Fatih Sultan Mehmet (3) Mustafa Büyükgüner Sayı:
53 - Temmuz / Eylül 2006
Maalesef ülkemizde şanlı tarihimizin iyi bir şekilde tahlil edilip kamuoyuna sunulduğunu söyleyemiyoruz. Arşivlerimizin araştırılmaması, resmî ve ideolojik bir tarih yazma merakı gibi sebeplerden dolayı, en çok gurur duyacağımız, çok beğendiğimiz batılının sakalından tek bir kılı için tüm medeniyetini feda edebileceği büyük devlet adamlarımız bile lâyığıyla anlatılamamakta ve anlaşılamamaktadır. Maalesef bunlardan biri ve en önemlisi de Fatih Sultan Mehmet’tir. Fatih denince hemen herkesin aklına gelen en önemli tartışmalar, saraydan Türk unsurları uzaklaştırdığı ve kardeş katline cevaz verdiği yolundakilerdir. Bu konulara kısaca değinmek öncelikle atamız Fatih’e karşı bir borçtur.
Fatih Sultan Mehmet tahtta geçinceye kadar Osmanlı Devleti tek bir etnik unsurdan, Türk milletinden oluşan bir devletçik idi. Devletin sınırları, doğuda Kastamonu, Ankara, Antalya sınırına anca ulaşmış, hatta bu sınırın güney kesimi olan Saruhan ve Teke topraklarında da lâyıkıyla bir otorite kurulamamıştı. Batıda ise bu günkü batı sınırlarımızın biraz ilerisine taşılmış ancak Balkan topraklarında da kesin bir hâkimiyet henüz tesis edilememişti. Osmanlı Sarayı Çandaroğlu sülâlesi gibi etkin Türk sülâleleri ile, ordu ise Mihailoğulları gibi etkin savaşçı sülâleler ile doluydu. Fetret devrindeki kardeş savaşları sırasında, ardından 1. Mehmet’in Osmanlı ailesinden olduğu söylenen bir şehzade ile ve 2. Murat’ın da yine Osmanlı ailesinden şehzadelerle yaşadığı kanlı savaşlar sırasında Bizans’ın kışkırtmaları olduğu gibi, Osmanlı sarayındaki ve ordusundaki etkin ailelerin de taraf tutmaları ve bir şehzadeyi diğerine yeğlemeleri şehzadelerin kaderini değiştirmiştir. Osmanlı ekonomisi savaş ganimeti üzerine kurulu bir ekonomiydi. Osmanlı savaş hukukunda, teslimi istenen kale direnirse, kalenin zaptından sonra 3 gün boyunca ganimet, askerin hakkıydı. Ele geçirilen geniş topraklar ikta sistemi ile asker ve kumandanlara dağıtılır ve bu topraklardan elde edilen gelir nispetinde araziyi işleten komutanın orduya asker yetiştirmesi beklenirdi. Bu bilgiler ışığında Çandarlı Sülalesi'ne bir göz atmak gerekir:
Osmanlı tarihinde Çandarlı ismine ilk olarak hemen Osman Gazi’nin devleti kurduğu yıllarda rastlıyoruz. Osman Gazi, beyliğini resmen kurduktan sonra, beyliği 5 parçaya bölerek ailesi ve savaş arkadaşları arasında pay etmişti. Bu paylardan biri de kayınpederi Şeyh Edebali’nin manevi liderliğine bırakılan Bilecik idi. İşte Edebali’nin manevî liderliği, maddiyatta da Edebali’nin bacanağı olan bir Çandarlı’ya veriliyordu. Bu bilgi Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş dönemi ile ilgili elimizdeki en sarih tarih kitaplarından biri olan Aşıkpaşazade’nin Tevarih-i Ali Osman isimli eserinde geçmektedir. Yine aynı eserde, birkaç kuşak sonra Bursa vilâyetinin yönetiminin de Çandarlı sülâlesine geçtiği belirtilmektedir. Yani devlet büyüdükçe, hanedan büyüdükçe, Osmanlı savaş ve ganimet rejimine, toprak sistemine göre, Çandaroğlu gibi aileler de büyümekteydi. Misal Çandarlı sülâlesi hem Osmanlı Sarayında vezirlik ve diğer bürokratik işleri görmekte, hem de taşrada büyük toprakları işlemekte, yani ikta sistemi de düşünüldüğünde Osmanlı ordusunun askerî yükünü de çekmekteydi. Çandarlı ve benzer sülalelerin Osmanlı hanedanındaki bir ihtilafta tuttukları taraf, hem bürokratik olarak hem de askerî olarak diğerine üstünlük kurmaktaydı. Bu zorlukları Fatih, henüz babasının feragati ile tahta ilk çıktığında görmüş, askerle birlikte büyük ihtimal bu büyük sülâlelerin de babasını tahtta görmek istemeleri sebebiyle de Varna Savaşı'ndan sonra yeniden Manisa’ya dönmek zorunda kalmıştı. İstanbul kuşatmasında da Osmanlı sadrazamının, yani Osmanlı devletinin iki numaralı adamının, Çandarlı Halil Paşa’nın Bizans ile anlaşma yoluna gittiğine, kuşatmayı sona erdirmek için pek çok defa Bizans için Fatih’e ricacı olduğuna, bunu başaramayınca muhasaranın şiddetini azaltıcı tasarruflarda bulunduğuna dair çeşitli kaynaklarda bilgiler bulunmaktadır. Fatih’in İstanbul’un fethinden sonra, Balkanlar’da ve Doğu Karadeniz’deki fetihleri ile devletçik, imparatorluğa dönüşmüş, aynı zamanda bu ülkeyi oluşturan etnik unsurların içine Türkler’in yanında Slavlar, Rumlar ve Balkanlar’da yaşayan diğer milletler de eklenmiştir. Fatih, fethettiği ülkenin sarayında yeterli gördüğü devlet adamlarından yararlanma konusunda bir tereddüt göstermemiştir. Böylece Osmanlı bürokrasisindeki etnik yapı Fatih ile birlikte değişmeye başlamış ve Fatih’in ülke kaderinde etkili olan kimi Türk sülâlelerini saraydan uzaklaştırması ile de üst düzey Osmanlı bürokratları zaman içinde devşirilmiş Doğu Avrupa milletlerinden oluşmaya başlamıştır.
Çeşitli Türk ailelerinin saraydan uzaklaştırılması meselesine bir de bu gözle bakmak gerekmektedir. Yani Osmanlı hanedanı, muhakkak bu tür aileleri kendisine rakip görmüş ve ileride bu ailelerin tahta ortak olmalarını engellemek amacıyla onların ülke üzerindeki nüfuzunu kırma yoluna gitmiştir. Türk unsurlardan boşalan yönetici kadrosu da öncelikle fethedilen ülke saraylarında biat eden devlet adamlarında sonra da sırf saraya yönetici yetiştirmek için kurulan Enderun’dan karşılanmıştır. Maalesef Enderun’a öğrenci olmanın ilk şartı da (her ne kadar küçük istisnalar bulunsa da genel olarak) gayrimüslim (ve maalesef gayritürk) olmak olmuştur. Meseleyi toparlayacak olursak, bize göre Fatih’in (ve diğer hanedan mensuplarının) taht üzerinde mutlak otoriteyi kurmak için saraydan bazı Türk unsurlarını uzaklaştırma fikrine evet, doğan boşluğu tamamıyla yabancı unsurlarla doldurma aceleciliğine ise hayır diyoruz. Unutmayalım, Türk Devleti bunu daha önce yaşamıştı, Selçuklu İmparatorluğu’nun kurucusu Selçuk, Oğuz Yabgu Devleti’nin kumandanlarından birinin oğludur. Zaman içinde güçlenerek Oğuz Yabgu Devleti'ne son verdi. Şunu da belirtelim, Selçuk kumandanın oğlu, yani tımar sistemine göre kumandanın emri altında askerler var, tımar miras yoluyla oğula geçtiğinde bu askerlerin komutası da doğal olarak oğula geçiyor. Timur da Çağatay hanlığına bağlı bir boy beyi iken zaman içinde güçlenerek devletini kurmuştu. Tefekkür ve fikirden uzak bir millet olmamız sebebiyle arıza tespit edilmiş ancak bu arızanın giderilmesi için bir çözüm bulunamamış ve hanedan maalesef maiyetindeki Türk unsurlardan yavaş uzaklaşmaya başlamıştır. Unutulmaması gereken hususlardan biri de, saraydan sonra, haremin yani padişahın evinin de Yahudi dönmeleri ile doldurulmasıdır. Bu yanlışlık zaman içinde ordu, eğitim, ekonomi kısaca her yere hakim olmuştur. Bizim kanaatimiz, tımarın dağıtılması ve savaş ganimetinin paylaşılmasında yapılacak ufak değişiklikler ile, Osmanlı Hanedanı'nın imparatorluk tahtında mutlak otorite kurması sağlanabilir ve devleti yabancı unsurlarla doldurmaya gerek kalmazdı.
|