Mistik dağcılık hikâyesi Mücahit Koca Sayı:
77 - Temmuz / Eylül 2013
DİRİLİŞ PARTİSİ BURSA İL TEŞKİLÂTI KURULDU
…Mayıs/1990
Genel Merkez ve İstanbul İl Teşkilâtı'ndan sonra ilk kurulan Diriliş Partisi İl Teşkilâtı olarak Bursa İl Teşkilâtı, olmuştu.
Üstat Sezai Karakoç, bizzat parti kuruluşu için Bursa'ya gelmişti. Ulucamii'ndeki namazdan sonra yönetim kadroları belli olmuş; Diriliş Partisi Genel Başkanı Sezai Karakoç'un bizzat katılımıyla kuruluş resmen tamamlanmıştı.
Üstat Sezai Karakoç'a ve Diriliş düşüncesine bağlılığın verdiği sorumlulukla yarış yapar gibi İstanbul'dan sonra ilk olarak 19 Mayıs 1990 Cuma günü Bursa teşkilâtının kurulması benim için çok zorlu bir yarışı kazanmak gibi önemli olmuştu.
Bugün bu sorumluluğu yüklenen arkadaşlar, 'Diriliş' davasına gönül vermiş derdi ve sorusu olan kişilerdi. Bugün derdi ve sorusu olan arkadaşların kimi yönetimde görev alırken, yönetime görevi dolayısıyla katılamayan kimi arkadaşımız da maddi katkıda bulunacaktı.
VELHASIL BURSA SUDAN İBARETTİR
…Haziran/1990
Seyyahların yazdığına bakılırsa Osmanlı Devleti'nin Asya kısmında hiçbir şehir, resimsi ve şiirsel konumu ile görünümü bakımından Uludağ'dan beslenen Bursa'dan daha harika değildi.
Ortaburun'dan Kaplıkaya Deresi'nin karşısına geçilmiş; Buzluca Deresi'nin batısında bulunan yüksek bir tepeye çıkılmıştı. Hilâl şeklinde oturulmuş; yüzlerimiz ise bölgeye hakim yüksekliği, doğal yapısı ve manzarasıyla ünlü Bakacak Tepesi'ne dönmüştü.
Konu su sesleri arasında Bursa'nın sularından açılmış; herkes bir şeyler söylüyordu.
1800'lü yıllarda Bursa her köşesinde bir çeşmenin, neredeyse her sokağından akan bir derenin olduğu bir şehirken bu yanıyla Bursa'nın bugünkü hali içler acısıydı! Nilüfer, Gökdere, Kaplıkaya Deresi ve Deli Çay, dışında Bursa'yı bölerek akanlardan üstü kapatılmayan başka bir dere yok gibiydi.
Mesela bir zamanlar bırakın Bursa cami ve evlerini, türbe avlularında bile devamlı fıskiye ve musluklarından su akan şadırvanlar bulunurmuş.
Uludağ'ın suları hakkında ne dense azdı. Bence, her dere ve pınarın her yudum suyu hayatımı uzatan, bedenime güç ve ruhuma ışık veren bengisuydu sanki.. Daha nice suları vardı Uludağ'ın Bursa'ya akan.. Sanki baldan süzülmüş gibi tadı olan bu sular, Bursa'da en ünlü su olan 'Devrengeç' suyunun hayrat çeşmelerine dağıtılması gibi binlerce yere taksim olurdu.
Bursa dağ eteğinde olduğundan öyle sular vardı ki, bu sular, evden eve akar; her evdeki havuzda yeterli miktar biriktikten sonra yandaki, ya da alttaki evin havuzuna geçerdi. Bu sular öyle boldu ki, binlerce evdeki havuzları doldurur, fıskiyeyi ve şadırvanı çalıştırır, ev hamamlarını doldurur, bağı bahçeyi de sulardı.
Evliya Çelebi, ne güzel söylemiş; “Velhasıl Bursa sudan ibarettir,” demişti. O, yine üşenmemiş araştırmış; nice suların ismini de bir bir kitabına yazmıştı.
Şair Hasip Efendi tarafından yazılıp Bursa'da sürgünde olan Kaplan Giray Hana sunulan 'Mihahiye'ye göre kaynağı Uludağ'da olup da Bursa'da akan suların çokluğu dikkat çekiciydi.
Aslında Uludağ'ın bütün sularında 'abıhayat' gizliydi. Akışları burgaçlı, kardeş pınarlar.. Mineral içeriği açısından birçok sudan daha zengin sulardı bunlar.
O gün bugündür her dağa çıkışımda; 'Besmele' çeker; Uludağ'ın hayat pınarları olan bu sularından Allah'tan şifa dileyerek içerdim.
Bugün yeni bir tepeye tırmandıkça, yeni yerler keşfettikçe, yeni bir sudan içtikçe, dağda sınırlarımın genişlediğini; beceri, kapasite, eğitim, fiziki antrenman ve deneyimimin arttığını açıkça görüyordum.
BUZLUCA ESKİ BUZLUCA'YDI
…Temmuz/1990
Sırt çantamı hazırlarken elime yeni şiir kitabım 'Ermiş Sevinci' geçmişti. Onu ilk olarak Şair Ebubekir Eroğlu yönetimindeki 'Yönelişler' dergisi tanıtmıştı. 'Ermiş Sevinci'nin bu tanıtımla edebiyat dünyasına girmesi benim için müthiş heyecan vericiydi!
Bugün Kaplıkaya Deresi'ni atlayarak bir süredir ihmal ettiğimiz Buzluca'ya tırmanılmıştı. Yolda her şeyi unutturacak kadar güzel bir manzara bizi karşılaşmıştı. Baharı hiçbir yerde şu Kaplıkaya Vadisi'ndeki kadar güzel ve büyüleyici hissetmemişimdir.
Ekibi dağa girişte iğde ve ıhlamur kokusunu andıran enfes kokular karşılamıştı. Buzluca'da kestanecilerin yaptıkları kulübe artık iyicene terk edilmiş gibiydi. Ben, kulübede kalmak yerine daha da ileri gitmekten yanaydım. Buzluca Deresi'ne inen yolun üstüne devrilen ağaçlar, buralara pek kimselerin uğramadığına bir kanıt gibi bize bakıyordu. Buzluca'nın bazı yerlerinde erozyondan dolayı yeni uçurumlar bile oluşmuştu. Bu yüzden yürürken çok dikkatli olmak gerekiyordu.
Derenin karşı kıyısında daha önce kullandığımız çeşme üzerine kalın bir kayın ağacı devrildiğinden yaprak ve toprağın altında kaybolmuş, sular başıboş akıyordu.
Cengiz Taşkın, sırt çantasını yere indirmiş; çeşmeyi meydana çıkarmak için hemen ustalığını gösterecek işe koyulmuştu.
Ama Buzluca eski Buzluca'ydı. Benim üzerimde ürperti veren sessizliği ile mistik hali aynıyla yaşıyordu.
EY MANZARASI MUTLULUK VEREN YER
…Kasım/1990
Gece saat 02.30' a kadar İbrahim Ünal Taşkın'ın vefatından önce düzenleyip bıraktığı şiirlerini yayına hazırlamaya çalışmıştım. Merhum Usta'nın sigara kağıdına yazdığı şiirleri bile vardı. Farklı nüshaları karşılaştırıp; en doğrusunu bulmak pek kolay olmuyordu.
Sabah iki saatlik uykuya rağmen dağ deyince kendimi tutamamış; hazırlanıp buluşma yerine doğru yola çıkmıştım.
Bugün soğuk bir havada yola çıkılmış; Teferrüç Mahallesi'nden yürüyüşle teleferik telinin altından tırmanılmaya başlanmıştı.
Teferrüç-Çukur Yayla-Bayrak Tepe-Dostlar Çeşmesi-Suyolu arasındaki dik tırmanışta sık sık dinlenmek için durulmuş; sonra tekrar tırmanışa geçilerek Gül Pınarı'na kadar dümdüz bir yürüyüş yoluna dönüşecek olan Suyolu'na çıkılmıştı.
Asıl can sıkıcı şey, Suyolu'ndan görülen haliyle Zeyniler Köyü'ne çıkan birkaç bin yıllık patikanın bozulmuş, yerine dağın karnını deşer gibi bir araba yolunun açılmış olmasıydı. Yolun halini görünce aklıma büyük velilerden Merkez Efendinin; “Allah dünyayı öyle güzel, öyle mükemmel yaratmış ki; sakın değiştirmeyin,” sözü gelmişti. Bugün çağımızın en büyük hastalığı değiştirme, ya da bozma çalışmaları değil miydi? Gel de bugünün idarecilerine Merkez Efendinin dediğini anlat!
Suyolu'nda bulunan Fındık Pınarı'nda çay üstüne çay demlenince mola uzamıştı. Tabii oturunca konu konuyu açmış; herkes dağ üzerine bir şeyler söylemişti. Sıra bana gelince ben de son bulgularımı sıralamış; “Dağ ile ilişkisi olmayan peygamber, veli, bilge ve düşünür yok gibidir. Hz. Davud, Hz. Musa, Hz. İsa ve Son Peygamber üzerine kutsal kitaplar ve kaynaklarda bu uluların dağ ile ilişkilerine dair ne çok bilgi vardı. Öte yandan Konfüçyüs'ten Nietzsche'ye kadar birçok bilgenin de dağ ile ilişkilerine, dağ hakkında yazıp söylediklerine dair de ne çok şeyler söyleyebilirdim. Onların her birinin içsel oluşumlarında dağın işlevinin ne kadar önemli olduğunu en iyi bilenler tabii ki dağcılardı. Keşiş ve dervişlerin bu kutsallığın bilincinde olarak dağları mekân tuttuklarından ben çok eminim,” demiştim.
Bir ara daha ileri gidemeyişi fırsat bilerek Kıble Kaya sırtında bulunduğum kayanın en ucuna kadar çıkacak; bulunduğum yükseklikten Bursa Ovası'na bakarken gördüklerimle kendimden geçer gibi; “Ey manzarası mutluluk veren yer; gönül ve can titrer ululuğundan!” diye haykırmıştım.
Ben, başlangıçta pek şuurunda olmuyor gibi görünsem de dağdaki gizemin aslında başından beri farkındaydım. Çünkü dağın eteklerinden bir kere tutunmaya göreyim; onda hep insanı kendine çeken bir şey olurdu.
*Mücahit Koca'nın yeni çıkacak Bir Mistik Dağcılık Hikayesi isimli kitabından alınmıştır.
|