır. Gayrısın iltifatını istemem.”
|