Bâbıâli Gökçer Öğünç Sayı:
80 - Nisan / Haziran 2014
Kalem efendilerinin kalesidir Bâbıâli. Bâbıâli denildiğinde Bâbıâli’yi niteleme bakımından Atilla İlhan’ın sözü aklıma düşer. Derdi ki: ‘Türkiye’nin kalbi İstanbul’da, İstanbul’un kalbi Bâbıâli’de atar.’ Her ne kadar tükenmişlik ve yok oluş olsa da hâlâ Bâbıâli’nin yüreğinin kıpırdayışlarını duymak kuvvetli ihtimal dairesindedir.
Türkiye’de yayınevleri denilince ilk akla gelen yer; Cağaloğlu’dur. Cağaloğlu denilince de ilk akla gelen mekân Bâbıâli’dir. Son elli yıl öncesine kadar ülkenin gazete, basın, yayın merhalesi buradaydı. Gazetelerin artık plazalara ve rezidanslara sonra yine de basın ve yayıncılık faaliyetleri Bâbıâli’de vuku bulmakta.
Aslolan Bâbıâli’nin her gün can çekiştiğidir. Yayınevleri başta olmak üzere basın-yayın sektörü bir bir terk ediyor bu kaleyi. Ve maalesef yerlerine alışveriş merkezleri, oteller, restaurantlar yapılıyor. Aslında katledilen, can çekişen Bâbıâli’nin yerleşkeleri, kitabevleri, yayıncılık büroları değil sadece… Katledilen tarih, katledilen bunca kadim bir emeği bünyesinde taşıyıp bugünlere gelen Türk irfanı. Katledilen Türk irfan ve edebiyatını zuhur eden kalem efendileri. Katledilenler; Namık Kemal’ler, Şinasi’ler, Ahmet Mithat’lar, Mehmet Akif’ler, Peyami Safa’lar, Necip Fazıl’lar, Ahmet Kabaklı’lar… Ve saymakla bitmeyen kalem efendileri, yazın hayatının erleri. Peki bu saydıklarım değerlerin hakkı ne olacak? Kemikleri sızlamayacak mı?
Bâbıâli aslında silueti itibariyle de olsa basın ve yayıncılık merkezinden daha çok bir mektep misyonu güdüyor. Neşriyatı edebiyat ile hemhal olan Bâbıâli portresi; Tanzimat’ın birinci dönem yazarlarıyla başlar kronolojisi, günümüzde de diriliş adamı Sezai Karakoç ile de devam eden bir görünüm arz eder.
Namık Kemal’den Sezai Karakoç’a kadar süren bir geleneneğin içinde benim aklıma ilk gelen isimlerden biri Necip Fazıl Kısakürek’tir. Zaten kendisinin de Bâbıâli adlı bir eseri de mevcuttur. Necip Fazıl Bâbıâli adlı eserinde Bâbıâli’yi her açıdan masaya yatırır, muhasebesini detaylı yaparak hakikat arayışlarına dalar. Bâbıâli’yi yalnız basın ve edebiyat hatıralarından ziyade ulvi bir misyon tanımlamasıyla bir değerler manzumesi ortaya koyar. Basının bir ahlâk ve değer abidesi olmasının yanında şantaj ve menfî bir araç olduğunu da ekler. Müspet yönlerinin siyasî ve güncel çarkın içinde nasıl kurban edildiğini ve böylece menfîbir hususiyete kavuşturulduğunu örnekleriyle anlatır.
Bâbıâli’nin ruhî muhtevası yani mânâ gücünün yanında bizi kendisine celbeden bir de madde yönü vardır ki; o da kendine has mimarî figürleridir. Osmanlı minyatür ve mimarî geleneğinin izlerini taşıyan tarihî mekân; ne kadar olumsuz dönüşüm de yaşasa bizi çoğu zaman bin dokuz yüzlü yıllara kadar götürür. Sadece Tanzimat edebiyatı değil; Serveti Fünun ve Fecri Ati edebiyatları da buralarla beraber bir anlam ifade etmektedir kanımca.
Edebiyat başta olmak üzere basın, yayın ve haberleşme çevresinin yani topyekûn mânâda enteljiyansın hem kendi içinde birbiriyle hem de çevre ve insan ile alâka ve etkileşimi ne kadar güçlü ve sağlıklı olursa, bunların akabinde tezahür olan toplum ve kurumların o kadar sağlıklı olması değişmez akıbet olur. Maalesef yazımın başında da belirttiğim gibi; holdingleşen, kartelleşen, mekânlarını plazalara taşıyan basın ve yayın sektörü, Bâbıâli gibi hem madde hem de mânâ plânında bir kaleyi bugün zafiyete uğratarak acı bir süreci yaşattırmaktadır.
Bugüne kadar edebiyat dünyasına ismini yazdırmış ve en önemlisi de ölümsüz sıfatıyla müşahhas olan dergi ve bültenlerin büyük bir ekseriyeti Bâbıâli’de doğmuş ve burada kıvam almıştır. Edebiyat hareketlerinin doğmasına vesile olan edebî manifestolar; Bâbıâli’nin sadece dokusunu değil kokusunu da bünyesinde taşımıştır. Tasvir-i Efkâr, Tercüman-ı Ahval, Saadet, Varlık, Büyükdoğu, Diriliş, Hece, Çınaraltı, Hisar, Mavi, Papirüs, Marko Paşa ve ismini sayamadığım onlarca dergilerin hepsi Bâbıâli’nin nezih ve otantik odalarında doğmuştur. Ve en önemlisi de popüler kimliğini yakaladıktan sonra bile bu kaleyi terk etmemişlerdir. Bâbıâli’de doğmuş, burada yaşamış, burada sona ermiştir. Zuhur olduğu yerden kopmayı; sadece madde nezdinde değil mânâ plânında da kopma algılamasından dolayı kaleyi asla terk etmemiştir.
Günümüzde medyanın konformist tavırlar içerisindeki görünümü sebebiyle bilgi ve kültürün değeri itibarsızlaşmıştır. Bunlara ilâveten hızlı ve baş döndürücü enformatik gelişme ile beraber bilgiye ulaşma merhalesi kolaylaşırken, bilginin kendisi değersizleştirilmiştir. Tüm bu olumsuz tekâmüllere rağmen; yine de insanları en ayırt edici gücün ‘bilgi’ olduğu bir dünyada Bâbıâli’nin ruhu ve kadim muhtevası her dem yaşamaktadır.
Bâbıâli ruhu; medyanın, basın yayın sektörünün, matbu ve tefrika ikliminde içerik yoksunluğu ve devamlı tekrarın doğurduğu problemlere ilâç olacaktır. İdealizmi popülizme kurban eden bir anlayışın dayatmalarına ancak bu ruh karşı durabilir. ‘Yüce kapı’ mânâsındaki Bâbıâli, bu ruhun derlediklerini toplumun her katmanına sirayet edecek bir güce sahiptir. İşte Bâbıâli ruhunun kendi özünü kaybedip bugün plazalara dönüşmesinin en önemli sebebi budur. Halbuki yazın hayatına bizden en az iki yüz yıl önce başlayan batı; Bâbıâli gibi kadim bir hususiyet arz eden mekanlarını özüyle beraber itinayla korumaktadır.
İlim ve irfan yani hakikat ve hakikati arayış çizgisinden; fayda-kar düzlemli pragmatik çizgiye tahvil olan bu sürecin kodlarını iyi okumak gerekir. Özellikle edebiyatın handikabı; genel ile ilişki formatını iyi ayarlayabiliyorken, güncelin kucağına düşerek ideal olanı popüler olana feda etme ihtimalidir. Edebî zeminin dışındaki diyalektik ise bu süreçte çok daraltıcı geliyor. Bâbıâli’nin ruhî muhtevasından azade olan günümüz basın yayın sektörü; müspet idrak ölçüsünü aşılamak yerine popülist ve pragmatist kaygılarla menfi paradigmalar aşılıyor toplumuza. Kalite ve asıl olanın, edebiyat ve yazın hayatında tekrar başat konuma ulaşması için Bâbıâli ruhunun tekrar dirilmesi ve hâkimiyeti gerekliliği hattâ mecburiyeti vardır.
|