Sorun yüz yıl önce başladı Site Editörü Sayı:
86 - Ekim / Aralık 2015
Şimdi mülteci veya sığınmacı olarak isimlendirilen Suriyeliler ile çok değil yüz yıl önce aynı devletin vatandaşlarıydık. Aramızda bir sınır yoktu. O zamanlar olmayan sınırı şimdi geçtiklerinde mülteci veya sığınmacı oldular.
Mülteci kelimesinin sözlük anlamı “yabancı diyardan gelip sığınan” demek. Suriyeliler bize yabancı bir yerden mi geliyorlar? O topraklar ne zamandan beri yabancı oldu bize?
Mülteci kelimesinin bu anlamına vâkıf olunarak kullanılması bir incelik… Mâlumuâliniz, “Müslümanlık ince insanlıktır”. Merak ettim, üç büyük partinin seçim beyannamesine göz gezdirdim, Suriye’den gelen kardeşlerimize mülteci dememe hassasiyetini gösteren var mı diye, şöyle bir sonuç karşıma çıktı: Ak Parti Suriye ve Irak’tan ülkemize gelenler için mülteci kelimesini kullanmamış, “Suriye ve Irak’tan gelen kardeşlerimiz…” ve sığınmacı kelimeleri kullanılmış. Cumhuriyet Halk Partisi ise “Suriyeli Mülteciler” başlığı altında konu hakkında vaadlerini sıralamış. MHP Genel Başkanı Bahçeli de seçim beyannamesini açıkladığı konuşmasında savaştan kaçanlar için “mülteci” sıfatını kullanmış.
Partizanlık yapmadan objektif olarak söylüyorum, bu hassasiyetin tüm hatalarına, partiyi sadece menfaat için sahiplenenlere rağmen sadece Ak Parti tarafından gösterilmesi beni şaşırtmadı. Suriye’den gelenler için “onları geri göndereceğiz” diyen bir partiden ve etnik milliyet üzerine siyaset yapan bir partiden bu hassasiyeti beklemek saflık olurdu.
Evet, bu sorun Avrupa için bir mülteci sorunudur ancak bizim için öyle değildir!
Bu soruna ciddi şekilde taraf olan bir iki ülkeden biriyiz. Çok sayıda sığınmacıyı misafir ediyoruz. Ancak burada taşın altına elini sokması gereken bir diğer kesim birçoğu Arap olan tüm müslüman ülkeler olmalıdır. Çoğunluğunu Osmanlı Devleti’nin çökmesinden beri rahat yüzü görmeyen Arap ülkelerinin oluşturduğu müslüman ülkeler… Ama ne Kudüs, Filistin ile ilgili, ne de bu konuda müslüman ülkelerden ortak bir tavır, hareket gelmiyor, gelemiyor. Bizi ilgilendiren her konuda olduğu gibi burada da tevhidsizliğin cezasını çekiyoruz.
Ertuğrul Düzdağ Bey’in yayına hazırladığı Merhum Ali Ulvi Kurucu Hazretleri’nin hatıratının ikinci cildinde bu konuda çok önemli hatıralar anlatılıyor. Bu hatıratı şiddetle okurlarımıza tavsiye ederim. Filistin Müftüsü Emin El-Hüseyni ile ilgili hatıralar arasında altını çizdiğim satırlar şöyle:
Müftü Efendi, Osmanlı’nın son Şeyhülislâmlarından Mustafa Sabri Efendi ile yaptıkları bir sohbetlerinde şöyle diyor: “Birinci Cihan Harbi, Osmanlı Devleti’ni yıkmak, müslümanları başsız bırakmak için düşmanların el birliği ile çıkardığı bir harptir” (Cilt II, Syf 230)
Müftü Efendi Arapların başına gelenlerin Osmanlı’ya karşı nankörlükleri olduğunu ise şöyle ifade etmiş: “Petrolden önceki günleri düşünün, oraların kumdan, deveden, hurmadan, çölün sıcağından başka nesi var? Osmanlı bunların hangisini alıp sömürecekti? Bir litre bile petrol alamadan ve almayı düşünmeden beş yüz sene hizmet ettikten sonra buraları bırakıp gitmeye mecbur kaldı. Osmanlı Cihan Harbi sonunda beş yıl savaşıp bitap düştüğü sırada yani devletin yıkılmasından birkaç sene önce en acıklı zamanlarda bile Hicaz’a Surre göndermeye devam ediyordu. İşte Osmanlı böyle mazlum ve masum bir devlettir, bizler ona karşı işlediğimiz nankörlüğün cezasını çekiyoruz.” (Cilt II, Syf 244)
Bu sözler çok şey ifade ediyor, üstüne söz söylemeye lüzum yok. Yazıyı Müftü Efendi’nin aynı hatıratta yer alan bir duası ile bitirelim:
Müftü Efendi’nin her zaman Türkiye için dua ettiğini belirten satırlarda şu notlar var: “Ben söylemiyorum, Allah söyletiyor, Türkiye bozulma konusunda Müslüman dünyaya örnek oldu, düzelmekte de olacak inşallah.” (Cilt II, Syf 235)
|