Ağlayınca insan Yasin Aslan Sayı:
74 - Ekim / Aralık 2012
Üniversite ikinci sınıftayken izlemiştim ilk kez “Reis Bey” filmini. Necip Fazıl Kısakürek'in bir eserinden sahneye aktarılan bu filmdeki “Ağlayabilseydiniz anlayabilirdiniz!” mesajı çok etkilemişti beni. Belki de o zamana kadar ağlamanın önemini hiç düşünmemiştim... Evet, bazı şeyleri ağlayamayanların anlaması mümkün değildi. Her gün kahkahalarla yatıp kalkan ve tek başına kaldığında gözyaşı dökmeyen fertlerden oluşan bir toplum, bir süre sonra ne yazık ki gözyaşı dökmek zorunda kalabiliyordu...
Düşünmek, anlamak, konuşmak, susmak... Bütün bu duyguların hamur gibi yoğrulduktan sonra ateşte pişmesidir 'ağlamak'. Başka hiçbir duygu ağlamanın çıktığı zirvelere ulaşamaz. Zirvedekini aşağı indirmeye, kuytudakini ifşa etmeye mecali yetmese bile, en azından ağlayan kişiyi teskin etmeye ve onu umut verici mesut uzaklığa yaklaştırmaya çalışır.
“Benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız” diyen Fahri Kâinat Efendimizin (sav) çağırdığı pınarın adıdır “ağlamak”. 'Ölmeden önce ölünüz' tavsiyesine uymaktır. Sadece cenazelerin ardından dökülecek kadar basit olamaz gözyaşları. Umarsızca atılan kahkahaların peşine takılmış gidiyor insan yığınları.
Hayatın ritmine tempo tutmaktır ağlamak. Biraz kül, biraz duman eşlik ederler bu hüzün dolu ritme. Zaten gökyüzü ağlamazsa, yeryüzü nasıl gülebilir ki... Herkesin anlayacağı dilden bir şey söylemenin en iyi yoludur ağlamak. Esasen bunu en iyi küçük çocuklar bilir. Büyüklerine bir şey yaptırmak istediklerinde en sık başvurdukları yoldur bu ve çoğu zaman da işe yarar. Çoğunlukla masumiyetimizin, kimi zaman haklılığımızın, bazen de pişmanlık ve çaresizliğimizin kefile veya şahide gerek kalmadan en somut göstergesidir ağlamak. Bütün dillerde karşılığı aynıdır; tercümeye gerek duymaz. Bir tarafımızın hep çocuk kalabilmesidir ağlamak; bir başka deyişle hep insan kalmaktır...
Ağlamak çoğu zaman üzüntüyü, bazen de sevinci hatırlatır. Ama ağlamanın göremeyip farkında olamadığımız yönleri de vardır. Bunların en önemlisi de, hata ve günahlarımıza pişman olup Rabbimizden af dileme ve tövbe için dökülen gözyaşıdır. Ancak bu sayede içimizdeki en inatçı lekeler olan haset, kin, şehvet ve öfke gibi kötülükleri temizleyerek huzura kavuşabiliriz.
Kelimelerden umut kestiğimiz zaman ağlamaktan başka tutunacağımız bir dal kalmaz. Çünkü sözcüklerin de tıkanıp kaldığı, belli bir anlamın üzerine çıkamadığı anlar vardır. İşte böyle durumlarda devreye girer gözyaşı. Önce bizi istediğimiz yere götürme gücünü kendinde bulamayan kelimeleri ipe dizer gibi birbiri ardına dizeriz. Sonra da onların birbirine değerken çıkardıkları sesleri kendimiz için ağlamak biliriz. Hatta bazen ağlamayla gülmenin kısa devre yapıp birbirine karıştığına bile şahit oluruz. Yanaklardaki gamzeler bir yanıp bir sönerler dökülen gözyaşlarına alkış tutarcasına...
“Doğunca biz bize ağlarız, ölünce başkası bize ağlar.” diye bir söz okumuştum. Her ne kadar başkası için görünse de, insanoğlu aslında hayatı boyunca hep kendisi için ağlar. Geçmişteki hatalarına, yanlışlarına, pişmanlıklarına, günahlarına... Ağlamak için bazen bir mağazada duyduğu şarkının sözleri bile yeterlidir kimi zaman. Zira ağlamanın yeri, zamanı, yaşı, cinsiyeti yoktur. “Bilmek ağlatır, bilmemek aldatır.” derler. Çünkü ağlamak içinde bilmeyi de saklar. Bilmeyen, bir başka deyişle, tatmayan nasıl ağlasın ki!
Güçlü sesiyle milyonların gönlünde taht kuran Nilüfer, “Erkekler Ağlamaz” şarkısını söyledikten yıllar sonra şu itirafta bulunmuştu: "Evet, erkekler de ağlar". Bu sözü teyit edercesine bir devlet büyüğümüzün geçenlerde "Sulu gözlü değil, kuru gözlü olmaktan korkarım." dediğine de şahit olmuştum. Ağladığım zamanlarda nedense bunları düşünüyorum.
1990'lı yılların başında şu an hâlâ spor spikerliği yapan İlker Yasin, Galatasaray'ımızın Avrupa kupalarında bir İsviçre takımını 3-0'lık ilk maçın rövanşında 5-0 yendiği bir maçın gollerini anlatırken şöyle diyordu: “Ağlamak istiyorum!” Böyle bir milli gururu yansıtan en nadide duyguydu bence bu söz. Çünkü o an ağlıyordu o insan.
İstatistiklere göre insan yaşamı boyunca ortalama 95 litre, yani tam on kova gözyaşı döküyor. Ancak ne ağlamayı ölçebilen bir cihaz, ne de gözyaşını taşıyabilen bir kap icat edilemedi şu ana kadar. Nefes aldığımız kadar gözyaşı döküyoruz. O halde hayatın bedeli gözyaşında gizli olsa gerek. Şiirini kalabalıklardan saklayan şâirle, gizlice gözyaşını silen kırık kalpli yolcu aslında aynı yerden gelip aynı yere gidiyorlar. Biri gözyaşını içine, diğeri dışına akıtıyor. Zira şiir, şarkı, türkü, ağıt ve naat ağlamanın yüreklerdeki farklı yansımalarıdır. Gün doğarken, güneş batarken, yolcu yola düşerken içimizde mışıl mışıl uyuyan bir duygu ansızın uyanıyor ve boğazımızda düğümlenen bir acıyı çözüveriyor.
Gözyaşı insanın gönlünü ve aşırı yüklenmeleri temizleyen bir özelliğe sahiptir. Gözyaşı ile yumuşamayan kalpler bazen öyle katılaşır ki taştan bile daha katı hale gelebilirler. Çünkü öyle taşlar var ki içinden nehirler kaynıyor, öylesi var ki çatlıyor da bağrından sular fışkırıyor ve öylesi de var ki Allah (c.c) korkusundan yerlerde yuvarlanıyor. Sevinç ve keder gibi birbirine zıt uç duyguların yaşandığı anlarda beden belki de gayr-i ihtiyari olarak gözyaşı ile tepki verir. Kimi zaman ağlamak, insanın psikolojik yapısında bozulan dengeleri düzenleyici bir fonksiyon icra eder. Hakikat karşısında gözlerin yaşarması iman sahibi ve ince ruhlu insanların vasfıdır. Çünkü içimizde biriken kiri su değil; ancak gözyaşı temizler. Zaten gözlerimizde yaş yoksa, ruhumuzun da gökkuşağına sahip olmasını bekleyemeyiz değil mi? Bunun için ihtiyacımız olan tek şey, sevgi dolu bir yürek ve gücünü aşktan alan bir ruhtur. Demek ki ağlamak ayıp, sevmek kayıp değil...
Tımarhanede yatan bir delinin (!) sürekli günah işleme hastalığı ile ilgili veli bir zata tavsiye ettiği reçeteye bir göz atmaya ne dersiniz? “Tövbe kökü ile istiğfar yaprağını karıştır. Kalp havanında tevhîd tokmağı ile döv. İnsaf eleğinden geçir. Gözyaşıyla yoğur. Aşk fırınında pişir. Sabah-akşam bol miktarda ye. O zaman göreceksin ki bu hastalıktan eser kalmaz.” Bu güzel ilâcı öğrenen veli ona şöyle demiş: “Hey gidi dünya hey! Demek, seni de deli diye tımarhaneye yatırmışlar.”
Uzun lâfın kısası, insanoğlu ağlayınca “insan” olduğunu daha iyi anlıyor ve bir iç derinlik kazanıyor. Ötelerde ağlamaya mahkûm olmamak için, vakit varken tenhalarda tövbe ve gözyaşı ile hatalardan uzaklaşıp hayatımızı daha da güzelleştirmek dileğiyle...
|