Sessiz çığlık Erdem Özçelik Sayı:
109 -
Kapıdan girdiğinde ansızın karşılaşmıştı tokat ve yumruklarla. Yüzüne gözüne, birbiri ardı sıra inmişti hepsi. Aldığı her darbe canını yakıyor, ciddi yaralara neden oluyordu. Çok geçmeden de kendini yerde buldu. Oldukça kötüydü. Feci halde dayak yemiş, bütün suratı kan revan içinde kalmıştı. Dudakları patlamış, şakağı açılmıştı. Burnunun da kırılmış olma ihtimali vardı. Son bir gayretle bulunduğu yerden kalkmaya çalıştı ama başaramadı. Şuurunu yitirmek üzereyken kızının sesi kulaklarına çalındı. Ve yarı baygın haliyle sadece “Gelme kızım, gelme. Odana git.” diyebildi.
Başta her şey çok güzeldi. Tıpkı tozpembe bir masal gibiydi. İkisi de deli divane birer âşıktı. Sevdayı doruklarına kadar yaşıyorlardı. İzahı mümkün olmayan bir sarhoşluğun içindeydiler. Birbirlerinden başka kimseyi gözleri görmüyordu. Aldıkları her nefes birbirleri içindi sanki. Sanki koca dünya sadece ikisi için dönüyordu. Öylesi aşk dolu, öylesi sevda yüklüydüler. Buna rağmen birliktelikleri hiç kolay olmamıştı. Zira Reyhan’ın babası bir araya gelmelerine müsaade etmiyordu. Bir türlü ısınamamıştı Cemil’e. Frekansları hiç uyuşmamıştı. Davranışlarından hiç iyi enerji almıyordu. İpe sapa gelmez, serseri hareketleri insanı ürkütüyordu. Onda rahatsız edici, olumsuz bir şeyler olduğunun farkındaydı. Hani kötü bir şey olacağı sıra bunu hisseder ya insan, işte öylesi diken üstündeydi; öylesi negatif düşüncelere sahipti. Bu nedenle Cemil’i kabul etmiyor, evlenip yuva kurmalarına izin vermiyordu. Reyhan tüm bu olumsuzluklara rağmen sevmişti Cemil’i. Başta babası olmak üzere tüm ailesine karşı dimdik durmuş, yüreğinin sesini dinleyerek aşkının peşinden gitmişti. Cemil askerden gelince de kaçarak evlenmişlerdi. Her şeyi, herkesi geride bırakarak yeni bir hayata başlamışlardı.
Evlendikten sonra İstanbul’a yerleşmişlerdi. Yeni bir hayat kurmak için zor bir şehirdi ama başka çareleri yoktu. Törenin dışına çıkmışlardı. Buna aileler de eklenince her şey karmakarışık bir hale dönüşmüştü. Dolayısıyla korunmak için mümkün olduğunca uzakta olmaları gerekiyordu. İstanbul bu nedenle en ideal seçeneklerden biriydi. Kalabalıktı, uzaktı ve güvenliydi. İkisinin de herhangi bir mesleği, eğitimi yoktu. Memleketlerinde Cemil inşaatlara, Reyhan gündeliğe giderdi. İstanbul’da da bu böyle devam etmişti. Büyük, ihtişamlı bir hayatları yoktu belki ama en azından mutluydular. Bu mutluluğu daha sonra Elâ taçlandırmıştı. Yeni doğan ufaklık yaşadıkları hayatın en masum haliydi. Mutluluklarını doruklara çıkaran yegâne şeydi. Çok tatlıydı, çok şirindi.
Sonra günler haftaları, haftalar ayları takip etmeye başladı. Birbiri ardı sıra kışlar baharlara, baharlar yazlara ulaşmıştı. Zaman hızla akıp gidiyordu. Fakat zaman, stabil bir kavram değildi. İyi ve güzel sonuçlar getirdiği kadar, tersliklere ve olumsuzluklara da gebeydi. Öyle ki döviz kurlarındaki ciddi yükseliş tüm ekonomi piyasasının krize girmesine neden olmuştu. Ve inşaata dayalı ülke ekonomisini durgunlaştırmıştı. Her yerde kum gibi yükselen konutların, apartmanların, rezidansların üretimi durmuştu. Bir çok müteahhit zor duruma girmiş, iflasın eşiğine gelmişti. Bu da Cemil’in işlerinin bozulmasına neden olmuştu. Ansızın kendini işsizler ordusunun arasında bulmuştu. Elinden başka bir iş gelmediği içinde beklemekten başka seçeneği kalmamıştı. Yaşadıkları bu süreç ilişkilerini de yıpratmaya başlamıştı. Cemil kendini iyice dağıtmıştı. Meyhaneye ve kumara alışmıştı. Gün batarken girdiği meyhaneden gece geç saatlerde ayakta duramayacak şekilde ayrılıyordu. Sonra yetmez gibi kumarhanede alıyordu soluğu. Reyhan durumdan fazlasıyla rahatsızdı ama elinden gelen bir şey yoktu. Sözünü geçiremiyordu Cemil’e. Bu da her şeyin daha kötüye gitmesine neden oluyor, ikili arasındaki tartışmaların, kavgaların şiddetini artırıyordu.
Reyhan ilk tokadını böyle yemişti işte. Genç adam gecenin alacakaranlık halinde eve döndüğünde onu hâlâ ayakta görünce sinirlenmişti. “Annem misin, babam mısın? Niye bekliyorsun hâlâ? Niye uyumadın?” diye bağırmasıyla başlamıştı kavgaları. İkisi de susmaya niyetli değildi. Hakarete varacak düzeye ulaşmıştı diyalogları. Eteklerindeki bütün taşları döküyorlardı. İçlerinde biriken ne varsa söylüyorlardı. Ve Cemil, son duyduğu cümlenin ardından Reyhan’a şiddetli bir tokat indirmişti. Aldığı bu darbe ile resmen beyninden vurulmuşa dönmüştü genç kadın. Hayalleri yıkılmış, ümitleri yerle bir olmuştu. Ömründen ömür gitmişti belki de. Belki de hayatının bir yanlış üzerine kurulu olduğunu fark etmişti, kim bilir? Hâlbuki babasına, ailesine, töreye karşı durarak peşinden gelmişti. Sadece aşkının, karşılıksız sevdasının sesiyle hareket etmişti. Ama mağlup olmuştu. Kocaman bir yenilgi yaşamıştı. Kısa zaman önce böyle bir şeyle karşılaşacağını söylerseler, gülüp geçerdi herhalde. Ama şu an, yerin dibine girme ihtimali olsa hiç düşünmeden bunu yapabilirdi Çünkü utanıyordu. Yaşadığı talihsiz olay, onu fazlasıyla utandırmıştı.
Sonrasında devlet ekonomik krizi kontrol altına almayı başarmıştı. Çeşitli teşvikler, vergi afları ve benzeri çalışmalarla yeniden piyasaya canlılık getirmişti. Bu da Cemil’in iş bulmasına olanak sağlamıştı. Reyhan da ara vermeden işine devam ediyordu. Böylece maddi sorunlarının üstesinden gelmeyi başarmışlardı. Fakat yaşadıkları bu monoton hayat Cemil’e sıkıcı gelmeye başlamıştı. Evden işe, işten eve yaşamak onda garip bir boşluğa neden olmuştu. Yoksunluk hissiydi belki de bu. Belki de psikolojik bir bunalımın habercisiydi. Ya da yakın zamanda alıştığı meyhanelere, kumarhanelere olan bir özlemdi. Garip bir histi yani. Ve kısa zamanda yoldan çıkmasına yetmişti. Genç adam, yeniden kumara ve alkole başlamıştı. Kendini yok etmeye yemin etmişti sanki. Her geçen gün daha kötüye gidiyordu. Hattâ bataklıkta yaşanılan son çırpınışları benziyordu davranışları. Önce devamsızlığı yüzünden işinden kovulmuştu. Sonra günlerce eve uğramamıştı. Artık Reyhan’ı bile gözü görmüyordu. Sadece alkol ve kumar vardı hayatında. Buna bağlı olarak aralarındaki tartışmaların, kavgaların boyutu da artmıştı. Cemil, hiç çekinmeden Reyhan’a şiddet uygular hale gelmişti. Reyhan ise aldığı bu darbelerin etkisinden günlerce kurtulamıyordu. Aslında sadece utanıyordu. Böylesi bir halde insan içine çıkmaktan tarifi mümkün olmayacak derecede utanç duyuyordu.
Takvimler Mart ayını gösterdiğinde tüm dünyayı etkisi altına alan Covid 19 salgını ülkemizde ortaya çıkmıştı. Bir kişi, üç kişi, beş kişi derken ciddi boyutlara ulaşan pandemi, ülkemiz ve dünya insanları için korkulu bir rüya haline gelmişti. Herkes birbirinden kaçar olmuştu. Kimse kimseye yaklaşamıyordu. Ölüm korkusu insanı değişik bir yapıya dönüştürmüştü. Ve beraberinde küresel bir kaos patlak vermişti. Herkes geleceğinden endişeliydi. Yarının ne olacağını kimse bilmiyordu. Bu bağlamda birçok ülkede kısıtlamalar, sokağa çıkma yasakları ilan edilmişti. Ekonomik anlamdaysa çeşitli ötelemeler, yardım kampanyaları ve hibe ödemeler gerçekleştiriliyordu. Fakat hükümet yetkililerinin destekleri bir noktaya kadar etkili oluyordu. Yani tam mânâsıyla istenilen verim elde edilemiyordu. Bu olumsuz süreçten en çok etkilenen yine Reyhan ve Cemil olmuştu. Genç çiftin sürekli bir işi yoktu. Gündelik kazançlarıyla geçimlerini sağlıyorlardı. Çalışmadıklarında aç kalma tehdidiyle karşı karşıya kalabilirlerdi. Dolayısıyla ikili arasında yaşanılan stres, gerginlik, tartışma ve kavgalar her geçen gün fazlalaşıyordu. Cemil’in Reyhan’a uyguladığı şiddette buna bağlı olarak ciddi mânâda artış gösteriyordu. Sokağa çıkma yasakları sırasında hemen hemen her gün Reyhan’ı dövüyordu. Hem de öldüresiye, bir düşman gibi... Genç kadın çok utanıyordu yaşadıklarından. Diri diri mezara girebilme ihtimali olsa utancından hemencecik bunu kabul edebilirdi. Öylesi çaresizdi. Ne yapacağını bilmiyordu. Ve babasının geçmişteki olumsuz cümlelerini, karşı çıkışlarını hatırladı. O Cemil’in gerçek yüzünü görmüştü. En azından bunu hissetmişti. Ama ne yazık ki her şey için çok geçti. Artık baba ocağına dönemezdi. Önce ailesine, sonra töreye karşı gelmişti. Gidecek, sığınacak tek bir noktası yoktu. Ve bu düşünce ile içinde bulunduğu utanç duygusu daha berbat bir hale dönüşüyordu.
Bir süre sonra hayat “kontrollü sosyal hayat” ismi ile yeniden hareketlenmeye başladı. Reyhan ile Cemil’in de yaşantılarına devam ettirmeleri gerekiyordu. İkisinin de acil şekilde işe ihtiyacı vardı. Para kazanıp biriken borçlarını ödemeleri gerekiyordu. Reyhan eski bağlantıları sayesinde bir kaç iş almıştı. Cemil ise bulduğu işleri beğenmiyor, sürekli burun kıvırıyordu. İşi, işvereni her fırsatta eleştiriyordu. Hiç bir şeyi, hiç kimseyi beğenmez olmuştu. Bu da bütün iş kapılarının yüzüne kapanması anlamına geliyordu. Böylesi Cemil için pek kabul edilebilir bir durum değildi. Evde oturmak, çocuğuyla ilgilenmek onun yapabileceği bir şey değildi. Gururuna dokunuyordu. Ve dolayısıyla Reyhan’a daha çok yükleniyor, daha fazla şiddet uyguluyordu. Artık nefes almak vermek gibi bir şey haline dönüşmüştü uyguladığı darp. Neredeyse “gözünün üstünde kaş var” diye kadıncağızı döver hale gelmişti. Reyhan bu nedenle iyice duygusuzlaşmıştı. Ve her geçen gün daha çok utanca boğuluyordu. Sanki sessiz çığlıklar içerisindeydi. Aslında bunu kabul edebilecek bir kadın değildi. Tüm dünyaya meydan okuyabilecek kadar güçlü bir kişiliği vardı. Ama Elâ, bütün her şeye engel oluyordu. Sadece onun için susuyordu. Onun için sabrediyordu. Yoksa çekilecek çile değildi.
Yine sıradan bir günün sonunda eve dönüyordu. Ansızın cep telefonu çaldı. Arayan Cemil’di. Gelirken içki almasını istiyordu. Ama bunun için yeterli parası yoktu. Evin ihtiyaçları kadardı cüzdanında olan. Sonra markete gitti. İhtiyaçlarını giderdi. Ve aheste adımlarla evinin yolunu tuttu. Sokağı yorgun argın haliyle geçti. Soluk soluğa apartmanın kapısından içeriye girdi. Elindekilerle dairesinin önünde durdu. Derin bir nefes alarak üzerindeki yorgunluğu attı. Çantasından anahtarlarını çıkardı. Yavaşça kilidi çevirdi, eşikten içeriye adımını attı. Ve ansızın yüzüne gözüne inen tokatlarla, yumruklarla karşılaşmıştı. Aldığı her darbe canını yanıyor, ciddi yaralara neden oluyordu. Ve çok geçmeden kendini yerde buldu. Oldukça kötüydü. Feci halde dayak yemiş, bütün suratı kan revan içinde kalmıştı. Dudakları patlamış, şakağı açılmıştı. Burnunun da kırılmış olma ihtimali vardı. Son bir gayretle bulunduğu yerden kalkmaya çalıştı ama başaramadı. Şuurunu yitirmek üzereyken kızının sesi kulaklarına çalındı. Ve yarı baygın haliyle “Gelme kızım, gelme. Odana git.” diyebildi.
Gözlerini açtığında hâlâ kapı eşiğinde yatıyordu. Ne zamandır öylece yattığının farkında değildi. İlk kez yediği dayaktan bayılmıştı. Böylesini daha önce hiç yaşamamıştı. Sonra zor belâ yerinden doğruldu, çevresindeki eşyalardan destek alarak tuvalete ilerledi. Bedenindeki son güç ile kapıya yüklendi, içeriye girdi. Musluğu açtı; elini, yüzünü yıkadı. Aynada suratının geldiği hali inceledi. Kendinden yine çok utanıyordu. Bu utançla başını öne eğdi. Ve düşünmeye başladı. Aslında utanacak kendi değildi. Bu hale geldiği için kendini utanarak cezalandırmasının hiç bir anlamı yoktu. Asıl utanması gereken bunu ona yapan kişiydi. Yani Cemil’di. Kadına el kaldırmanın erkeklik olduğunu düşünerek utanç verici bir hale düşen Cemil’den başkası olmamalıydı. Ve anlamsız şiddetin, acımasızca darp etmenin hiç bir şeyi ispatlamadığını fark etmeliydi. Hattâ böylesi haksız davranışların aile kavramını derinden etkilediğini, nefret duygusuyla yıkıma uğrattığını görmeliydi. Kadına şiddet, en büyük cehalet göstergesiydi; en önemli, en ciddi toplumsal sorunlardandı. Utanılması gereken yegâne kavramdı.
Reyhan bunun üzerine eğik başını kaldırdı. Yeniden aynaya baktı. Islak yüzünü kuruladı. Saçlarını, elbisesini düzeltti. Kendini biraz daha iyi hissediyordu. Ve bu sırada yeni bir karar almıştı. Artık gereken neyse onu yapacaktı. Asla utanmayacaktı, sinmeyecekti. Yılmadan, kendini ezdirmeden yaşayacaktı. Herkesin ne düşündüğüyle ilgilenmeden, başını öne eğmeden hayatını sürdürecekti. Bu onun en doğal hakkıydı. Utanmak mı? Reyhan’a şiddet uyguladığı için ömür boyu utanarak yaşayacak olan Cemil’den başkası olamazdı.
|