“Orda bir köy var uzakta” Faruk Şahin Sayı:
68 - Nisan / Haziran 2011
“Orda bir köy var, uzakta
O köy bizim köyümüzdür.
Gezmesek de, tozmasak da
O köy bizim köyümüzdür.”
Ahmet Kutsi Tecer tarafından yazılan şiir 1950'li yıllarda Münir Ceyhan tarafından bestelenerek günümüze kadar gelmiş sevilen bir şarkıdır. Bu şarkı, bu yıllarda, kentsel kargaşanın içerisinde yaşam mücadelesi vermeye çalışan insanlarda ve memleketinin taşına toprağına sevdalı tüm yurttaşlarda derin hisler uyandıran bir ezgiydi.
Şarkıyı çocukluk devremin geçtiği 1970'li yıllarda tanıdım. Ve çok sevdim… Bu melodi bende değişik hisler uyandırıyor ne zaman radyoda çalmaya başlasa şarkıcıya eşlik ediyordum. Babam bu şarkıya olan ilgime karşılık evdeki teybimize bir pikap almıştı. Artık radyoda şarkı çıksın diye beklemiyor ne zaman canım isterse pikabı teybe takıyor ve dinliyordum… Şimdi ne pikap ne de teyp kaldı elimizde
Babam tatillerde bizi, İstanbul'un yoğunluğundan biraz olsun kurtarabilmek için köyümüze götürürdü. Benim için köyümüz dağı, ovası, ağacıyla şehrin dağdağasından sonraki en iyi dinlence yeriydi. Orada kendimi özgür hisseder, İstanbul'daki evimizin sıcaklığını köyün her yerinde yaşardım. İşte şairin dizelerinde özlemini duyduğu “uzaklardaki köy” burasıydı…
Köyün Muhtarı tüm sevecenliği ve görgüsüyle Nalbant Mustafa idi. Nalbant Mustafa babamın dayısıydı. Ben ona dayı der kendi öz dayım kadar severdim. Mustafa Dayım Muhtarlığın yanında köyün nalbantlık işlerini de görürdü. Bu işlerden kalan zamanlarında ise koyunlarını otlatmaya götürürdü. Onların evi ve yaşamlarındaki doğallık insanın içini rahatlatıyor ayrıca yaşama daha pozitif bakmasını sağlıyordu.
Köyde bulunduğum zamanlarda dayımla beraber koyun otlatmaya gider, dayımın hanımı Fadime yengeme ev işlerinde yardım ederdim. Bir keresinde kuluçkaya yatan tavukları seveyim derken, tavuğun içgüdüsel olarak, bana saldırmasıyla yengemin şalvarına yapışışımı asla unutamam. Sanırım asıl unutamadığım tavuğun saldırışı ya da çocuk ürkekliğiyle şalvara yapışışım değildi… Beni asıl etkileyen yengemin aman dileyene ya da zora düşeni sarmalayan sesiydi.
-Guzum! Anaları bir şey yapacaksın diye saldırıyor; Gorkma…
İşte bu sesleniş o günkü çocuk yüreği için güvende olduğunun ve anne şefkatinin en belirgin timsaliydi. Fadime Yengem kucaklayan, yardıma koşan, köyümün yörük analarından sadece bir tanesiydi.
Köyümde tarlada, harmanda, hasatta kadın - erkek beraber çalışır, kadın erkek arasında kaç - göç yapılmazdı. Hepsi birbirlerinin bacısı, ağabeyleriydi. İlişkiler Anadolu kadar sıcak ve üretkendi. Kadın erkeğinin yanında üretime birebir katılır elinden geleni yapardı. Fadime Yengem de dayımın yanında her işi yapmış, ailesine yardımcı olmuş bir anaydı. Onun ev işlerinin yanında bir işi de bugün sular altında kalmış tarihi Bakraz Köyü'ne yapılacak olan “Baraj” için su seviyesini ölçmekti. Bu görevi muhtara DSİ Yetkileri vermişti. O, sabah ve akşam aynı saatlerde harman deresinin uzantısındaki ölçüm birimine gider gerekli işlemleri yapardı. Benim için en güzel işlerden bir tanesi de yengemle beraber su ölçmeye gitmekti.
Yengem sabah erkenden, horozların ötüşmesiyle kalkar, ilk iş olarak da ölçüm için Harman Deresi'ne giderdi. Her günün akşamında yengemle beraber gitmek için ondan önce kalkacağımı söylerdim… Ancak ne kadar uğraştıysam nafile! Ben gözümü açtığımda yengem çoktan kalkmış, inekleri sağmış, kahvaltı için hazırlıklarını yapmış, sürüyü çoktan çobana teslim etmiş oluyordu.
O zamanlar köy ekmeği yiyemezdim. O bunu hiç unutmaz her onlara gelişimde dayıma muhakkak pazar ekmeğinden aldırırdı. Ekmeğin yanında köyümün mahsullerinden en nadidelerini bizler için sofraya koyardı.
Bal, tereyağı, peynir, pekmez hepsi doğal hepsi kendi köyümden ve hepsi katıksız…
Hemen hemen her yıl, köyümüze gider temiz oksijeni alır ve İstanbul'a öyle gelirdik. Yaşım biraz büyüyünce benim için başka bir eğlence başlamıştı. O Herkesin ekmek parası için çalıştığı şerbetçi otu toplama ve dizimi işiydi. Şerbetçi otu bu bölge insanı için iyi bir geçim kaynağıydı. Köylünün çoğunun şerbetçi otu tarlası vardı. Dikilen uzun direkler, aralarına atılan teller ve kısa zamanda direklerin boyuna çıkan ot, adeta tarlanın tamamına gölgelik oluşturuyordu. Otların toplanma zamanında insanlar öbek öbek oturur herkes bir kök alır ve otları toplamaya çalışırdı. Bazen otlarda çatal çıkardı. Bu bereketin, mahsulün bolluğunun belirtisiydi. Çatalı bulan tarla sahibini haberdar eder ve ondan sakız, şeker benzeri hediyeler alırdı. Tarlalardaki sohbetler ve yapılan çalışmalar benim İstanbul'un dağdağasından sonra bulunmaz bir fırsattı. Ancak ilk zamanlarda otun kokusu başımı ağrıtırdı. Bu durumda her zamanki gibi imdadıma yengem koşardı.
-Guzucum gel! Der ve koyunlardan sağdığı sütü oracıkta bana içirirdi. Bu türden baş ağrılarında sütün iyi geldiğine inanılırdı…
Köyümüz çok kalabalıktı. Köyde yaz kış ikamet eden yaklaşık 350-400 hane bulunuyordu. Bu sayı özellikle yaz aylarında İstanbul gibi kentlerimizde ikamet eden ailelerin köye dönmesiyle 700 haneye ulaşırdı.
Daha önce de belirttiğim gibi köye baraj yapılacak olgusu köyden kentlere göçü tetikledi. Her geçen gün köy nüfusu azaldığı gibi köye gelişim amaçlı ciddi yatırımlar da yapılmaz hale geldi. Köye inşaat yapacak evini tamir edeceklere müsaade edilmedi köye baraj yapılacak sözü kulaktan kulağa yayıldı yayıldı yayıldı…
İşte bu baraj sözünden, bir çivi bile çakamayan köylülerde o eski hava gitti, yerine hiç birşey yapmak istemeyen, güncel kargaşaları kafalarında büyütüp büyük meseleler haline dönüştüren insan havası gelmişti. Köyün üzerinde dolaşmaya başlayan kara bulutlar her dost ziyaretinin, kahve sohbetinin ilk gündemini oluşturur hale gelmişti. Yıllarca birlik içerisinde yaşamış köy çatırdamaya başlamıştı.
Zaman geçiyor, ben de her geçen gün büyüyordum. Bu arada o dereye gidişler değişmişti. Yengem artık gitmiyor kızını gönderiyordu. Yengemin kızı aynı derede aynı ölçümleri yapıyordu. Dayım ve yengem bu ölçümler sayesinde emekli oldular, ancak halen baraj olmamıştı. Baraj konusunda değişen hiçbir şey yokken ölçümcüler sırasıyla değişiyordu.
17-18 yaşlarında İstanbul'dan trene bindiğimizde normalde 6 saatte köye ulaşılabilirdim. 70-80'li yılların demiryolu ağının ve trenlerdeki aksamalar nedeniyle 8-9 saatte köyüme ulaşabilirdim. Köye gitmek bir eziyetti. Ancak köy benim için eziyetin ötesinde anne şefkati ile kucağını açan, bağrına basan bir yerdi.
Bize köyde Hacılar derlerdi. Bazı yaşlılar beni tanımakta zorluk çekerler.
Köyün ihtiyarları:
-Guzum sen kimlerdensin?
Deyince kendi kendime bende bir metot geliştirmiştim; Babamı soranlara kadın ise hala, annemi sorarsa teyze derdim. Ya da ihtiyar bir Erkek sorarsa babamı soranlara amca, annemi soranlara dayı derdim. Köyde herkes mutluydu, ben ise senede 1 ay gelmekle köylülerin hepsini tanıyamamaktan dolayı muzdariptim.
Neyse askerlik zamanım gelmiş askere gitmek için sülüsü Kamil ÇAM almış dayıma iletmişti. Dayımda bize telefon açarak sülüsün onlarda olduğunu söylemişti. İşte benim köye gitmem için bir bahane daha çıkmıştı. Tabi benimle beraber birçok şehrin değişik yerlerinden gelen 70/3 tertipler için de… Söylenene göre bu tertip, köyün en çok asker yollayan devrelerindenmiş.
İki gün köyde asker eğlentisi yapılırdı. Bu eğlentilerde aşırıya kaçmamak şartıyla her şey serbestti. Değişik bahçelerden mısır toplamak, hatta komşunun bahçesinden tavuk almak bile serbestti! Çünkü bunları oranın halkı, sadaka gibi görür, kendilerinden alınmasına kızmazlardı
Köylü askerlere eğlence öncesinden;
-Bizim bahçenin üst tarafındaki mısırlar daha olgun. Oradan alın.
Diye söylerlerdi. Tabi Sülüsümüz elimize alınmış, yerimiz Hatay/Serinyol, sonrada ver elini Hakkâri/Şemdinli… Hiçbir zaman niye buralardayım diye pişmanlık duymadım. Hatay Serinyol'un o zamanlar Alay komutanı babamın arkadaşının abisiydi. Kalmak ister misin dediklerinde ben olmasam oraya başkasını verecekler benim ahlı işlerde işim olmaz demiş ve babacığımın gözlerinden yaşların çıkmasına neden olmuştum. Babamın alnımdan öperek aslan olgum demesi hala benliğimdedir.
Doğuda askerlik bir başkadır, Kardeşinizle paylaşmadığınız sırlarınızı asker arkadaşınızla paylaşırsınız. Ben yazıcıydım. Binbaşıma yalvar yakar 23 kere sınır ötesine ancak gidebilmiştim. Asker arkadaşlarımla yılda bir gün buluşur eski günlerimizi anarız. Son buluşmamıza Kars/Kağızman'dan gelen Ahmet im in sarılması belki birçok kardeşe nasip olmamıştır.
Gelelim köyümüze… Bir zamanlar Nüfus Kütük'ü nü İstanbul'a taşıma furyası vardı. Bunun nedeni ise kimliği kaybolan ya da temiz kâğıdı alacaklar faks için 12 gün beklemek zorunda kalmalarındandı. Ancak ben hiçbir zaman memleketimle bağımın kopmasını istemediğimden ve bunların birer vesile olmasını fırsat bildiğimden kaydımı hiç almayı düşünmedim.
1997 gönlümü bir güzele kaptırdığım yıl…
Annemin oğlum gel aşure hazırladık dediği ve bahaneyle beni çağırdığı ev, eşimin teyzesinin eviydi. Aşure bahanesiyle girdiğim evde yüreğime düşen kor, sorgusuz sualsiz;
-Allah'ın emriyle isteyelim.
Dedirttirdi. Takdiri İlâhî ile eşimle evlendik. Eşim Bayburtlu olmasına rağmen yöremizin yemeklerini, kılık kıyafetini kısacası örf ve adetlerini hiç yadırgamadı. En az Yörük kızlarımız kadar benimsedi. Kına gecelerimizde, dernekler adına yapmış olduğumuz programlarda bizi hiç kırmayarak Yörük elbiselerini giyip İlimizi birçok programda temsil etti.
Bu arada yıllardır söylene söylene kangrene dönüşmüş baraj nihayet tamamlanmıştı. Evler istimlâk edilmiş, yeni evler TOKİ tarafından vatandaşlara satılmıştı. Ancak köyün kamu kullanım alanlarında aksaklıklar söz konusuydu. Cami, okul, yollar ve alt yapı tam manasıyla tamamlanmamıştı.
Babam, Kanal 7. TGRT, TRT televizyonlarında uzun yıllar dekorasyon amirliği yaptıktan sonra ilerleyen yaşını da göz önünde bulundurarak çok sevdiği işini bıraktı. Bir gün evimizi KANAL 7 televizyonundan Uğur ARSLAN aradı. Arslan babama;
-İsmail Hakkı(Şahin) Amca Bilecik temalı bir program yapmak istiyoruz, bizlere yardımcı olur musunuz?
Diye sorması ile babam gerekli birimleri harekete geçmesi için haberdar etti. Bunun üzerine yerel medya ve siyasetinin ilgisi köye çevrildi. Bu çevrilme köyün eksikleri konusunda büyük adımlar atılmasını sağladı. Program Yapımcısı Arslan 2001 Yılında İstanbul Bilecik Kültür Turizm Dernek Başkanı Remzi Yılmaz ile Köy köy dolaştıklarını (Bakraz) Günyurdu köyünde çekim yapılması konusunda gerekli birimleri harekete geçirildiğini de bizlere bildirmişti. Hatta konuyla ilgili Yılmaz R.Tayyip ERDOGAN' a konuyu ileterek bilgi vermişti.
Bunun sonucunda da 2002-2003 yılları arasında köyde Köy evleri, 4 katlı planlanan okul yeri, cami inşaatı başlamıştı. Herkes sevinç içinde idi. Devlet yeni gelen hükümetle köyümüze el atmış hummalı bir yarışa girmişti. Devlet devletliğini yapmıştı ama Müteahhit birçok eksik bırakmış yine köylüyü perişan etmişti… TOKİ caminin kendileri tarafından yapılacağını beyan ettiğini söylese de son yazışmalarımızda kendimiz tarafından yapılması ile ilgili yazılar gelmiştir, yani anlayacağınız yine perişanlık…
Camisiz bir köyün bulunduğunu nasıl insanlara anlatabilirdik. Köylümüz zaman zaman dışarıda zaman zaman başka yerlerde cemaat olmaktaydı. Köyümüzdeki kara bulutlar dağıldı derken yol, okul ve hepsinden önemlisi Cami…
İnsanlar İl Genel Meclis üyeleri olmak üzere, Pazaryeri Belediye Başkanımız, Bilecik Belediye Başkanımız, Valimiz ve Milletvekilimiz Fahrettin POYRAZ'dan Caminin bir an evvel yapılması konusunda yardım istemektedirler.
|