Geçmişten Geleceğe Erdem Özçelik Sayı:
122 -
Şırıl şırıl yağan yağmurun sesiyle hafif rüzgârın uğultusunun birbirine karıştığı bir eylül gecesiydi. Her yer terk edilmiş gibi sessizdi, ıssızdı. Küçücük bir çıtırtı bile yoktu sokaklarda. Herkes yağmurdan korunmak için bir yerlere kaçışmıştı herhalde. Ben de yalnızlığına terk edilmiş sokak çocukları gibi bir başıma yürüyordum. Bir yerlere sığınmak istiyordum ama henüz önüme böylesi bir mekân denk gelmemişti. Üstüne üstlük her geçen saniye şiddetini artıran yağmurun altında da delicesine ıslanıyordum. Sonra yürüyüşümü hızlandırarak etrafa bakınmaya devam ettim. Çok geçmeden de loş ışıklarla aydınlatılmış kafe görünümlü bir mekân gözüme ilişti. Ve hızla oraya doğru yönelerek içeriye girdim.
Giriş kapısı aynen eski kovboy filmlerindeki gibiydi. Yaylı menteşelerle bir içeri, bir dışarı açılıp kapanıyordu. Kapıyı geçtikten sonra küçük bir koridor insana “Merhaba” diyordu. Kırmızı, mavi ve sarı ışıklarla aydınlatılmıştı. Duvarlarında farklı motiflerle süslenmiş ilginç tablolar bulunuyordu. Hani nereye düştüğünü bilmediğin, hiç bir şeyden emin olamadığın saçma sapan yerler vardır ya; işte aynen öylesi bir mekâna benziyordu bulunduğum yer. Koridorun sonuna gelindiğindeyse mekânın ana kapısı karşıma çıktı. Üzerinde “Geçmişten Geleceğe” yazıyordu. Çok garipti. Bu tarz mekânlarda böylesi ifadeler görmek, okumak zordur. Hattâ imkânsızdır. Çünkü buralarda her şey eğlenceden ibarettir. Dolayısıyla içeriye girmek konusunda biraz kararsız kaldım. Yağmursa hız kesmeden devam ediyordu. Islanmamak için içeriye girmekten başka çarem yoktu. Sonra kola bastırarak kapıyı açtım, mekâna giriş yaptım. Garip şekilde bir masa dışında her yer boştu. Mekânın sahibi bile ortada görünmüyordu. Ve buna bağlı olarak içimde bir ürperti oluştu. Hattâ ürperti korkuya dönüştü. Çok geçmeden de sessiz ve kısa adımlarla en yakın masaya yaklaştım. Sandalyeyi çektim, üzerimdeki montu çıkararak arkasına astım, oturdum. Ve masadakileri gözlemeye başladım.
Masada karşılıklı iki kişi oturuyordu. Sağ taraftaki yetmişinden fazla gösteren yaşlı bir adamdı. Üzerinde koyu renk kaşe kaban, başında klasik türden bir kasket vardı. Kirli sakallı, pos bıyıklıydı. Bıyıkları oldukça sararmıştı. İçtiği sigaralardan olsa gerekti. Yoksa başka türlü bu hale gelemezdi. Saçları ensesine doğru kabarık, faulleri oldukça belirgindi. Sağ elinin serçe parmağında taşlı, gayet hoş duran bir yüzük vardı. Ve ellerinin üstü oldukça kırışmıştı. Hareketleri ise fazlasıyla rahattı. Sanki mekân sahibi ya da müdavim bir müşteri gibi davranıyordu. Karşısında oturansa sekiz on yaşlarında küçük bir çocuktu. Üzerinde çizgili kazak, bacağında siyah renk kumaş pantolon bulunuyordu. Saçları kızıldı ve kısacıktı. Faulleri özenle düzeltilmişti. Yeni tıraş olduğu ortadaydı. Yüz hatları oldukça dolgun, yaşına göre iri bir yapısı vardı. Boyu da çok uzun değildi. Ve çok güzel gülüyordu. Sanki tüm dünyaya inattı gülüşleri. Sıcacıktı, tertemizdi. Belki de içimde biriktirdiğim, derinimde sakladığım bir parçaydı; bilemiyorum. Bildiğim tek şey, onu gördüğümde yüreğimde birçok şeyin hafiflediğiydi. Bazı insanlar vardır ya; şöyle bir evlâdım olsa ne kadar mutlu olurdum diyen, ben de onlara benzemiştim. Böylesi bir oğlum olsa ne güzel olurdu diye geçirmiştim içimden.
Sonra başımı öne düşürüp derin bir nefes aldım ve çevreye bakınmaya başladım. Mekân loş ışıklarla donatılmış bir yerdi. Masaları, tabureleri, vitrini koyu kahve renkteydi. Vitrininde çeşit çeşit ürünler, meşrubatlar bulunuyordu. Tezgâhı, önündeki tabureleri oldukça yüksekti. Taburelere oturmak için insanın parmak uçlarına gelmesi gerekiyordu. Duvarları ise girişteki gibi ilginç tablolarla kaplıydı. Sanki onların devamı niteliğindeydi. Ufaklığın bulunduğu taraf geçmişi, yaşlı adamın bulunduğu taraf geleceği anımsatıyordu. Çok garip bir yerdi yani. İnsanı dibi olmayan düşüncelere sevk ediyordu.
Bense hâlâ ne yapacağımı bilmiyordum. Tedirgindim, çaresizdim. Bütün insanlık bir hopus pokusla ortadan kaybolmuş gibiydi. Ya da söz birliği yapmışçasına beni yalnız bırakmışlardı. Öyle ki; biri kalk gidelim dese, hiç düşünmeden kaçıp gidiverecektim. O kadar gerilmiştim, kafayı yiyecek duruma gelmiştim. Sonra rahatlamak, tedirginliğimi azaltmak adına bir kahve içmeye karar verdim. Fakat masada oturanlar dışında çevrede kimsenin olmadığını hatırladığımda yine başımı umutsuzca yere eğdim. Ve yaşadıklarımı tarafsızca analiz etmeye başladım. Herkes, her şey bir anda kaybolup gitmişti. Kimsecikler yoktu. Tüm dünya suskunluğa gömülmüştü. Ben de deli gibi yağan yağmurdan kaçarken böylesi garip, ürkütücü, ilginç bir mekânda bulmuştum kendimi. Hem de hiç tanımadığım bu yaşlı adamla, küçücük çocuğun yanında... Burası nereydi, nasıl bir yerdi, kimindi? Bu yaşlı adamla çocuk neden buradaydılar, ne yapıyorlardı? Duvarlardaki tablolar ne anlama geliyordu? Yağmur daha ne kadar yağacaktı? Sahi yağmur dinmiş miydi acaba? Dindiyse eğer; buradan hemen kurtulabilirdim. Ve son bir umut gözlerimi pencereye doğru çevirdim. Yağmur dinmediği gibi şiddetini de artırmıştı. Kurtulamayacağım ortadaydı. Fazlasıyla sıkışıp kalmıştım bu mekânda. Aydınlığa hasret bir mahkûm gibiydim. Görülmez kelepçelerle, gardiyanlarla hapsedilmiştim. İçimi afakanlar basmıştı. Sanki gırtlağımda yutkunamadığım bir kaya oturuyordu. Artık dayanamıyordum. Ve derin bir “of” çekerek yerimden doğruldum. Gözlerimi ikiliye dikerek hareketlendim. Attığım her adımla heyecanımın, korkumun ve kalp atışlarımın hızlandığını hissediyordum. Yanlarına ulaştığımdaysa gayet nazik bir şekilde başımı salladım ve bir tabure çekerek sol kalçamın ucuyla oturdum. Vakit kaybetmeden de söze girdim. “Merhaba. Kusura bakmayın, rahatsız ediyorum ama burada başka kimse yok mu?”
Bunun üzerine yaşlı adam, hafif kamburlaşmış haliyle bulunduğum tarafa doğru döndü, inceden inceye beni süzmeye başladı. Ve son olarak gözlerimin içine bakarak bakışlarını sabitledi. “Merhaba evlât. Evet, bizden başka kimse yok. Uzun zamandır hep ikimiz varız. Kimseler uğramaz buraya. Kuş uçmaz, kervan geçmez. Sadece o ve ben. O kadar... Öylece duruyoruz. Sıramızın, zamanımızın gelmesini ve üzerimize düşen rolü gerçekleştirmeyi bekliyoruz. O sırasını savdı. Sıra benim. Ben de zamanımın gelmesini bekliyorum. Seni gördüğüme göre de çok zamanım kalmadı galiba.”
Yaşlı adamın bu sözleri panik halimi daha da artırmıştı. Kendimi cevapsız, karmakarışık soruların içinde can havliyle çırpınan garip bir mahlûkat gibi hissetmeye başlamıştım. Beynim bilinmezliğin içinde yitip gitmek üzereydi. Ve hâlâ bu cendereden nasıl kurtulacağımı bilmiyordum. Gök gürültüsü gibi çarpışan sorular içinde de aklımı toplayıp bakışlarımı yaşlı adamınkilerden kaçırdım, biraz geriye çekildim. “Nasıl yani? Ne demek sıra benim, ne demek zamanımın gelmesini bekliyorum? Gerçekten söylediklerinizi anlamıyorum. Eğer bu oyunsa lütfen vazgeçin. Çünkü hiç eğlenceli değil. Ben sadece yağmurdan kaçıyordum. Ve buraya sığınmak zorunda kaldım. Şimdi eğer izin verirseniz yağmur dinene kadar bir kahve içmek istiyorum.”
Yaşlı adam, sözlerim üzerine gülmeye başlamıştı. Oturduğu taburede pozisyonunu değiştirerek yeniden söze girdi. “Burada garson yok Yavuz. Burada kimse yok. Az önce dediğim gibi sadece ufaklık ve ben varız. Bizden sonra buraya gelen tek kişi sensin. Kahve konusuna gelince de, mekân senin evlât. Dilediğin gibi davranabilirsin. İstediğin şeyi yiyip, içebilirsin. Ya da sen rahatsız olma. Ufaklık bize iki kahve getirir. Değil mi ufaklık?” Mekâna girdiğimden beri hiç tepki vermeyen, tek kelime etmeyen ufaklık, içten, sıcacık gülüşüyle başını salladı. Hızla yerinden kalkarak tezgâhın bulunduğu tarafa yürüdü, arkasına geçti. Kısacık boyuyla kırıp dökmeden fincanları indirdi, makineye döndü. Ve kahveyi doldurmaya başladı. Aynı anda da bize doğru dönüp içten, sıcacık haliyle gülümseyişine devam etti. Çok tatlıydı ufaklık. Sıcacık gülümseyişi, yürek titreten bakışları vardı. Garip bir şekilde huzuru, mutluluğu simgeliyordu. Tıpkı benim küçüklüğüm gibiydi. Hattâ gibisi fazlaydı. Aynı bendi. Sonra elindeki fincanlarla yanımıza geldi, masaya servis yaptı. O anda da aklıma başka bir soru geldi. Diğerlerinden farklı bir soruydu bu. Hem de cevabı verilemeyecek kadar farklı ve bir o kadar karmaşıktı. İrkilmiştim bu soruyla. Resmen içimden kaçıp gitmek geldi. Öyle ki; ben bu adama daha önce ismimi söylememiştim. Hiç bir yerde tanışmamıştık, birlikte vakit geçirmemiştik. Ortak tanıdıklarımız bile yoktu. Nasıl olurda benim ismimi bilebilirdi.
Aklımdaki düşünceler saniyesini bile doldurmadan yaşlı adam, elini kaldırarak gömleğimin yakasına uzandı; nazikçe uçlarını düzeltti. Ve sessiz denilebilecek bir tonda yeniden söze girdi. “Bak genç adam... Aklından geçen soruların farkındayım. İsmini nerden bildiğimi, bizim kim olduğumuzu, neden böylesi garip bir yerde yan yana geldiğimizi ve daha birçok şeyi merak ediyorsun. En önemlisi bizden korkuyorsun. Bu normal. Hem de çok normal. İnsan tanımadığı birinden korkar elbette. Ama korkma. Sana zarar verecek insanlar değiliz.” Ben de dayanamayıp “Peki öyleyse siz kimsiniz? Nereden tanışıyoruz? Hakkımda bu kadar bilgiye nasıl ulaştınız?” diyerek sözünü kestim. Sonra adam derin bir nefes aldı. Ve gözlerini bana doğru çevirerek sözlerine devam etti. “Aslına bakarsan, ufaklık seni tanımaz. Ama ben ikinizi de tanıyorum. Ben baban yaşındaki senim, ufaklıkta çocuğun yaşındaki sen. Yani üçümüzde biriz. Üçümüzde aynı kişiyiz, Yavuz’uz. Sen de, ben de, o da Yavuz’uz. Ufaklık senin geçmişin, çocukluğun; bense geleceğin, yaşlanmış halinim. Ufaklık zamanını bitirdi, döndü. Ben de senden sonra zamanımın gelmesini bekliyorum.”
Duyduklarımla bir anda oturduğum tabureden fırladım. Hızlı bir refleksle ellerimi başıma götürdüm, saçlarımı karıştırmaya başladım. Aynı anda da bir aşağı bir yukarı turluyordum. Hani insanoğlu hem iyi hem de kötü yanını bedeninin derinliklerinde bir arada yaşatırmış ya; ben de o iyi ve kötü yanımla savaşa tutuşmuştum. “Hadi lan. Neyin kafasını yaşıyor oğlum bu adam? Ne geçmişi, ne geleceği? Ne anlatıyor böyle? Salak mıyız lan biz? Sürekli yazıyor da yazıyor. Anlatıyor da anlatıyor. Nerden geldiği, nereye gittiği, neyin etkisinde olduğu belli olmayan bu herife inanacak halimiz yok herhalde. Resmen aptal yerine koyuyor bizi. Resmen dalga geçiyor. İnanma oğlum, inanma. Boş ver.” diyerek içimi kemiriyordu kötü yanım. İyi tarafımda boş durmuyordu elbette. “Önce sakin ol oğlum. Belki de adam haklı. Ortada üçümüzden başkası yok. Hattâ kimsecikler yok. Bulunduğumuz ortama baksana. Özellikle seçilmiş gibi. Duvarlardaki tablolar filan bunun göstergesi değil mi? Bence sakin olalım ve adamı sonuna kadar dinleyelim.” diyordu.
O sıra yaşlı adam, “Bence iyi yanını dinle evlât. Az sakin ol. Ve otur şuraya, sözlerimi bitirmeme izin ver.” diyerek bedenimdeki savaşın arasına girdi. Şaşkınlığım giderek artıyordu. İçimden geçenleri nereden biliyordu bu adam? Atıyor muydu acaba? Atıyor, tutturuyor muydu? Sonra sözlerine devam etti. “Elbette atmıyorum. Müneccim, büyücü veya kâhin de değilim. Az önce dediğim gibi sadece senim. Senin de ben olduğun gibi, ufaklığında sen olduğu gibi... Yani aynı kişiyiz. Üçümüzde Yavuz’uz. Dolayısıyla aklından, yüreğinden, içinden geçen her şeyi ben de anlıyor, biliyorum. Şimdi seni ikna edebildim mi?”
Adamın sarf ettiği sözlerle iyice afallamıştım. Aklım almıyordu olanları. Beynim burun deliklerimden akıverecek gibiydi. Hattâ bir an çıldırdığımı bile düşündüm. Çünkü adam aklımdan, yüreğimden geçen her şeyi biliyordu. İçimdeki savaşı, tedirginliği, şaşkınlığı, çaresizliği, her şeyi ama her şeyi görebiliyordu. Adam şaka yapıyor ya da yalan söylüyor gibi durmuyordu. Sözleri, davranışları oldukça netti. Ve dolayısıyla yenilmiş, kabullenmiş halimle yeniden tabureye oturdum. Ürkek halimle onu dinlemeye devam ettim. “Bak Yavuz, burası üçümüz için bir buluşma noktası. Sen, ben ve ufaklık. Üçümüzde aynı kişiyiz. Yavuz’uz yani. Biliyorum, kabul etmesi zor geliyor. Aklın almıyor. Böylesi mümkün olamaz diyorsun. Ama öyle değil işte. Burası farklı bir yer. Burası sıra dışı bir yer. Bize ait olan bir yer. Bizim mabedimiz. Ve ömürlerimizin geçişlerini burada sağlıyoruz. Aslına bakarsan yaşadığımız küçük ipuçlarıyla buraya yönleniyoruz. Meselâ ufaklık, arkadaşlarıyla oyun oynarken bir anda her şeyin saçma geldiğini hissetti, basit olduğunu gördü. Gerçek dünyanın bundan çok farklı olduğunu anladı. Ve yanıma geldi. Sen de buna benzer şeyler yaşamışsındır. Yaşamışsındır ki; buraya geldin. Yanılıyor muyum?” Sonrasında kısa bir an sessizlik oldu. Cevap beklediği belliydi. Ben de yavaş bir ses tonuyla beklentisine karşılık vermeye çalıştım. “Aslına bakarsan ben, yağmurda ıslanmamak için buraya sığınmıştım. Böyle bir şeyle karşılaşacağımı hiç tahmin etmiyordum. Şaşırdım, korktum. Hattâ ne yapacağımı bile bilemedim. Hâlâ da bilemiyorum. Netice olarak karşındayım işte.”
Sonra oturduğum yerde parmak uçlarımla şakaklarımı ovuşturarak yaşlı adamın sözlerini düşündüm. Acaba gerçekten böyle şeyler yaşamış mıydım? Yaşadıysam bile bunlar nelerdi? Beni zamanının ince çizgisine iten olay ya da olaylar neydi? Biraz saksıyı çalıştırdığımda da söylediği gibi birçok anı biriktirdiğimi fark ettim. Meselâ, üç beş gün önce dolmuşta giderken biraz sesi yüksek olan müzikten rahatsız olmuştum. Sanki o an gitarlar, davullar, ses sistemleri beynimin içinde çalıyormuş gibi hissettim. Hepsi birden işkenceye girişmiş gibiydiler. Hâlbuki önceleri müzikten rahatsız olmak bir yana, fazlasıyla zevk alırdım. Hele ki yüksek olanından... Sonra gece kulüplerinde dans etmekten, deli gibi eğlenmekten çok mutlu olurdum. Yani iyi gelirdi bana. Tüm stresimi atar, rahatlardım. Şimdi ise gece kulübüne gitmeyi bırak, bulunduğu sokaklardan bile geçmez oldum. Acı tatlı, mutlu mutsuz birçok olaya karşı da eskisi gibi tepki veremiyordum. Hiç bir şey hissetmiyordum olan bitene. Duygusuz, hissiz, katılaşmış biri olup çıkıvermiştim. Adam haklıydı. Artık yaşlanıyordum. Yani yaşadığım evre bitmek üzereydi.
“Ne garip değil mi?” dedi yaşlanmış Yavuz. “Ömrünün bu vaktine kadar hiç fark etmediğin, anlam veremediğin birçok olay şu anda yerine oturuyor değil mi?” diyerek gözlerime baktı. Ve devam etti. “Bunların hepsi normal Yavuz, hepsi normal. Yani hayatın içinde olması gereken şeyler. En nihayetinde bütün her şey gibi bizde doğup, büyüyüp, yaşayıp, öleceğiz. O yüzden korkma. Ve en güzel, en iyi, en mutlu şekilde yaşamaya çalış; zamanının tadını çıkar. Mutlu ol, sev, sevil. Asla pişman olup geriye bakma. Hep iyiyi düşün. Ne demişti Einstein? ‘Biz, pek çok değişik dilde kitapla doldurulmuş bir kütüphaneye giren küçük bir çocuğun durumundayız. Çocuk kütüphanedeki kitapları birisinin yazmış olması gerektiğini bilir. Nasıl yazıldıklarını bilmez.’ Bu nedenle hep bilmeye, öğrenmeye, anlamaya çalış. Dünya denilen kütüphaneyi çözmeye uğraş. Bunu yaparken de kimseyi üzüp kırma. Zira kalp kırıp can yaktıktan sonra hiç bir şeyin anlamı kalmayacaktır.” O sıra ben hâlâ düşünüyordum. Böylesi çok garip gelmişti. Birine anlatsam delirdiğimi bile düşünebilirdi. Haksız da sayılmazdı. Ama her şey gerçekti işte. Önce inanamadım bu olanlara. Soğuk bir şaka zannettim. Hattâ hayretle, ibretle izlediğim bir film gibiydi. Sonra her geçen saniye hatırlamaya ve anlamaya başladım. Birisi geçmişim, birisi geleceğimdi. Bendi yani ikisi de, gerçekti. Üçümüzde Yavuz’duk, birdik.
Bir süre sonra yaşlı adam “Artık gitme vakti” diyerek yeniden söze girdi. “Bak, yağmur dindi. Gitmen gerek. Hayatına kaldığın yerden devam etmen gerek. Ama bir farkla. Daha iyi, daha güzel, daha mutlu, eğlenceli, huzurlu, değerini bilerek, geç kalmadan, yarına bırakmadan... Acılardan, olumsuzluklardan, sıkıntılardan uzak bir şekilde... Bir gün geri geleceğini, asla dönemeyeceğini bilerek... Anlaştık mı? Hadi bakalım, git artık. Kendine dikkat et. Sevda’yı da incitme. O senin için bir şans. Unutma, asla yarına bırakmak yok.” dedi. Ve yerinden kalkarak bana yol gösterdi. Ben de oturduğum tabureden kalktım, ufaklığın başını okşadım. Sonra arkadaki masaya giderek montumu giydim. Çevreme, tablolara, mekâna bakarak çıkış kapısında bekleyen yaşlı adama doğru yürüdüm. Yanına ulaştığımda da göz göze geldik, tokalaştık. “Her şey için teşekkür ederim Yavuz” dedim. “Gerçekten her şey için tüm kalbimle teşekkür ederim. Sözlerini asla unutmayacağım. Ve hep en iyisi, en güzeli için yaşayacağım. Geçmişe bakmadan, yarını düşünmeden... Sadece bugün için yaşayacağım. Çünkü yarın için bir Yavuz daha olduğunu biliyorum. İkinizde hoşça kalın. Öyle ya; ne demişti Shakespeare? ‘Bütün dünya bir sahnedir. Ve bütün erkekler, kadınlar sadece birer oyuncu; girerler, çıkarlar.’ Biz de hayatımızın belli zamanları için üzerimize düşün rolleri gerçekleştirmek üzere girip çıkacağız. İyi bakın kendinize. Hep iyi olun. Yıllar sonra da sizi yine böyle güzel görmeyi diliyorum.” diyerek çıkış kapısının koluna bastırarak kendime doğru çektim, dışarıya çıktım. Ve hayatıma geri döndüm.
|