Kardelen'i DergiKapinda.com sitesinden satın alabilirsiniz.        Ali Erdal'ın yeni kitabı TÜRK KİMLİĞİ çıktı        Kardelen Twitter'da...        Kardelen 32 Yaşında!..       
    Yorum Ekle     225 kez okundu.     Henüz yorum bırakılmadı.     Yazara Mesaj

Hepimiz Biraz Issızız
Erdem Özçelik

  Sayı: 116 -

Urla yolundaydı. Bir okul dönemini daha bitirmiş, başarmanın verdiği hazla evine dönüyordu. Ailesinin özlemi ise her yanını sarmıştı. Her biri burnunda tütüyordu. Hele babası... Çok özlemişti onu. Çatık kaşlı bakışlarını, yeri göğü inleten gür sesini, yufka yüreğini… En çokta içten, sıcacık sarılışını… Otobüsten indiğinde henüz gün ağarmamıştı. Her yer alacakaranlıktı. Dolayısıyla hâlâ uyku mahmuruydu. Ve bu etkiyle ellerini geriye doğru birleştirerek esnedi. Üstündeki kırgınlık ve sersemlikten kurtulmaya çalıştı. Az da olsa kendisini toparladığında kısa, küçük adımlarla ilçe dolmuşlarının hareket ettiği durağa yürüdü. Henüz insanlar yeni yeni güne adapte oluyordu. Haftanın zor bir günü daha başlamıştı. Kimisi işine, kimisi hastaneye, kimisi de yarım kalan diğer sorumluluklarına koşturuyordu. Ama hepsinin de ortak paydası aynıydı. Zamanla yarışıyorlardı. Otobüsler, dolmuşlar, duraklar dolup taşıyordu. Ayça da bir an önce evine gitmek, ailesine kavuşmak için onların arasına karıştı. İlçe dolmuşuna binerek hareket etti. Evine, ailesine çok mesafe kalmamıştı artık. Bütün bir yarı yıl boyunca biriktirdiği hasretini sonlandırmak için dakikaları kovalıyordu. Bunu hissettiğinde de heyecanı giderek artıyordu. Ayrıca içinde tarif edemeyeceği garip bir huzur vardı. Memleketine, toprağına ayak bastığında hep böyle olurdu. Sanki evine kesin dönüş yapmış, bir daha hiç ayrılmayacak gibi hissederdi.

Araç Urla’ya girdiğindeyse son durakta inerek bavulunu eline aldı, yürümeye başladı. Çocukluğunu, lise yıllarını geçirdiği ahşap ev, dolmuş durağının karşısında devam eden yokuşun sonundaydı. Küçüklüğünden beri hiç sevmezdi bu yokuşu. Nefes nefese bırakırdı. Ciğerleri oksijen almaya yetişemezdi. Bedeni ayaklarına ağır gelir, tüm direnci kaybolurdu. O günde yine böylesi bir sıkıntı yaşamıştı. Yokuşun sonuna doğru soluk soluğa kalmış, bedenindeki tüm oksijenin tükendiğini hissetmişti. Ve bir süre dinlendikten sonra yürüyüşüne kaldığı yerden devam etti. Gücünü topladı, adımlarını hızlandırdı. Bahçe kapısına geldiğinde ise yıllarını geçirdiği evi yıllardır görmemiş gibi tepeden tırnağa süzmeye başladı. Her yerini ince ince göz hapsine almıştı. İki katlı şirin ev, ahşap bir yapıdaydı. Giriş kapısı eski zamanlardan kalma iki yana açılan devasa bir görüntüye sahipti. Alt kat, samanlık ve ahır olarak; üst katsa oturmak için kullanılırdı. En önemlisi Ayça’nın mutluluk mâbediydi. Her ne kadar eski ve yorgun bir görüntüye sahip olsa da genç kızın tek vazgeçilmeziydi. Hattâ zorunlulukları olmasa ayrılmak dahi istemiyordu. Ardından bahçenin küçük kapısını yavaşça açtı. Elindeki bavuluyla hızlıca giriş kapısına geldi, eşikten adımını içeriye attı. Ve bir anda çocukluk günleri aklına geldi. Yuvarlanarak kolunu kırdığı gün, saklambaç oynadığı, bisiklete binmeyi öğrendiği zamanlar... Hâlâ o günlerin büyüsünden kurtulamamıştı. Her şey dün gibi gözlerinin önünde duruyordu. Sonra derin bir iç çekerek sağ taraftaki merdivenlere yöneldi. Elindeki bavulla tırmanışına devam etti. Merdivenleri çıktığında salon bomboştu. Kimsecikler yoktu. Hayal ettiği gibi karşılanmamak onu şaşırtmıştı. Yaşadığı şaşkınlığın etkisiyle de tek tek odaları dolaşmaya başladı. Ve son olarak terasa bakmak aklına geldi.

Hızlıca koridoru geçerek teras katın merdivenlerine ulaştı. Heyecanla elbiselerini düzeltti, saçlarını havalandırdı. Karşılarına çıkmak için hazırdı artık. Ve kapıyı aralayarak merdivenleri tırmandı, yarı kapalı alana geçti. Düşündüğü gibi herkes oradaydı. Ama bir telâş vardı. Herkes panik ve tedirgin bir haldeydi. Sonra yerde birinin yattığını fark etti. Bütün aile onun başındaydı. Genç kız da dolayısıyla bu yöne doğru yürümeye devam etti. Her yaklaştığı adımdaysa içindeki huzursuzluk artıyordu. Belki birazda korku vardı kuş gibi çarpan yüreğinde. Ve görüş mesafesi netleştiğinde beyninden vurulmuşa döndü. Yerde yatan babasıydı. Annesi başında iç çeke çeke ağlıyor, “Gitti. Dağ gibi erim, evimin direği gitti.” Diyerek yeri göğü inletiyordu. Ayça o an put gibi kaskatı kesildi. Karşılaştığı sahnenin etkisiyle şoka girmiş haldeydi. Ne diyeceğini, ne yapacağını bilmeden öylece kalakaldı. Ve bir anda olduğu yerde dizleri üzerine çöküverdi. Başını elleri arasına alarak sadece babasının cansız bedenine bakakaldı. Sonra irkilircesine yerinden doğrulup toparlandı. Hemen babasının üzerine eğildi. Bileğini tuttu, nabzını kontrol etti. Başını eğerek kulağını göğüs kafesine yerleştirdi, kalbini dinledi. Fakat tek bir olumlu netice yoktu. Yaşlı adam ölmüştü. Artık yoktu, bir daha olmayacaktı.

Genç kız bunu fark ettiğinde önce yerde yatan babasının bedenini itiştirmeye başladı. Sonrasında da ağlamaklı haliyle konuşmaya çalıştı. “Hadi kalk baba. Bak ben geldim. Kızın Ayça. İlk göz ağrın. Onurun, gururun, en büyük mutluluğun. Hadi kalk baba. Ne olur hadi kalk da kahvaltımızı yapalım. Bak yeni, güzel, huzur verici bir gün başlıyor. Bereketini kaçırmayalım. Baba ne olur kalk. Hadi ne olur. Kalksana hadi ne olur. Bırakıp gitme bizi. Ben sensiz ne yaparım. Nasıl yaşarım. Ne olur baba, bırakıp gitme bizi. Hadi kalk. Hadi… Ne olur ölme. Sen ölemezsin. Ölüp gidemez, bizi yapayalnız bırakamazsın. Bırakmazsın. Hadi ne olur kalk…” dedi. Ve babasının cansız bedeni üzerine kapanarak ağlamaya devam etti.

Bir müddet sonrasındaysa çığlık ve yakarışlara mahalle sakinleri geldi. Onların bu halini, Seyit beyin cansız bedenini gördüklerinde şaşkına dönmüşlerdi. Ve içlerinden bir kaçı acılı aileyi cenazenin bulunduğu yerden uzaklaştırarak sağlık görevlilerine haber verdiler. Gelen ekip, yapılacak bir şeyin kalmadığını, Seyit beyin kalp krizinden öldüğünü ifade ederek gerekli raporu düzenledi. Bunun üzerine Ayça ve ailesi de son görevlerini yerine getirmek üzere hazırlanmaya başladılar. Çünkü bu bir vefa borcuydu. Evin babası için yapılması gereken en önemli şeydi. Bir evlâdın, bir eşin son fedakârlığıydı, son uğurlamasıydı.

Seyit efendi yıllarca yaşadığı, ömrünü tüketip son nefesini verdiği evinden omuzlarda çıkarılmıştı. Tüm çevre, eş, dost, akraba yaşlı adamın cenaze merasimindeydi. Herkes üzgün ve ağlamaklıydı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Törende en önde küçük Kubilay babasının resmiyle adımlıyordu. En arkada da Ayça, Asu ve anneleri… Üçü de ayakta durmakta güçlük çekiyordu. Hele ki Ayça... Yüzü gözü kıpkırmızıydı genç kızın. Dermansız ayakları yılmış bedenini kaldıramıyordu. Çevreyi, insanları, sesleri duymuyordu. Sessiz bir çığlıktı yüreğinde kopan fırtına. Ruhsuz, duygusuz yol alıyordu sadece. Sanki dakikalar, saniyeler başkaları için ilerliyordu. O ise sadece yürüyordu. İçi boşalmış gibiydi. Konuşmadan suskunca adımlıyordu. Boğazında bir şeyler düğümlenmişti. Dokunsalar dünyayı yıkacak haykırışlar biriktiriyordu. Daha da hızlanıyordu adımları. Sonra ansızın sendeledi. Başı döndü. Dünya denen namussuz gezegen yer değiştirircesine daireler çiziyordu çevresinde. Ansızın destek aradı kolları. Tutunmaya, ayakta kalmaya ihtiyacı vardı. Yoksa düşecekti. Kalbi böylesi ağır bir havayı kaldıramamıştı. O an sadece yanındakilere tutunabildi. Ardından duygusuzca yürümeye devam etti. Her yeri ürpermiş, diken dikendi. Suskun ve tepkisizdi. Kim anlayabilirdi yüreğinde kopan fırtınayı, acıyı, yılgınlığı. Babasını koparmışlardı ondan. Yüreğinin diğer yarısını, âşık olduğu tek adamı çalmışlardı. Biliyordu. Artık olmayacak, geri gelmeyecekti. Mutlu hikâyesinden koparmışlardı. Vicdan en büyük adalet merkeziyse eğer, bu yaşanılanın adı ne olabilirdi. En büyük denge merkezinin, vicdanın kabul ettiği şey ne olabilirdi, nasıl isimlendirilebilirdi. Durmadan, aldırmadan yürüyordu. Hiçbir şeyi gözü, kulağı, duyuları görmüyor, hissetmiyordu. Ne kadar yol almıştı bilmeden adımlıyordu sadece. Sonra kendini bir anda aile mezarlığında buldu. Öylece yıkılıverdi kara torağa. Ayça sadece nefes alan bir bedendi o an. Hissetmeyen, görmeyen, işitmeyen... Mantığını, aklını, duyularını yitirmişti. Ne yapacağını bilmeden çaresizce çevresine bakınıyordu. Sonra babasının ebedi istirahatgahına defnedilişini seyretti. Ve içindeki taze hatıralarla ansızın yerinden kalktı, sürünen adımlarla mezarın başına ilerledi. Ardından yürek titreten sesiyle “Babaaa... Ne olur gitme. Bırakma bizi...” diyerek gözyaşlarına boğuldu.

Aslında herkes birilerini bırakır gider arkasında. Yüreklerinde sakladıklarını zifiri karanlıklara, karabasanlara feda eder. Çünkü herkes bir şekilde terk eder terk etmem, terk edemem dediklerini. Yarım ve öksüz bırakır. Hattâ her gidiş bir kaybediştir. Suskunca kabullenilen bir yenilgi, usulca razı gelinen bir kaderdir. Ve ne yazık ki her hikâyenin bir gideni, bir de kalanı vardır. Gidenler vefasız, kalanlarsa acı çekendir. Seyit efendinin ailesi de geride kalanlar olarak kahroluyor, acı çekiyorlardı. Bedenleri, ruhları koparılmış; yürekleri yerlerinden sökülüp alınmış gibiydiler. Yani eksikti görülmez yerlerinde bir şeyler. Ne yapılsa dolmayacak şekilde eksik…

Ayça ise artık yaşamıyordu. Babasıyla beraber diyar değiştirmiş gibiydi. O an bütün hislerini kaybetmişti. En büyük aşkının toprağıyla yer kürenin derinlerine gömülmüştü. Ruhsuzlaşıp yok olmuştu. Canı yanıyordu. Belki de bütün bedeni… Ama buna rağmen tek gerçek babasının vefatıydı. En büyük desteğini, arkasındaki dağı, koca çınarını yitirmişti. Ondan sonra ne yapacağını, nasıl yaşayacağını bilmiyordu. Tek bildiği uçsuz bucaksız bir boşluğun içinde kaybolduğuydu. Gerçeği hazmetmeye başladığındaysa artık yarım bir insandı. Yüreği, kalbi artık hep yarımdı. Ve kendine söz vermişti. Onu hiçbir zaman unutmayacaktı. Her nerede olursa olsun hep yüreğinde, kalbinde taşıyacaktı. Asla yalnız bırakmayacaktı kara toprağın altında. Çünkü bu onun vefa borcu, en büyük göreviydi. Zaten yüreklerde kocaman bir yer açıp ömrünün sonuna dek orada yaşatmak değil miydi vefa denen duygu? Sevdiklerini, kaybettiklerini orada saklamak değil miydi hep? Son nefesine değin en derinlerde taşımak, nereye gidilirse gidilsin oraya götürmek değil miydi? Ayça da babasını sonsuza dek hep yüreğinde yaşatacaktı. Hep içinde hissedecek, her nerede olursa olsun ondan destek alacaktı.


Bu yazıya yorum ekleyin

Adınız
E-posta Adresiniz
Yorumunuz
 

CAPTCHA


Resimdeki rakamları bu alana yazınız


Eklenen Yorumlar


Henız yorum bırakılmadı...
 
Hepimiz Biraz Issızız... - Sayı 116
Damla Sakızlı Aşk... - Sayı 111
Sessiz çığlık... - Sayı 109
Aşk uğruna... - Sayı 108
Tüm Yazıları

ASKIDA ABONELİK: Siz de "askıda abonelik kampanyası"na destek olmak ister misiniz?

Gelecek sayının konusu (120):
Doğumunun 120. yılında Üstat Necip Fazıl Kısakürek...

Son Eklenen Yorumlardan
 bosch professional gop 185-liBeylikler dönemini hatırlayalım, birbirlerine karşı üstünlük mücadelesi... Feyzi

 "Yürü kardeşim,Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin."Sen ve senin gibi şuurlu insanların sayıları bereke... Nilüfer Mihailoğlu

 Yüreğinize kaleminize sağlık kıymetli hocam. Allah hayırlı sağlıklı uzun ömürler versin.... Faruk AKTI

 kantarın topu olacak efendim ... Esra

  Gönlü klabi temiz abim kalemine sağlık başarılarının devamını diliyorum sevgiler saygılar ... Serkan yakar


ACIYORUM

Millet, Meclis’i seçiyor...

Meclis, millet namına kanun yapıyor...

Anayasa Mahkemesi de bu kanunları bozabiliyor...

 

Şimdi söyleyin:

Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletin mi?

Hâkimiyet kayıt ve şartla mı milletin?

Hâkimiyet kayıtsız şartsız Anayasa Mahkemesi’nin mi?

Hâkimiyet kayıt ve şartla Anayasa Mahkemesi’nin mi?..

(Kardelen; 13; Mart 1997)

 

ACIYORUM

Bir takım kimselerin, yetkilerini aşarak, kanun dışı teşkilâtlar kurduğu ve kanun dışı faaliyetlerde bulunduğu artık kimsenin yok diyemeyeceği bir gerçek halinde ortaya çıktı.

Bunlar, başlangıçta en azından, kanunların kötülerle ve kötülükle mücadelede yetersiz kaldığını düşünüyor.

Böyle örgütlere karşı çıkanlar da, gizli ve kanun dışı teşkilât kurulacağına falan falan kanunlara ve filân filân mekanizmalara dayanarak şöyle şöyle mücadele mümkündür, demiyorlar...

 

Öyleyse...

Ya bu ülkede kanunlar ve işleyen mekanizma yetersizdir... Ya devleti idare edenler...

Bu işin (ya)sı, (ma)sı yok... Hem kanunlar ve işleyen mekanizma, hem idareciler yetersiz...

(Kardelen; 13; Mart 1997)
66
Tas tarak
Kasem olsun!
Bir tufanın ardından: Filistin
Soykırım, Antisemitizm ve Filistin Üçgen
Deniz kabarıyor
Fatih Sultan Mehmet (4)
Deniz kabarıyor
Kudüs... Ey Kudüs
Zeytin dalları altından meydan okuyuş


Yavuz Sert - Bir tufanın ardından...
Yavuz Sert - Gazze biz ne öğretti...
Ali Erdal - Deniz kabarıyor
Kadir Bayrak - Vah benim halime!
Necip Fazıl Kısakürek - İç ve dış düşman – Y...
Bedran Yoldaş - Elinde taş küçük çoc...
Bedran Yoldaş - Zevâli yakındır zulm...
Ekrem Yılmaz - Kazandım vallahi!
Ekrem Yılmaz - Bitti kelimelerim
Ekrem Yılmaz - Mektup
Dergi Editörü - Üstün fikir
Site Editörü - Sosyal medyanın gücü
Necdet Uçak - Dünya malı
Necdet Uçak - Geldi geçti ömrüm be...
Kardelen Dergisi - Kardelenden haberler
M. Nihat Malkoç - Soykırım, Antisemiti...
M. Nihat Malkoç - Gazze günlüğü
Hızır İrfan Önder - Kasem olsun!
Zaimoğlu - Batı muradına erebil...
Mehmet Balcı - Köyüme gömün
Mehmet Balcı - Sevdam
Muhsin Hamdi Alkış - İsrail-SAMİRİ-oğulla...
İbrahim Şaşma - Kudüs Mektubu
Halis Arlıoğlu - Merhum Mehmet Akif i...
Murat Yaramaz - Hiç
İlkay Coşkun - Filistin
Zafer Nefer - Tas tarak
Özkan Aydoğan - Çocuk
İlknur Eskioğlu - Şehitlik oyunu
Yusuf Çelikler - Bu gidiş nereye?
Ayşe Yaz - Yağmur (Gazzenin çoc...
Bedir Acar - ‘İsrail bizi yenemez...
Hüma Sunguroğlu - Çınarın gölgesinde o...
Hüma Sunguroğlu - Zeytin dalları altın...
Abdullah Doğulu - Filistinde anne-çocu...
 
 
23 Mart 2005 tarihinden beri
 Ziyaretçi Sayısı Toplam : 13192296
 Bugün : 1543
 Tekil Ziyaretçi Sayısı Toplam : 606244
 Bugün : 63
 Tekil Ziyaretçi Sayısı (dün) Toplam : 178
 119. Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 4
 Önceki Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 6
Son Güncelleme: 21 Şubat 2024
Künye | Abonelik | İletişim