Prens Çetin Tarı Sayı:
81 - Temmuz / Eylül 2014
Dinliyor musun? Samsa, bir sabah uyanır ve sırt üstü debelenen dev bir böcek olarak bulur kendini… Ne büyük mutluluk… Kafka’nın tragedyası üzüyor insanları ve sonraki sayfalarda, temizlik düşkünü komşularına yakalandığı için paniğe kapılıyor herkes. Ya beni görselerdi, seni... Oysaki ne büyük özgürlük... Dışarı çıkabilir örneğin, kötü komşularının kapısından hızlıca süzülüp asansörü kullanma gereği duymadan ya da her saniye yardım istemeden bir sığıntı gibi ve apartman girişine inip güneşin aydınlattığı avluya ve oradan da bahçeye süzülebilir eğer isterse. Güneş… Düşünmezler mi, ellerini güneşe açabilen bir canlıdan daha mutlu hangi yaratık olabilir? Ben mi? Sana soruyorum evet, biraz sola dönmem gerekiyor, göremiyorum kendimi, neyse ki bunu tek başıma yapabilirim, bir solucan gibi görünsem de debelenirken… Sonrasını mı soruyorsun, heyecanlandın değil mi? Sonrası; ver elini ağaç gölgelerinde saklanan damlalar asılı o eflâtun çiçek yaprakları ve hattâ dün akşamki yağmurdan kalma su birikintilerinden her hangi birinin yanında tüm gece boğazını şişirip varlığını haykırmaktan başka işi olmayan sözüm ona o çirkin dedikleri kurbağanın yanına… Bir kurbağa. Evet, bu daha iyi değil mi? Keşke olabilsem… Samsa gibi müzisyen değil ama bir ressam olmak isterdim meselâ, söylemiş miydim bunu daha önce sana ya da düşünmüş müydüm herhangi bir zaman? Yalnız benim rüyam, renklerden ziyade boyaların o tahrik edici dokuları ile ilgili daha çok ve en çokta yağlı boyaya dokunmanın nasıl bir duygu olduğunu merak ediyorum… Sulu boya kendini seyrelten ve benim de hissedebildiğim sıvısı gibidir muhtemelen ama hani ya pastel boya? O reklâmlarda gördüğüm kaliteli, pırıl pırıl olanlar ama yumuşak mı, yoksa insanı şaşırtacak derece de sert ya da pürüzlü müdür? Ya da sevgili aynadaki tek arkadaşım, kırmızı sıcak mıdır söyledikleri gibi ya da yeşil; dokununca huzur verir mi dersin? Süskind’in Koku’sundaki gibi aslında anlatmak istediğim biliyorsun, hani o adı kurbağa olarak çevrilenin dünyayı kokular ile adlandırması, başka türlü var olamaması, ya da anlayamaması ne olup bitiyor, işte öyle bir şey. Koku yoksa benim gibiler için hayat da yok ama daha da önemlisi dokunamıyorsan dünya anlamsızdır, hangi günahın cezası ki bu çektiğimiz? Öylece bakıyorsun suratıma, konuşmasam konuşacağın hattâ tepki vereceğin bile yok, ama biçimsizliğin sonuçta benim yansımam ve yine aynı bakış gözlerimizdeki; nasıl yaşıyorsun böyle? Haklısın… Bir böcek olarak hem de yarım yamalak bir böcek, yaşamaya devam etmek anlamsız, tabi ki farkındayım… Şu ana kadar nasıl dayandığımı soracaksın değil mi? Son sorun olsun bu ama. Söyleyeyim. Hikâyeler sayesinde… Ve sırrımı açıkladığıma göre bil ki, bir hikâye anlatmanı isteyeceğim senden, yok olduğumda ardımdan ve tek bir cümlelik. Ruhumun olmayan yansımasıyla elbet, yapabilirsin ve görmek isteyen ki fazla kişi değildir onlar, görebilirler bunu eğer isterlerse, tek vasiyetimdir unutmayasın… Anlayamıyorsun değil mi? Peki, bir başka hikâyeden bahsedeyim o halde sana ve ardından asıl niyetimden, iyi dinle… Hint mitolojisinde iki sevgilisi olan Sita’yı okuduğumuzu hatırlıyor musun? Hani birinde zekânın diğerinde ise vücudun çok iyi olduğu sevgililerinin kafalarını değiştirmek için tanrılarına dua eden o nankör kızı? Şu, kafalar değiştikten bir süre sonra değişen bir şeyin olmadığı, yine aynı vücutların ortaya çıktığı hikâye… Ve özellikle bu hikâyeden sonra ‘doktorlar insanların kafalarını değiştirebilecekler’ fikrine o kadar inanmıştım ki o zamanlar sürekli annemden gazeteleri gözden geçirmesini istiyordum, hem de bıktırana kadar, oysaki… Olmuyor sevgili eski dostum, yapamıyorlar ve bu ömür içinde yapamayacakları da kesin gibi… Bu form içinde şekilsiz suratlarımıza bakmaya mecburuz anlayacağın… Ama her şey bu kadar ümitsiz değil merak etme. Mutluluk için tek şansımız tek arkadaşımı, seni götüremediğim diğer dünya, yani karanlık ve içinde gördüğüm rüyalarda… Hemen alınma ama orada sana ihtiyacım da kalmıyor aslında ve herkes eşit görünüyor inan bana. Riyakârlara ve özellikle böyle haksızlıklara da yer yok tabiî; o gezecek özgür ama utanmadan mutsuz, sen böyle yatağa mahkûm… Hadi canım! Hem neden? Ne suçumuz varmış ki? Sesleri duyuyor musun? Evet annem… Saat gece yarısını vuracak az sonra, ışığı açık unuttuğu için gelecek içeri ve gözlerini ovuşturarak; ‘‘uyu artık oğluşum,’’ diyecek ‘‘geç oldu…’’ Geldiğinde son kez soracağım ve cevabı bilmeme ve onu istemeden üzmeme rağmen, gülümseyecek yine sabırla… “Gazete aldın mı bu gün?’’ “Ve doktorlar…’’ “Doktorlar, kolları ve elleri doğuştan olmayanlar için kafa naklini başarabilmişler mi bu gün?’’ O ‘‘hayır’’ dedikten ve ben çocukluğumdaki gibi yanağımı yüzüne sürdükten sonra, “Odam çok sıcak’’ diyeceğim, “Lütfen pencereyi açık bırak…’’ Velhasıl sevgili dostum uzun zamandır aklımdakinden bahsedeyim ki sana, pencerenin hemen yanındaki yatağımızdan pencereye sürünebildiğimi fark ettim bir süre önce… Yeterince yüksekte olduğumuza göre pencereden düşüşümüz istediğimizi verecektir mutlaka ve nihayet dönüşeceğiz… İnanılmaz şairane; düşmek bizi düşe ulaştıracak… Ne o surat mı asıyorsun? Hayır, üzülme, çok düşündüm olması gereken bu… Durum şudur ki; sadece gecelerin rüyaları yetmiyor artık ve mutlu ve tam olabildiğim tek yer de oralar… Sonsuz bir uykudan bir böcek olarak uyanacağım belki ama bir böcek kadar harika ve eksiksiz olacağım, eminim… Boyalarına dokunaçlarıyla dokunabilen ya da istiyorsa olabildiğince mutsuz ve hem de amaçsız güneş altında koşuşturabilen… Ve Samsa o gece, rüyasında kendini bir prense dönüşmüş olarak bulur. “Elbette bir ödeşme günü olacaktı ve sen rüyaların en güzelini hak etmiştin artık...’’ der, onu öpen güzel prenses…
|