Mutlu günler Buğra Balkan Sayı:
73 - Temmuz / Eylül 2012
Kelimelere çok yabancıyım bugün. Kalbimden geçenleri açıklamamaya yemin etmişler sanki. Kalbimde amansız harpler yaşanırken dilim lal olmuş adeta. Suskunum bugün. Ölümüne suskunluklar, ölümüne çığlıklar…
“Neden böyle oldun?”lara verecek cevabım yok. Yalnızlık yaşıyorum sanırım. Ve bıkmışlık. Sıkkınlık, pişmanlık, geç kalınmışlık… Her şeye geç kaldım galiba. Hayat yaşanırken, en azından birileri bir yerde hayatlarını yaşarken ben mıhlanmışım bir gerçeğe. Ya da gerçek sandığım umutlara. Biliyor musunuz, umutlar tek tek de gitmez sizden. Hepsi bir anda, anlaşmışlar gibi kalkıp giderler arkalarına bakmadan. Çaresiz kalmak acı verse de sana, yüzüne suyu her çarpışında mutluluğu özlediğini fark edersin. Özlediğin mutluluk mudur gerçekten?
Anıları, yaşanmışlıkları özlersin bazen. O kadar gariptir ki bu; yaşarken o anlarda, bir gün muhtaç olursun o zamanlara… Koskoca bir kadının -kendi ayakları üzerinde durabilen, bir bakıma alımlı bir kadının- ufacık anılara muhtaç kalması ne acıdır, bilir misin?
Yakıştıramazsın kendine başlarda. Hayır, hayır bu ben değilim ki, dersin geçmişi kastederek. Kişilik savaşına girersin. Hangisi sensin? Renkler insanları anlatır derler. Her renk bir hayat. Her renk ayrı bir harp…
Sen kıpkırmızı bir harpte çaresiz kaldın. Bırakıldın. Terk edildin. Yalnız bıraktılar seni. Belki güçlü sandılar, belki içindeki güce inandılar. Yapabileceğine, kurtulabileceğine inandılar belki de. Süngüsüz hayatlarda rengârenk bıraktılar seni. Bul bulabilirsen rengini…
Bir rüzgâr eser belki uzaktan eğer şanslıysan. Rüzgâra kapılırsın bazen. Onun etkisi seni öyle bir sarar ki ruhun defalarca çıkar bedeninden. Dalgalara kapılırsın belki sonra. Denizin ihtişamı seni öylesine alır ki içine, sen mutlu olursun başlarda. En azından koruyup kollayan var, en azından dünyanın bir yerinde bir şeyler sarıyor bedenimi dersin. Mutlusundur. Başın dönmeye başlar belki sonra. Sabaha karşı gün doğarken karşında, güneşin ilk ışıklarına karışır kalbindeki harbin. Sağ çıkanın olmadığı bir harp; yıkık, çökmüş bir bedende ne kadar devam edebilirse artık…
Dalgalar boyunu aşar bazen. Sen, denizin derinliklerinde hayat bulmaya çalışırsın. Hep uçlarda yaşarız zaten. Ya en dibi, ya en yukarısı… Arada müthiş bir boşluk var gibi görünse de; cennet ile cehennemi ayıran ipek ipten yapılma sırat köprüsünden farkı yok aslında.
Sonra dalgalar boğazını sıkmaya başlar sinsi sinsi. Senin elinden hiçbir şey gelmez. Kaçamazsın. Gidemezsin. Mahpus kaderine boyun eğersin. Darağaçları imrenir içten içe. Hiçbir darağacı bu kabullenişi görmedi daha önce. Daha önce hiçbir mahkûm böylesine kabullenmedi kaderini…
|