Mistik bir dağcılık hikâyesi Mücahit Koca Sayı:
74 - Ekim / Aralık 2012
…Eylül/1988
Dağ ve dağcılık.. Dağ ile dost olmak.. İnsan, şehir üzerine bu kadar kafa yorarken; neden biraz olsun dağ ve doğa üzerine kafa yormaz hiç düşüneniniz var mı? Peygamberlere, sahabelere, âlim, evliya, şehit ve gazilere endeksli bir hayatı savunanlar olarak elbette kentte olan bazı olumsuzluklara itirazımız olacak ve her dağ tırmanışında 'tefsir' ve 'fıkıh' dersi yapar gibi bir ders göreceğiz.
“Bizde papatya canlıdır, Allah'ı zikreder,” diye koparmayan, bir canlının kılına zarar gelmesin diye çalışırken; Ruslar, Kafkaslarda 'Şeyh Şamil'i yakalamak için orman yakıyorlardı.
Sabah erken İbrahim Ünal Usta'ya gittim. Günler kısalmaya başlamış; dağ yaza veda etmeye hazırlanıyordu. Onunla hemen iki kişilik bir dağ programı yaptık.
Dağda hep zorluklarla karşılaşılsa da bugünkü gibi dağcılık pek sık olmazdı. Fidyekızık sırtlarından dön babam dön, tırman babam tırman saatler sonra Erikli Yayla'ya çıkacaktık.
Sakın dağa bu kadar sevgiyle bağlıyım diye benim bu anlattıklarıma bakıp beni şehir düşmanı, diye yaftalamayın! Ben, şehir dendi mi; yüz, yüz elli yıl önceki Bursa'da olduğu gibi evleri ahşap, bahçelerinde evden eve, havuzdan havuza akan, çocuk parmağının bile kirletmediği buz gibi suları düşünürüm. ..ve duvarlarından hanım elleri sarkan, sokakları ıhlamur kokan ve erguvan açan, beş yüz, altı yüzyıllık çınarların gölgelendirdiği meydanlarda cuma namazı kılınan, pazar kurulan, çeşme ve derelerinden her çeşit canlının susuzluk giderdiği bir şehir özlüyorum.
Ben, bugün şiir yazıyorsam, şiirimle dağa çıkıyor, dağ günlükleri tutuyorsam, günlüklerimde sohbet ediyor; herkesi dağa çağırıyorsam, bu güzelliklere olan aşkımı göstermek için değil miydi?
Her dağ dönüşünde o kadar heyecanlıydım ki anlatamam! Dağdan aldıklarımı şehre gösterek sanki onu ışığa boğuyordum. Yani bayım, uyuyan kenti uyandırıyordum.
Tırmanış ne kadar zorsa, Erikli Yayla'dan hep aşağı inmek de o kadar yorucuydu. İnişte ayaklarım şişmiş; baldırlarım ağrımışsa ne olmuş? Yaşadıklarım çok daha fazlasına değerdi çünkü..
TEK KİŞİLİK AŞK OLMAZ
…Kasım/1988
Bugün yalnız dağcılıklarımdan birini daha yapıyordum. Kış artık yüzünü göstermeye başlamıştı.
Bugün yalnız ve sessiz ortamda kendimle konuşmalarım çok olacaktı.
Daha önce olduğu gibi biriyle buluşmaya gider gibi dağımın derinliklerine yürüdüm. Uludağ'ın Bursa'ya yakın en büyük mağarası olan Ceneviz Mağarası'nın önünden geçerken aklıma en önce kendini güvende hissetmek için dağa sığınan, mağaraya kapanan 'Ashabı Kehf' geldi. Onların Bursa'da olduğuna dair seyyahların yazıları vardı.
Emekler gibi yürüdüm dimdik yokuşta.. Neden sonra Suyolu'nu aşmış; Zeyniler Yaylası'na çıkmıştım.
Zeyniler Yaylası'nda Şair Hayali, Kadıyayla'da Molla Fenari, velhasıl Şair Şeyhi, Lâmii Çelebi, Süleyman Çelebi, Emir Sultan ve Üftâde Hazretleri'ni Uludağ'ın ya yamacında, ya da derinliklerinde buluyor; sanki onlardan dağ ile aralarındaki bu yakın ilişkileri öğrenmeye çalışıyordum. Onların üzerinde düşünürken bazen seslerini duyar gibi olacaktım. Bir ara dalacak; birden karşıma çıkan ağaç, kuş, ot ve çiçeğin besteleri çalınmaya başlayacaktı. Her yüz hayalimde ahenkli bir besteye dönüşüyordu. Beste ise bir kapıyı açıyor; bir kapıyı kapıyor gibiydi. Ben, ölümün hayatı bütün olarak silmediğini, düşünce ve duygularla ona gitmemizi sağladığını görürken, onları bir şekilde üzerinde çalıştığım adı 'Dağ Çağrısı' olacak şiir kitabımla bugüne taşımaya çalışıyordum.
Dört tarafım ormanın gölgesinde bir başka görünüyordu. Hiç bu kadar kendimi yalnız hissetmemiştim: Yalnızlıkta meczuplara karışan Mustafa Bozkurt ve Ali Dayı gibi dağda dağ olmuşların nasıl olup da kente yabancılaştıklarını bu vesile ile anlayacaktım.
Dönüş yolunda bir an öyle olmuştum ki önüme çıkan herkese sarılmak istiyordum. İnişte hayalimde üzerinde fırtınalar çarpışan gök ile kayalıkların üstünde avını arayan kartalın daireler çizen karanlık gölgesi gibi her kaya dibinde yine de bir özlem selâmlıyordu beni.. Halil Cibran; “Ne zaman bir pınara eğilsem, o canlı suyun da benim gibi susamış olduğunu görürüm. Ve ben onu içerken, o da beni içer,” demesi gibi nasıl ben dağı özlüyorsam, dağ da bir sevgiliyi özler gibi beni özlüyordu. Yoksa hiçbir tek taraflı sevgi bu kadar uzun sürmezdi. “Tek kişilik aşk olmaz,” diye boşuna dememişlerdi.
Şehre ayak basarken sessiz bir dünyadan çıkmış; sesli bir dünyaya yeniden girmiş gibiydim. Mevlâna'yı hatırlayarak rahatlamaya çalıştım: “Bu sözleri işittin ya, her kılın bir kulak olsun/Abıhayat'tır bu sözler içtin ya, afiyetler olsun.”
DAĞA GİREN TEKKEYE GİREN GİBİ OLUYORDU
…Ocak/1989
Kasım günleriyle soğuklar da başlamıştı. Kar şehre henüz yağmasa da Uludağ'ın zirvesi artık bembeyazdı.
Zirvelere bakarak nasipsiz Şair Behçet Kemal Çağlar'ın nasıl olup da yazdığını anlayamadığım şu mısralarını mırıldanıyorum: “Çayırlar seccade, tepeler minber,/Serviler minare, çınarlar kubbe.”
Nedense İbrahim Ünal Usta, bugün çok az konuşuyordu. Sanki ayrılmak zorunda olduğu bir sevgiliye bakar gibiydi bakışları..
Sanki ikimiz de birbirimizden ayrı odalara girmiş gibi uzaklaşmıştık. Daha önce dağda hep o ne derse olurken bugün bakıyorum ben ne desem o hiç itiraz etmeden; “Sen de artık dağı en az benim kadar tanıdın,” diyor adeta beni öne sürüyordu.
Ben, akşam karanlığı basarken seyregahtan gördüğüm ovaya bakıp dalmıştım: Sivri bir kayanın doruğuna konmuş bir kartal.. Yıldız tarlası göğün altındaki gölgeli ova, aşağıda durgun yeşil bir göl gibiydi. Benim ise bu kadar yüksekten bakarken duyduğum şey müthiş bir heyecandı! Sanki Bursa Ovası, onun ilerisinde Katırlı Dağları, deniz ve etrafını kuşatan yerleşimler hep altımda gibiydi.
Dalmış gitmiştim: ne iyi etmiş de böyle bir sevgili bulmuştum kendime.. Düşün ki spora yabancısın, musiki, hat ve resme uzaksın: İşte tam burada bir karar verir gibi çalışmaktan yorulduğun zaman dinlenmek için kendine güzelliklerle dolu bir dünya bulmak; ruhunu kuşatmış durağanlığı yırtmak için sporun 'dağcılık' bölümüne talip olursun! ..ve gün gelir şairlik kadar bu yanınla da tanınmak istersin.
BİR MÜRŞİDE SIĞINMAK GİBİYDİ BİZİM DAĞCILIĞIMIZ
…Şubat/1989
Bugün de sabah ezanları okunurken Kaplıkaya Vadisi'ne girmiştik. Hava müthiş soğuktu. Kaplıkaya'nın rüzgârı bıçak gibi kesiyordu. Etrafta çok az kar vardı ama ilerledikçe, yükseklere doğru tırmandıkça artacağı belli oluyordu. Çünkü bu noktadan görülen bütün zirveler bembeyazdı. Ekip İbrahim Ünal Usta, Gürbüz Işık ve benle üç kişiydi.
Gelenekte usta ve mürşidin önemli bir yer tuttuğu bilinmektedir. İnsanların bozulduğu, sağ gözün sol göze güveninin kalmadığı en bunalımlı bir anımızda bir mürşide sığınmak gibiydi bizim dağcılığımız.
Uludağ'dan söz eden bazı kaynaklar, Uludağ'ı başında beyaz külahı, etrafında yeşil sarığı ile bir ulu mürşide benzetirlerdi. Öyle ki o, yeşil cüppenin altında Osman Gazi, Orhan Gazi, Yıldırım Bayezit, Çelebi Mehmet, Emir Sultan, Molla Fenari, Abdal Murat, Geyikli Baba, Üftade, İsmail Hakkı Bursevi, Niyaz-i Mısrî, Süleyman Çelebi, Şair Hasip ve Şair Hayali gibi kimler kimler yoktu! Hem böyle kutsal bir cüppenin altına kim girmek istemezdi? Yüzlerce yıl sonra bugün bizler de ısrarla onlardan olmak istesek; acaba o cüppenin altında bize de yer olur muydu?
İbrahim Ünal Usta, önümüzde sanki bu amaçla bizi yola çıkarmış bir âşık gibiydi.
Hayret, Kaplıkaya Vadisi'nden girdiğimizden beri dikkatimi çeken tek şey kurumuş kestane ağaçlarıydı. Ne zamandır kestanelerin kurumaya başladığını konuşurduk da hiç bu kadar olacağını düşünemezdim. Ağaçların mevsim dolayısıyla yapraklarını dökmüş olmasından mı, İbrahim Ünal Usta'nın bir türlü geçmeyen hastalığına yoğunlaştığımdan mı; bugüne kadar olmadığı kadar Uludağ'ın bu simgesi sayılan kurumuş kestanelerin acınası durumu dikkatimi çekmişti.
Bir saattir, tek sıra epey dik bir yamacı çıkıyorduk. Gülpınar ise elle işaret edecek kadar yakında görülüyordu.
Ben, sessizce İbrahim Ünal Usta'yı takip ediyordum. Bir düşünceden bir diğerine atlar gibiydim: Hep dağ vardı düşünce ve hayallerimde.. Sofinin gönlünün zikirle süslenmesi misali benim gönlüm de dağ ile süslüydü sanki.. Nereye baksam bir dağ görüyor, nereye gitsem yolum mutlaka bir dağa çıkıyordu. Dağcı bir derviş gibi gurur yurdundan uzaklaşmış, nefsin isteklerine karşı çıkarak takva sahibi biri olmuşum, diye düşünüyordum. Dağa giren tekkeye giren gibi oluyordu bence..
Nitekim her dağa çıkışımda yaşadıklarım bir derviş psikolojisini hatırlatırdı. Dağa tırmanmakla nefsi yokuşa sürmeyi, susmakla nefsi riyadan, gururdan kurtarmayı, her zirveyi bir makam gibi görmeyi sanki dağda Emir Sultan'ı, Abdal Musa'yı, Molla Fenari ve Molla Hayali'yi dinleyerek öğrenmiştim ben. Çünkü dervişe olan yasaklar gibi Mistik Dağcı'ya da kendiliğinden oluşan yasakları olurdu dağların.
Dağcı dervişler, ilk günden beri dağları fethediyordu. Dağı bir baştan bir başa geziyorlar; bugün bizim yaptığımız gibi bilinmedik vadi, pınar, mağara ve zirveleri arayıp buluyorlardı.
Dalgınlığımdan İbrahim Ünal Usta'nın; “Helvaya gelin, helvaya..” sesi uyandırdı.
O, ben köşeye çekilmiş oturduğum kayanın üzerinde bir şeyler yazmaya çalışırken küçücük tavasında un helvası yapmış, buyur ediyordu.
O gün yediğim helva bu kadar tatlıydı ki; tadını kolay unutacağımı sanmıyorum.
İBRAHİM ÜNAL USTA ÇOK HASTA
…Mart/1989
Kaç gündür dağa gidemiyordum. Bari şehirde olsun bir yere gideyim, diye düşünerek dün gece Süleyman Çelebi'nin türbesine gitmiş; yaşlı servilerin rüzgârla oynaşan karanlık gölgelerinde onun hakkında bilgilerimi yoklamış; 'Mevlit'inin özellikle okumamış halk için Kur'ân'ın en güzel şekilde yorumu ve Peygamber sevgisini de en güzel şekilde aşılayan eser oluşunu düşünerek; ben de o gece bir 'mevlit' yazabilir miyim, diye düşünmüştüm.
Türbede kemal-i adap ve huşu ile dua etmiş, bir köşede büzülmüş halde; “Sen o güzel kahraman” diye başlayan 'Süleyman Çelebi' isimli şiirimi yazmıştım.
Bugün de o şiiri Şair İbrahim Ünal Taşkın'a okumak için evine yollanmıştım.
Ustam, şairim, ekip liderim İbrahim Ünal Usta, bugün bana hüzünlü bir hazırlanışın telaşı içinde görünmüştü.
İbrahim Ünal Usta, son günlerde hastaydı.
Usta, bu yoksul ve yalnızlık kokan odasında her saniye ölüme biraz daha yaklaşıyor ama talihinden şikayet etmiyordu. Ona teselli için bile bir söz söylemek zahmet ve acı verecekmiş gibime geldiğinden sustum. Çünkü hiçbir söz, hiçbir davranış bu dağ lâlesini, şiir perisini teselli edemeyecekti. Birdenbire en tahammül edilemeyen acılardan birini duymuştum. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Usta, yalnız ve yoksul odasında yatağını yorganını denk yapmış, şiirlerini temize çekmiş hazırlamış ve fazla her şeyini yakmış; gelecek olan haberi bekliyor gibiydi.
Ona yarın tekrar uğrayacağımı söyleyip ayrılırken bu ruhu bir daha göremeyeceğimden korkuyordum.
İBRAHİM ÜNAL TAŞKIN'I DOKTORA GÖTÜRDÜM
…Nisan/1989
Ertesi gün sabah erken İbrahim Ünal Usta ile Yıldırım Dispanseri'ne birlikte gittik. Doktor, muayene edip; film çektirdi. Filme bakarken şaşkındı. Usta, ilerlemiş derecede kanserdi ve bugüne kadar ne o, ne bizler ona böyle bir hastalığı konduramadığımızdan soğuk algınlığı gibi geçer diye bekliyorduk.
Doktor, hemen adını, mesleğini sorup bir rapor hazırlayarak bizi Tıp Fakültesi'ne havale etti.
İbrahim Ünal Usta ile çıkışta Yıldırım Bayezit Hanı kemal-i adap ile türbesinde ziyaret etmiş; Fatiha ve İhlas okuyup çıkmıştık.
Doktorun ifadesine göre ciğerler bitmişti. Dinlenmek için oturduğumuz parkta bana duygulu bir ses tonuyla; “Usta, keşke doktorun; 'mesleği ne?' sorusuna dokumacı değil de şair, deseydik,” dedi.
Doğrusu o gerçek bir şairdi. Haklı olarak son günlerinde de olsa bunun kayıt altına alınmasını ister gibiydi.
FETİH İLE İSLÂM OLMUŞ ŞEHİR
…Nisan/1989
Bugün baharın kendini gösterişinden olacak çok neşeliydim. Böyle günlerde şiir en güzel şey olmalı.. İran'da tefeül geleneği çok yaygın olup özellikle bahar mevsimi gelince şiir defterini alıp dışarıya çıkmayı tavsiye eden Şair Hafız'ın Divan'ı tefeül için çok kullanılırdı. Ben de; “Bismillah,” diyerek bir sayfa açıp parmağımı üzerine koyduğum yerden “Çıksın falım,” der gibi okumaya başladım: “Yeşillik bana nisan ayının feyzini göstermede/Böyle bir zamanda veresiyeyi alıp; peşin olanı bırakan akıllı değil.” Okuduğum beyit müthiş değil miydi?
Böyle güzel havada gazetede telefonun başında dağcılardan gelecek haberi bir başka heyecanla beklemeye başlamıştım. Olmazsa gazete çıkışı gidip onları evlerinde bulmam gerekecekti.
Nisan ayı Bursa'nın fetih kutlamalarıyla başlamıştı. Ne kadar fetih ruhuna yabancı da olunsa; güzel bir günün hatıra getirilmesi güzeldi.
Bugün dağa İbrahim Ünal Usta da gelmek istemiş; o hasta haliyle 'Habil Aga Çeşmesi'ne kadar gelmişti.
Hava tam bir bahar havasıydı. Gürbüz Işık ve Cengiz Taşkın birlikteydik.
Hiç olmamış kadar güzel bir çay demlemiştim. Kaplıkaya girişinde yeni yetişen çınarlar üzerine konuştuk. Eğer kesilmezlerse on yıl sonra bu vadi Evliya Çelebi ve Lâmii Çelebi'nin övdüğü vadi kadar güzel olurdu.
Çaylar içilirken İbrahim Ünal Usta ileri geri gitmiş gelmiş; büyük bir huzur bulmuş halde; derin derin havayı içine çekmiş ardından ateşin başına çömelmişti.
Onun sık yaptığı hareketlerdendi, bir ara elini dizime vurarak; “Usta, ben dağa gelmediğim için hastaymışım,” dedi.
Sen ey Bursa, Osman Gazi ve Orhan Gazi ile İslâm olmuş, bize yıkılmaz bir kale kurmuşsun. Anka'nın yuvası dağ..
Her dağın bir masal yanı vardır ama Uludağ'ın masalı hiçbirine benzemezdi. Onun kurdu, kuşu, dervişi, evliyası, her biri maneviyat bakımından binlerce âleme değerdi. Sen, dünden bugüne bütün dağlara velisin! Ruhaniyetini anlattı şairler en güzel kasidelerle.. Sensin bedeni dik tutan ruh! Bursa'nın fethine kadar hıristiyan münzevi ve keşişlerin, daha sonra da dervişlerin mekân tutması, Duhlu Baba, gibi sayısız dervişlerin yaşadığı yer olması Uludağ'ı manevi yanı derin bir dağ yapmıştı.
Her yatır başında bir çınar, servi ve çam. Her ne kadar kilise,zaviye ve tekkeler ayakta kalmasa da bu böyleydi.
Benim aradığım da buydu.
|