Mistik bir dağcılık hikâyesi Mücahit Koca Sayı:
76 - Nisan / Haziran 2013
…Ekim/1989
Beni 1987’de Demirtaşpaşa Endüstri Meslek Lisesi edebiyat öğretmenliğinden Malcılar İlköğretim Okulu Türkçe öğretmenliğine süren irade boş durmamış; bu defa da Bursa dışına sürmenin yollarını aramış, sonunda da bulmuştu. Oyunu kurallara göre oynamayı seven biriydim. Hem iman ve idealime bağlı bir dava adamı gibi yaşıyor; hem de görevimi eksiksiz yapmaya özen gösteriyordum. Daha önce üç iş yaparken Sur Kitapevi’ni kapadığımdan şimdi öğretmen ve gazeteciydim. Benim oyunu kurallara göre oynamamdan bir şey çıkaramayan irade Demirtaşpaşa Endüstri Meslek Lisesi’nden sürmekle kalmamış; bu defa da ‘Sur Kitapevi’ni kapatmamı fırsat bilmiş; “Sen rotasyona giriyorsun,” diyerek haksız olarak beni rotasyona dâhil etmişti. Ben, hakkımı arayamayacağımı bildiğimden verdiğim dilekçe ile İstanbul’u istemiş, bu isteğim de kabul edilmiş; Kartal Cengiz Han Lisesi’ edebiyat öğretmenliğine tayinim çıkmıştı. Bereket yalnız değildim: Bu defa bana Genel Müdürü Melih Gökçek, olan ‘Çocuk Esirgeme Kurumu’nun bağlı olduğu ‘Sırameşeler Yuva Müdürlüğü’ için Devlet Bakanı Cemil Çiçek’ten müdürlük teklifi geldi. İdareciliği oldum olası istemesem de sırf dağcılıktan vazgeçemediğim için bu teklifi kabul ederek Bursa’da kalma yoluna gidecektim.
EVLİYA ÇELEBİ ZOBRAN’DA
…Aralık/1989
Elimde asa vardı. Dağa çıkışımızda bir ilke gibi asa almamız önemliydi. Gittiğimiz yerler genellikle orman olduğundan asa bulmak hiç zor olmuyordu. Aslında dağdaki yürüyüş ve tırmanışlarda, iniş ve çıkışlarda güç kaybını en aza indirecek, yürüyüş ve tırmanışa destek olacak bir çift yürüyüş sopası, ya da asaya mutlaka ihtiyaç vardı. Kaplıkaya Vadisi’nden yürüyüşe erken başlanmıştı. ‘Trekking’ sayılacak bir yürüyüşle ‘Bizim Değirmen’e kadar gelmiştik. Her mevsimi bir başkaydı bu vadinin. Kardan bembeyaz süslenmişti etraf.. Bugün dağın sanki donduğu gündü. Birden Gevheri’nin dizelerindeki gibi; “Bağın kapısını açtım/Sanasın cennete düştüm” misali bir manzara ile karşılaşmıştım. Kar şehirde olmasa da ‘Bizim Değirmen’e doğru giderek artan bir durumda bizi karşılamıştı. Giderek daha da derinleşecek bir hali vardı. Zaten kar ne kadar yukarı tırmanırsak o kadar derinleşmez miydi? Akşam, Zobran’a tırmanılacağını bildiğimden hazırlık yapar gibi Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sini çıkarıp ilgili yerleri bulup okumuştum. Zobran’a derin kara rağmen tırmanılacaktı. Mola yerinde tam sırası deyip, Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nden aldığım ‘Zobran’ ile ilgili notları okumaya başladım: “…baş yukarı beş saatte Zobran menziline vardık. (…) Bir öz içinde kestane ormanı ile kaplı büyük bir yayladır. Bunun göllerinde de alabalıklar vardır. Ağla balık avlayıp tereyağı ile pişirilip yedik. Çobanların gönderdikleri koyunları da kebap yapıp gece yedik. Sabah kıble tarafına baş yukarı, lâleli, sümbüllü ve reyhanlı gül ve gülistanlı çiçekli dağlar içinden geçtikçe altın renkli sümbüllerin kokusundan dimağım kokulandı. Nihayet üç saatte Bakacak’a geldik. Burada ağaçlıklar içinde üç gün konaklayarak keklik avı, balık avı, tereyağları, kuzu kebapları zevkini tattık. Ramazan ayında ay görülüyor mu diye baktıklarından Bakacak, deniliyormuş. Bakacak mevkii fil hortumu gibi şehre doğru uzanmış. İnsan aşağı bakmaya cesaret edemiyor. Burada gökyüzüne başkaldırmış öyle kayalar vardır ki, kimi ejderha, kimi fil, kimi gemi, kimi de karakuş gibi acayip ve garip şekiller almışlar.” diye yazıyordu.
İşte bu Zobran hem Uludağ için, hem de bizim için en önemli bölgelerden birisi değil miydi? Çıkılması kolay olmadığından dağcı olmayanın buraya gelmesi ne mümkündü! Zobran yolunda alabildiğine geniş bakış açısı olan yüksek bir kayanın üzerine karlara aldırmadan bizler dizilmiş halde otururken; Uludağ’da daha ne kadar çok keşfedilmemiş yer olduğunu bir kere daha kabul edecektim. Ekibe seslenerek; “Bundan sonra daha çok keşif dağcılığına yönelmeliyiz,” dedim.
Cengiz Taşkın; “Biz, başından beri keşif dağcılığı yapmıyor muyduk?” diye cevap verdi.
DAĞIN KUTSALLIĞI
…Şubat/1990
Bizim dağda izlediğimiz patikalar, aradığımız kalıntı ve isimler, başta doğal zenginlik olmakla birlikte; asıl bunlara arka çıkan, ruh üfleyen ve maddeyi uçuran Uludağ’ın gizli, sırlı ve esrarengiz yanlarıydı. Buradan olacak, taç ve hırkası olmayan ‘Melâmiler’ gibi fakirâne ve kalenderâne, görünüşe ve gösterişe önem vermeyen bir tutumla süren dağcılığımıza yeni bir katkı gibi ‘Mistik Dağcılık’ denirdi. Merhum İbrahim Ünal Taşkın’ın rotaları fiziki gücü zorlayan, çoğu keşif amaçlı ve sıklıkla uçurumlara çıkan rotalardı. Onunla ne zaman dağa çıksam hep bilinen rotaların dışına çıkmışızdır. Bu yüzden olmalı daha dağcılıkta on yılım dolmadan Balıklı Deresi ile Gökdere arasında en çok yol bilenlerden birisi olmuştum. Bizim Değirmen yoluyla yukarılardan inmiş; Kaplıkaya Deresi’nde Ortaburun’un biraz yukarıdan Gülpınar’dan gelen derenin kıyısında önümüze içinde beş altı kişinin barınacağı büyüklükteki mağara çıkmıştı. Bugün her taraf bembeyaz kar. Son günlerde genelde dağlar, özelde Uludağ üzerine okuyordum. Bu okumalarımda dağların mistik yanları üzerine öyle güzel şeylerle karşılaşıyorum ki anlatamam. Örneğin bir yerde dağların İran mitolojisinde bilgi ve erdemin birer sembolü oluşunu, yine Hürmüz’ün kanunlarını ilân ettiği yerin de Elburz Dağları’nın zirvesi olduğunu, yine Yüce Allah, üzerinde Musa Peygamber ile Tur Dağı’nın şerefli ve değerli olduğunu göstermek ve ondaki mucizeleri anlatmak için Tur Dağı’na yemin ettiğini hayretle öğreniyordum.
Bu okumalarda yazar Lama Anagarika Govinda’nın ‘Beyaz Bulutların Yeri’ olarak dilimize çevrilen kitabındaki şu cümleler gözüme takıldı: “Dağları birbirinden ayıran en önemli unsur, o dağın kişiliğidir. Bu kişilik dağın şekline, yüksekliğine, ya da rotalarının ilginçliğine bağlı değildir. Kişilik başkalarını etkileme gücünden oluşur.” Dağların kutsallığı sürüp giderdi. Örneğin geçmişte insanlar dini ayinlerini dağlarda yaparlarmış. Boğa’ya benzetilen-bir bakıma tapınılan-Toroslar’da tarih içinde evlerin girişleri güneye, yani kıbleye bakar gibi Toros Dağları’na bakarmış. Allah’ın kullarına ilk rahmeti ve onlara ihsan ettiği ilk nimeti olarak inen ayetler Resulullah’a Hira Dağı’nda ibadet ederken Cebrail tarafından inmişti. Bizim dağlarımızın kutsallığına ise en güzel örnek Uludağ’ın kaynaklarda geçen sakinlerinden Ashabı Kehf’ten Süleyman Peygamber’e kadar peygamber, evliya, derviş ve ermiş isimleriydi. Bu yüzden olacak bizler, eğer Abıhayat’ta bulunuyorsak, Molla Fenarî’nin talebeleriyle gelip yaylaya yerleşişini, oradaki kampta ders yapışlarını mutlaka anardık. Yine Zeyniler Yaylası’nda bulunuyorsak; birilerimiz katılanlarla ilgilenirlerken, birilerimiz de Zeyniye Tarikatı Şeyhi Abdüllatif Kutsi Hazretlerinden söz ederdi. Öyle olurdu ki bazen bu konuşmaların etkisiyle kimi başlarının tepeleri tıraşlı ve kıldan gömlek giyen keşişler gibi, kimi de gezdikleri yerlerde başlarına sardıkları tülbentler ve sırtlarına giydikleri yeşil cübbelerle eli asalı dervişler gibi dolaşırken yanımıza da uğruyorlarmış gibime gelirlerdi!
BURSA’NIN KUTBU ÜFTADE
…Şubat/1990
Bugün dağa tırmanışa Gökdere’nin sağından başlamış; önce dağın yamacındaki Üftade Tekkesi’ni ziyaret etmiştim.
Edebiyat tarihleri Büyük Veli Şair Üftade’yi XVI. Yüzyılın Tekke Şairleri arasında sayarak değerlendirirdi. O, Sadettin Nüzhet Ergun’a göre Yunus Emre’nin çok değerli takipçilerinden biriydi. Fuat Köprülü de onun için aşağı yukarı buna benzer bir değerlendirmede bulunmuştu. Tekke’de bizi karşılayan Yaşlı Kadın Bakıcı’nın daveti üzerine yıkılacakmış gibi duran ahşap binanın bir müzeyi andıran küçücük odasına girmiştim. Girdiğim odada Üftade Hazretleri’nin tambur, def, asa, cübbe, takke ve takunyalarını görmüş; kemal-i adap ile onları incelemiştim. Yine Yaşlı Kadın Bakıcı’nın uzattığı Bursa Kadısı Aziz Mahmut Hüdâyi Hazretleri’nin mürşidi Üftade Hazretleri’nin buyruğu ile Kapalı Çarşı Bölgesi’nde ciğer sattığı sopa olduğunu iddia ettiği çatallı sopayı da hayretle incelemiştim. Bu kadar değerli emanetin bugüne nasıl bu kadar sağlam geldiğine mi hayret etmeliydim, yoksa böyle değerli emanetlerin kendine mecali olmayan bir yaşlı kadına bırakılmasına mı? Aman Allah’ım, burası ne ruhaniyetli ve mukaddes yerdi! Ben, Uludağ’dan gelmiş geçmiş âlim, arif, şair ve dervişlerin eserlerini okudukça, yazdıklarının tutkunu oluyor, bugün olduğu gibi elimin ulaştığına, ayağımın götürdüğüne gidiyordum.
DOST YOLLAR
…Mart/1990
Bugün çok heyecanlıydım. Kutlu Ramazan ayının başlamasıyla birlikte 26 Mart 1990 pazartesi günü İçişleri Bakanlığı’na verilen dilekçe ile ‘Diriliş Partisi’ kurulmuştu. Şair ve düşünür Sezai Karakoç üstat, bütün İslâmcı partileri “Ya millet ona yönelirse,” diye tedirgin eden bir girişimde bulunmuştu. Bursa’da devlet memuru olmanın yasaklarına aldırmadan öncü olmuş, Üstat Sezai Karakoç ile Diriliş Partisi Genel Merkezi’nin oluşmasındaki isimler Ankara’ya gönderilmişti. Ben, yıllar yılı tırmanışlarımda hiçbir kaynakta anılmayan, bazen hiçbir kişinin ayak basmadığı, bazen de ender olarak definecilerin geldiği zirvelere çıkmış, kuyulara inmiş, mağaralara girmiş, kayalara tırmanmıştım. On yılı aşkın zamandır zaman ve enerjimi harcadığım bu dost yolların bana ödülü olacaksa sağlıklı bir ruh ve beden, olacaktı. Birkaç yıl öncesine kadar dağa çıkarken ekibe buluşma noktası olarak Kaplıkaya otobüs durağı, ya da teleferik gibi yerler belirtirdik. Sonra oradan alışverişimizi yapıp daha önceden belirlediğimiz rotalar üzerinde birlikte yürüyüşe ve tırmanışa başlanırdı. Bazı kısa günlerde teleferik ile Kadıyayla’ya, ya da Sarıalan’a gider, oradan da kimi Bakacak’tan Erikli Yayla, Kilise Tepe, Fidyekızık ve Kaplıkaya yoluyla kente inerken; kimi de Sarıalan’ın Yan Tekir yoluyla Tonoz Yayla, Abıhayat Yaylası, Suyolu, Ceneviz Mağarası, Zümrütevler Mahallesi yoluyla şehre inerdik. Yolumuz üzerinde yaptığımız keşifler sonucunda bazen bulduğumuz mağaralara girer, incelemeler yapar, keşiş, derviş, ya da şairlerden kalma işaretler arardık. Bu yolla çoğunun adını bilmediğim belki yüz mağaraya ait bilgiler verebilirim. Bunlardan kimine sürünerek girdiğim, kimine de belime bağladığım iplerle sarkıtıldığım ne gizemli yerler vardı!
ŞAİRLERİN SPORLARI
…Nisan/1990
Erguvanlı günlerdi. Emir Sultan’ın güzellik ve sevgi yayan öğretisi gibi erguvanlar da mevsime ayrı bir güzellik katıyordu. Emir Sultan Hazretleri boşuna Erguvan Şenliği’ni Bursa’ya armağan etmemişti. Bugün artık dağcılar, Bursa’nın dört bir yanına dağılmış olduğundan şehir içinde buluşmak hem zaman alıyor, hem de buluşma her zaman gerçekleşmeyebiliyordu. Şimdilerde o sorun buluşma yeri dağda ‘Habil Aga Çeşmesi’ diyerek çözülmüştü. Bugün ilk önce ben gelmiştim Habil Aga Çeşmesi’ndeki ilk mola yerine.. İlk gelen olarak ateşi yakmış; arkadan çaydanlığı ateşe koymuştum. İnsan, biraz emek verip tırmanmaya başlayınca; tırmanmayanların neler kaçırdığını da hayretle görüyordu. Her yanı çiçek, her köşesi yeşillik, her vadi ve yaylası su.. Gel de bu güzelliklerle mest olma! Şair, yazar olarak Uludağ’ın eşiğinde toprak ol da bu güzelliklere ayna tutma.. Gördüğüm harika manzara, sesler ve renkler kentte kararan gönlümü açıp neşelendirmişti. Uludağ ve Bursa yalnızca maddi yanıyla değil manevi yanıyla da müthiş zengin bir yerdi. Mısrî Dergâhı Şeyhi Mehmet Şemseddin Efendi’nin şu beyti müthişti: “Zinet-i rû-yı zemindir Bursa/Cennete çünkü yakîndir Bursa” Ben, daha önce de yazdığım gibi bulduklarımla her seferinde hayrete düşmüş; Uludağ’ın keşiş, derviş ve şairleri bir yana meczubuna bile hayran kalmış; dünden bugüne dağ ile ilişkisi olan kim olursa olsun onu tanımaya, onlardan biri olmaya özenmişimdir. Benim gördüklerimi siz de görmüş olsanız, yaşadıklarımı siz de yaşasanız acaba dağa âşık olup; benim gibi siz de ilhamla; “Şairin biricik sevgilisi var/Herkes duysun ilân-ı aşk ettiğimi” diye başlayan şiirler yazmaz mıydınız?
Yol boyu baharla coşan çiçeklere, coşan sulara, cıvıldayan kuşlara bakar ve kulak kabartırken; aklımda hep dağcılık sporu vardı. Onun üzerine bir dergi için sipariş edilen bir yazıya hazırlanıyordum. Araştırmalarım öncelikle şair, yazar ve entelektüelin spor ile ilgisi olmuştu. Bu konuda öyle kurak bir iklim vardı ki.. Çıka çıka önüme iki isim çıkacaktı: Üstat Şair Mehmet Akif Ersoy’un, koşu, yüzücülük ve güreş sporu ile Üstat Necip Fazıl Kısakürek de kürek ve atçılık sporu ile biliniyordu. Necip Fazıl, atı çok sever, at binerdi. Bu öyle bir sevda olmalıydı ki ‘Ata Senfoni’ diye at ve atçılık ile ilgili bir kitap bile yazmıştı. Onlara bakınca kendimi dağcı bir şair ve yazar olarak ne kadar şanslı bulsam yeriydi.
|