Karasevda Erdem Özçelik Sayı:
83 - Ocak / Mart 2015
Yüreklerin sevdası kuş misalidir aslında... Sadece sevdiğine kanatlanır. Bir serçe, bir güvercin, belki de bir martı... Veya kısacık ömrüyle bir kelebek... İçerde, taa en derinde bir çoban alevi yakarcasına sevdalanır sevdalılar. Göğüsleri daralır, nefesleri düğümlenir. En adi, en acımasız kelimeler bile değişilmez gelir o an. Ne yapsa, ne söylese coşku yaratır bedenin her zerresinde. Belki de uyuşmuş bir bağımlılıktır. Göz yaşartan, acı veren, öte yanda da en büyük hazla vazgeçilmeyen... Belki de en büyük düşmandır veya en büyük mutluluk... Ama net olan dünyada hiçbir gücün, hiçbir varlığın ve hiçbir somut öfkenin vermediği sızıyı yaşatır bizlere. Öyle ya hangimiz hesap ederiz ki mutsuzluğu, acıyı, kaybedişi... Sadece sol yanımızdaki ağırlığa, tatlı hazza kilitlenir kalırız. Sanki mey sarhoşluğu yaşar yüreklerimiz. Aymaz, görmez... Hattâ dağlara, taşlara, tüm kâinata yazmak isteriz sevdamızı. Bazen de suskun şarkılara dönüşürüz. Kelimelerin anlamını, kavramını, sıcağını yitirdiği deli bir suskunluğa... Öyle dilsiz, öyle hayalsiz, duygusuz... Ama biliriz ki sevdamız hep yürekte, hep içimizde sıcacık... Hani aşkı taşa yazsan, taş ağlar derler ya; taş ne anlar ki sevdadan, sevmekten. Sevda, yürek işidir. Cesaret işi, sabır taşılıktır.
Gülnaz da sevmişti işte. Belki kendince Leylâ olmuştu Mecnun’u karşısında. Yüreğindeki sevdayla çöllere meydan okumuştu. İsimsiz, anlamsız, niteliğini yitirmiş kelimelere can vermişti minicik yüreği. Öyle ki bedenini saran aşk fırtınası, kocaman bir okyanusa dönüşmüştü. Halbuki derin sevmeler hep sırdır, hep gizdir. Herkesten, her şeyden, hattâ tüm dünyadan saklanır. Ama Gülnaz dayanamamıştı. Susturamamıştı içindeki sessiz çığlığı. Söz dinletememişti kapan kurmuş kelimelere. Sağanak gibi akan gözyaşlarıyla “Ben de seni seviyorum Cem.” demişti. Çok direnmişti halbuki. Çok canını yakmıştı. Hattâ aşağılamıştı bile. Basit, alışılagelmiş, sıradan bir insandı önceleri. Ama zamana, sabra ve aşka yenilmişti. Kaptırmıştı yüreğini sevdaya. Yani Cem’e… Yani aşka… Yani... Yani dünyanın en özel hazzına... Ve elini tuttu Cem’in. Parmaklarını birleştirdi parmaklarıyla. Ardından gözlerine baktı, gülümsedi. Artık her şey değişmişti. Zira “Benim aşkım ikimize de yeter.’’ diyen adam, gerçek bir sevdaya yelken açıyordu. Her şey yeniden başlıyordu onun için. Gerçek bir sevgi, gerçek bir mutluluk, gerçek bir aşk...
Sonra ansızın genç kız gözyaşlarını sildi. Metin'in sesiyle toparlandı, kendine geldi. ''Bu kurtarılanlar arasında da Cem yok.'' diyordu genç adam. Ve umudunu yitirmiş, yorgun adımlarıyla Gülnaz'a doğru ilerlemeye başlamıştı. Cem'in iş arkadaşı, yakın dostuydu Metin. Yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi. Birlikte çok iyi vakit geçirirler, ailecek görüşürlerdi. Yaşanılan bu zor günde de en büyük destek olmuştu Gülnaz'a. Arkadaşının yokluğunu hiç belli etmemişti. Her fırsatta moral vermiş, umutsuzluğa düşmesini engellemişti. Zira Cem, geçirdiği maden kazası nedeniyle göçük altındaydı ve Gülnaz'a gereken tek şey umuttu.
Öyle ki Cem her gün olduğu gibi sabah erkeden kalkarak kahvaltısını yapmıştı. Bir süre eşiyle sohbet edip yakın zamanda doğacak çocukları için hayaller kurmuşlardı. Erkek çocukları olacaktı çiftin. Bir aydan az zamanları kalmıştı. Ve vakit kaybetmeden hazırlıklara başlamışlardı. Odası, kıyafetleri, yatağı, yorganı, yastığı, her şeyi, her detayı düşünmeye çalışmışlardı. İsmini ise Yavuz koyacaklardı. Cem'in dedesinin ismiydi bu. Gülnaz da karşı çıkmamıştı düşüncesine. Sonra sabah sohbetinin son bulmasıyla Cem, yavaş adımlarla kapıya yöneldi; dışarıya çıkmak üzere hazırlandı. Tam sokağa adımını atacaktı ki arkasına dönerek derin bir hasretle Gülnaz'a baktı. Sanki son kez bakıyordu ona. Son kez aşk dolu gözlerle izliyordu sevdiğini. Bir daha kavuşamayacak, göremeyecek gibi… Ve “İyi bak kendine.” dedi. “Ben olsam da, olmasam da hep kendine ve çocuğumuza iyi bak olur mu? Zira her daim ruhum, yüreğim, aşkım sizlerle olacak.” dedi, sımsıkı sarıldı sevdiğine. Akabinde de dışarıya çıktı, iş yerine geçti. Gün bitimine doğru da sözü edilen acı kaza meydana gelmişti.
O sıra genç adamın vardiyası içerdeydi. Hattâ tam vardiya değişim saatiydi. İşini bitirenler yorgun argın toparlanıyor, yerlerine gelenlerse dikkatli bir çerçevede bıraktıkları noktadan devam ediyorlardı. Her şey normal seyrindeydi yani. Sonra hiç beklenmedik şekilde büyük bir gürültüyle madenin içinde yangın patlak vermişti. Ansızın meydana gelmişti her şey. Ve ilk etapta nedeni belirlenememişti. Kısa zamanda tüm bölgeyi etkisine alan yangın, her yeri can pazarına çevirmişti. Resmen yaşam savaşı veriliyordu yerin altında. Kaçanlar kaçmış, kaçamayanlar içeride kalmıştı. İlk şokun atlatılmasıyla da hemen kurtarma çalışmalarına başlanmıştı.
Gülnaz şantiyeye girdiğinde ise sanki tüm Soma oraya toplanmış gibiydi. İrili ufaklı, yaşlı genç birçok grup oradaydı. Duyan gelmişti kısaca. Kimi oğlunu, kimi kardeşini, kimi arkadaşını kimi de Gülnaz gibi eşini bekliyordu sağ salim görebilme umuduyla. Zira umut, madendekiler için tek iç açıcı, yön gösterici ifadeydi. Umut etmekten başka yapabilecekleri bir şey yoktu yani. Onlar için yerin altında her yer karanlık, her yer taş toprak, her yer ıssızlıktı; soğuktu. En korkusuz olduğunu iddia edenin bile içini titretirdi böylesi. Hattâ ne düşüneceğini, ne hissedeceğini bilemez insan… Sadece delicesine, iliklerine işleyecek derece korku doludur. Ve korktuğu için Allah’a dua eder. Tek dileği kurtulmaktır. Kurtulmak ve sağ salim sevdiklerine kavuşmaktır. Ama bilir ki kaderden öteye geçilmez. Hiçbir şey silemez bu değişmez yazgıyı. Cem’in ki de böylesi bir şeydi işte. Her yer ıssız, soğuk, karanlık, ürkütücüydü. Hattâ Cem gibi tam 787 kişinin kaderiydi bu. Çalışmaların sonunda da 486 kişi yara bere içinde kurtarılmıştı. Fakat kurtarılanların arasında hâlâ Cem yoktu. Sanki yer yarılmışta içine girmiş gibiydi. Hiçbir yerde, hiçbir ambulansta görünmüyordu genç adam. Gülnaz iyiden iyiye öldüğünü bile düşünmeye başlamıştı. Sonra ansızın olduğu yere çöküverdi. Ve başını kolları arasına alarak yoğun düşüncelere gömüldü. O sıra, günlerin hiç bir anlamı yoktu Gülnaz için. Pazar, Salı, Cuma ne fark ederdi ki. Hafta denilen kavram yedi gün yerine beş gün olsaydı ne değişirdi onun için. Veya hangi ayın kaçıncı gününde olduklarının... Sonuçta Cem yoktu. Neredeydi, ne haldeydi bilmiyordu. Bir daha olacak mıydı oda belli değildi. Tek bildiği cevapsız, karmakarışık, ölüm kokan sorulardı. Çok geçmeden de yüreğinin dehlizlerinde kaybolmuştu zaten.
“Ey yürek sızım, boynu bükük kanayan yaram, Cem'im... Ey sessizliğiyle yazgısına küskünüm, çıkmaz sokaklarıyla sol yanımdan edenim, karşılıksız haliyle sahipsiz yanım... Ne olurdu sanki seni etinle kemiğinle, canınla kanınla bir kez daha görebilseydim. Gözlerinin sonsuzluğuna uzun uzun bakabilseydim. Son kez yenilseydim sıcacık sözlerine. Yalan da olsa hep yanındayım, baktığın yerdeyim deseydin keşke. Olmayacağını bile bile koynunda uyanacağımı hissetseydim meselâ. Ah gönül sızım; dağlara, denizlere, okyanuslara sığmayan derin sevdam, nerdesin. Nerdesin yüreğimin kapkara madenindeki çaresiz hapsoluşum... Ah sol yanımın sihirli iksiri; hiç çekinmeden verirdim canımı uğruna, hiç umursamazdım gözlerine bakarak vereceğim son nefesi. Yeter ki bir kez daha duyabilseydim kokunu, işitebilseydim sesini. Yeter ki sen ol Azrail yerine son gördüğüm. Sen ol göğsüme bastırdığım, delicesine ismini sayıkladığım. İnan bana âşıklar imrenirdi halimize. Keşke yürek sızım, keşke... Keşke duyabilseydin içimdeki yangını.”
Genç kız böylesi karmaşık duygular içindeyken arkasından bir el omzuna dokundu. “Gülnaz ne yapıyorsun burada.” diye yanına sokuldu. Genç kız duyduğu sesle başını kaldırdığında Cem etiyle kemiğiyle karşısında duruyordu. Hattâ gayet sağlıklıydı, güçlüydü. Ve onu böyle görmek fazlasıyla şaşkına çevirmişti. Sonra yavaşça yerinden kalktı; üzerinin kirini, pasını temizledi. Vakit kaybetmeden de boynuna sarılarak içinin kararmış noktalarına su serpti.
Öyle ki Cem, şirkette bulunduğu görev dolayısıyla belediye meclisinde bir toplantıya katılmak üzere merkeze inmişti. Uzun süre toplantıda kalması nedeniyle yaşanılan faciadan da habersizdi. Ancak bilgisi olmuş, koşar adım şantiyeye dönmüştü. Ve Gülnaz’ı orada üzgün halde görünce hemen yanına gitmişti. Genç kızsa böylesi bir tablo ile karşılaştığında sevinçten uçacak kadar mutlu olmuştu. Eşinin madende göçük altında kaldığını düşünürken sapasağlam karşısında bulunca dünyalar onun olmuştu. Halbuki kazada canını yitiren onca işçi vardı. Herkes fazlasıyla acılıydı, kederliydi. Kimseye saygısızlık etmemek gerekiyordu. Ve bundan dolayı toparlanarak davranışlarına çeki düzen verdiler, diğerleriyle ilgilenmeye başladılar.
|