Kalp Çetin Tarı Sayı:
80 - Nisan / Haziran 2014
Güneş tepeyi çoktan geçti, karşı ki kavaklığın üzerine inmesi yakındır…
Neden gelemediler hâlâ?
Muhtarın torunu Şeker geçerse yine sorayım, ‘deden oğlumu getirecekti hani, bir haber yok mu?’
Kızcağız da kapının önünden geçmeye korkar oldu, suçlar gibi sorguya çekiyorum her gördüğümde, elimde değil ki, ayrıca bu saatte tarlada olur aşağı evdeki Mahmutlar, daha yakında da kimsem yok. Bu kahrolası dam köyün en ücra yeridir…
Acıkmıştır… Ocağa astığım patates yemeği çoktan oldu. Çok sever benim yaptığım patatesi, hemen anlar kokusunu.
İçine et katamadım eskisi gibi ama, inşallah gönül koymaz, tek horozum Cihan’ı kesmeye kıyamadım. ‘Sen yokken o yoldaşlık yaptı bana’ derim anlar darılmaz…
Et yemeyeli ne kadar zaman oldu?
Ekmek var evvelsi pazardan kalma, onu ıslatırım bir de çillenmeye yakın bir soğan… Ama bulamadım, belli ki yemişim. Hatırlayamıyor bu kahrolası kafam artık.
Hem o geldiğine göre artık unumuz da olur. Tandırda taze ekmek yaparım ona çocukluğundaki gibi. Et de alır yemeğe katmaya, bahçeye bir şeyler de eker, çalışkandır, boş duramaz…
Görmem zorlaşalı beli bir şeyler ekemez oldum. Dışarı bile çıkamam ya, şu eşikten öteye...
Şekerin sesi sandım da değilmiş, saksağanmış kör olası, ne güzel de ötermiş meğer ya da oğlum geliyor diye güzellendi gayrı her şey…
Vadi yolundan gelen araba olursa göreyim diye kapının önüne çıkardım tek lüksüm tahta sandalyemi. Ahmet’im gitmeden önce boyamıştı, ne de güzel bir mavi...
Bir de Mahmut’un Nezihe, dün çekirdek getirmişti koca çiçeği ile, onu da elime aldım mı sıkılmadan beklerim, saat kaç oldu ki? Ah Mahmut, şu tavuklu saatimi bir tamir ettiremedin?
İnsan boş boş bekler oldu mu aklına ummadığı şeyler gelir; Ahmet’imin doğduğu günü ne kadar da net hatırlıyormuşum meğer.
Toprak kaydığı gecenin sabahında doğmuştu, ne de çok yağmur yağmıştı o hafta, gök delindi sanmıştık. Eve vuran selin izleri hâlâ öbür evin duvarında bellidir herhal…
Öbür ev…
Sahi babası olacak ne yapıyordur şimdi? Mahmut arada bir uğrayıp bahseder babasından ama o anası olacak benle konuştuğunu duymasın diye fazla uzun da kalamıyor…
Mahmut, kumamın oğlu ama Allah biliyor ki onla Nezire olmasa aç köpekler gibi burada çürür giderdim bir Allah kulunun da haberi olmazdı zaar.
Ahmet’im, bana Rabb’in lütfu, ne de geç kalmıştı doğmaya…
Ben ki 35 yaşına kadar kısır bellenip üzerime kumalar getirilmesi reva olan… Onun doğması bile babasının bizi sevmesine yeterli olamadıydı.
Daha önce diğer analıklardan doğan altı kardeş çoktan saltanatı ele geçirmişti bile, biz sadece fazlalık olabildik, ertesinde de daha ilk yaşına girmeden uzaklaştırdılar bizi oradan…
O gün bugün ayrı kalmadık hiç, hem oğul hem baba, hem de arkadaşlık etti bana, kimseye ihtiyacımız olmadı. Şu yan bahçeyi de ektik mi bizden mutlusu yoktu, hem bu sürgün bahçesi de yüz çevirmedi bize. Ne ekse Ahmet’im, bin verdi çok şükür, şaşırttı, kıskandırdı herkesi…
Ah, o uğursuz gece?
Saat kaç oldu? Niye gelmediler hâlâ? Yoksa o, geçen ay gelecek diye beni ayağa kaldırıp yol gözleten muhtar yine mi yanıldı; Kusura bakma Fatma Nene’’ demişti, ‘’Ahmet gelirken bir işi çıkmış, tekrar dönmek zorunda kalmış Bulgaristan’a…’’
Sonrası bir kelime dahi etmediği, yollarımdan kaçar olduğu halde dün tekrar yanıma gelip, çekingen; ‘’Yarın bir ziyaretçin olacak’’ demesi?
Ne demek istediğini anlamadım ama şehirliler nasıl derdi; ‘Bir sürpriz yapacak’ demek ki oğlum…
Ondan başka kim tanır da kim gelir evime, hem de köy dışından?
O uğursuz gece yüzünden değil mi tüm bu karabasan, özlem, sıkıntı...
Eski muhtarın sarhoş oğlunun öz abisini vurması, suçu garibime atmaları ve bir yıl önceki o gece, Ahmet’imin kaçıp ne ölü ne diri, bir daha haber etmemesi…
Ama… Ama ben biliyordum, analar bilir oğullarının ölmediğini, bir yerlerde nefes aldığını, beni unutmadığını biliyordum...
Asıl suçlu baharda vicdan azabından kendini belli ettiğinde ‘oğlun’ dediler, ‘hayattaymış korkudan ses edememiş, yurt dışından dönüyormuş nihayet senin için…’
Dönecekti ama dönmedi, söylemedi de kör olası muhtar, niye? Mahmut bile yanıma daha az uğrar oldu sonra...
Bu kez gelecek dedi sonra. Kendine sorarım artık, ya da sormam; zaten en iyisini bilir, elinde olsa üzmez gecikmezdi anasına, işi çıktı belli ki.
Hava da karardı kararacak, göğe bir şenlik geldi, bu kadar güzel renk bir arada görünür müydü ki evvelden?
Gitti gideli çok perişanlık çektim, çok yalnız kaldım ama olsun, takdir-i ilâhî böyle istedi. Daha yanımdan ayrılmaz, hani o eşikten düşmüştüm de ne kadar üzülmüştü, kasabadan doktoru traktörle almaya gitmişti acele, herkesin oğlu yapmaz öyle, Ahmet’im, kınalı kuzum…
Bulanıktı seçemedimdi, ama…
Vallahi araba bu! Tozundan anladım, muhtarın Reno belli ki.
Geliyor, nihayet geliyor, şükür Allah’ım…
İçeriyi bir daha düzelteyim. Gerçi toprak ocak ile şu eski sandalyeden başka da bir şeyim yok ya olsun, yabancı değil gelenler.
Sesler artıyor, araba durdu nihayet.
Başım döner gibi oldu kapıya çıkamayacağım, ama ağlamadan sarılacağım oğlumun boynuna, üzülmesin, gayrı kaderdi oldu. Yaşanası varmış demek, elden bir şey gelmez, daha da her şey düzelir, yiğidim anasına geldi…
Muhtar tedirgin içeri geliyor önce, elimi öpmeye eğiliyor, hiç yapmazdı halbuki ve geri, kapıya bakıyor, ardında uzun zayıf esmer bir oğlan, yanında genç bir kadın ve küçük bir kız çocuğu. Eşikten içeri bakıyorlar, bir bana bir oğlana, kadın ağlıyor mu?
Pencereden dışarı bakıyorum, başka kimse yok…
Kimse konuşmuyor, cenaze evi misali…
Ve zayıf ve yabancı oğlan gözlerini kırpmadan titrek adımlarla içeri giriyor duvarları tanımaya çalışır gibi, önce sol ayağıyla. Sonra kapının ardındaki Ahmet’in terliğini eliyle koymuş gibi bulup ayağına geçiriyor, sanki yıl gibi bir zaman geçiyor, yine de ses yok…
Ocağa yaklaşıyor sonra, patates kokusunu çeker gibi, yüzünde bir gülümseme…
Ve ondaki bir şeyleri tanıyorum sanki, bir parçam gibi, yanaşıyorum yakınına, gözlerime bakıyor…
Yüzü, elleri, boyu posu Ahmet’e hiç benzemiyor, başka biri ama sonra anlıyorum...
Hâlâ ameliyat sargılarının olduğu belli göğsüne dayıyorum başımı, duyayım diye sesini…
–Ahmet bu, Oğlumun kalbi…
|